Dünyanın en uzun soluklu çağdaş sanat sergisi Venedik Bienali, bu yılki başlğı “Foreigners Everywhere” (Yabancılar Her Yerde) ile her şeyden önce kapsayıcılığı ve zamansızlığıyla dikkat çekiyor. 60. Venedik Bienali’nin küratörü Adriano Pedrosa, bu temayla izleyiciyi günümüzün sancılı yabancılık kavramlarını keşfetmeye davet ederken merkeze diasporanın, sürgünün ve marjinalizasyonun bireyler üzerindeki derin etkilerini yerleştiriyor.
Bienalin açık queer kimliğiyle bilinen ilk küratörü olduğunu ve bu durumun tematik yaklaşımını etkilediğini belirten Pedrosa’nın odak noktası da, tarihsel olarak zulüm görmüş veya marjinalleştirilmiş sanatçılar. Bu durum, sanatçılar için büyük bir görünürlük sunmasının yanında “kabul görmek” anlamına da geliyor.
Adriano Pedrosa’ya göre, “Yabancılar Her Yerde” ifadesi birden fazla anlam taşıyor. Bu ifadeyle öncelikle herhangi bir yere gitseniz bile her zaman yabancılarla karşılaşacağınız ve onlarla bir arada olacağınız vurgulanıyor: Yabancılar her yerdedir, bizler her yerdeyiz. İkinci olarak insanın nerede olursa olsun temelde her zaman bir yabancı olduğu fikrini ifade ediyor.
Küresel göç krizlerine de dikkat çeken bienal, özellikle Küresel Güney’den gelen yabancılar, göçmenler ve sürgün sanatçılara odaklanıyor. Sömürgecilikten arınma, queer kimlik ve yerli anlatılar gibi temaları keşfeden bienal, Avrupa’nın ötesindeki modernizmin çeşitliliğini gösteren tarihsel ve çağdaş bölümler içeriyor.
Sadece İtalya’da değil, Akdeniz çevresinde ve dünyada devam eden göç krizini bienalin merkezine yerleştiren küratör Pedrosa 10 yıldan fazla bir süredir bu konuya dair düşünüyor; başlangıç noktası olarak özellikle İtalya’yı seçmesi ise bir tesadüf değil. İtalya’da aşırı sağcı, göç karşıtı Georgia Meloni’nin başbakan olarak görev yaptığı bir dönemde, dünyanın her yerinden halkları bir araya getiren bienalin bu edisyonu çeşitli tartışmalara yol açabilecek bir potansiyel taşıyordu. Ancak tarihsel olarak ticaret ve turizmin yarattığı sirkülasyonun çok yoğun olduğu Venedik’te 1895’ten beri düzenlenen bienal, bir yandan da kenti keşfetmek için oldukça kullanışlı bir araç.
Yaklaşık 90 ülke pavyonu ve onlarca paralel etkinlikle geniş bir alana yayılan bienalin “Yabancılar Her Yerde” başlığı, Paris’te doğan ve Palermo’da yaşayan Claire Fontaine kolektifinin 2004 yılında başlattığı neon heykel serisinden ilham alıyor. “Her yerde yabancı” ifadesini farklı dillerde neon heykellerle sergileyen ikili, bu vesileyle Batı dilleri, Batılı olmayan diller, yerli diller ve hatta bazı yok olmuş diller de dahil olmak üzere 50’den fazla dili bir araya getiriyor. Arsenale’de kıyıda kemerlerin altında su üzerindeki yansımalarıyla havada süzülen bu neon heykeller mekânla mükemmel bir uyum içinde, şiirsel bir şekilde âdeta dans ediyorlar.
Toplam 331 sanatçının yer aldığı 60. Venedik Bienali’nde Benin Cumhuriyeti, Etiyopya, Tanzanya Birleşik Cumhuriyeti, Timor Leste Demokratik Cumhuriyeti, Nikaragua, Panama Cumhuriyeti ve Senegal, bu yıl ilk kez kendi pavyonlarıyla bienalde yer alan ülkeler. Bu yeni görünürlük elbette heyecan verici ama kolonyal geçmişin gölgesinde, şimdiye kadar dışarıda bırakılan toplulukların bu edisyonla bienale dahil edilmiş olmasında ortaya çıkan garip bir durum da söz konusu. Yine de uluslararası sergilere daha önce hiç katılmamış sanatçıların tercih edilmesi, Batı sanat dünyasında temsil edilmeyen veya yeterince yer bulamayan toplulukların sesini duyuruyor olması takdire şayan.
Örneğin İspanya Pavyonu’nu temsil eden ilk yabancı uyruklu sanatçı olan Peru Sandra Gamarra Heshiki’nin İspanyol resim mirasını yeniden okuyarak susturulmuş kültürleri görünür kıldığı “Göçmen Sanat Galerisi” adlı sergisi böylesi bir duyguyu iletiyor. Ana sergide ise Porto Riko doğumlu, Connecticut merkezli sanatçı Pablo Delano, çoğunlukla başkaları tarafından çekilmiş fotoğraflardan oluşan ve Amerika’nın Porto Riko’yu sömürüsünü vurgulayan “Eski Koloni Müzesi”ni sergiliyor.
Pedrosa, bienali hem yaşayan hem de hayatta olmayan sanatçıları göz önünde bulundurarak “çağdaş” ve “tarihsel” başlıkları altında ikiye ayırmış. Serginin tarihsel çekirdek bölümü, Latin Amerika, Afrika, Orta Doğu ve Asya’dan eserlere yer vererek zamanında Avrupa modernizmi etkisinde olan bu Küresel Güney ülkelerinin üretimleri aracılığıyla modernizmi ve sınırlarını sorguluyor. Merkez Pavyon’daki “Portreler” adlı bölümde ise insan figürü temasını ele alan Küresel Güney’den 112 sanatçının işleri aracılığıyla 20. yüzyıl sanatındaki temsil krizine dikkat çekiyor. Temsil krizi demişken İsrail Pavyonu’nu temsil eden ekip, bienalin önizleme gününde bir duyuruyla Gazze’de ateşkes sağlanana ve rehineler serbest bırakılana kadar pavyonu açmayacaklarını açıklamıştı. Ekibin bu basın duyurusu hâlâ pavyonun camında asılı dururken önünde ise İtalyan askerler nöbet tutuyor.
Bienalde onurlandırılan önemli isimlerden biri bilindiği üzere uzun yıllardır Fransa’da yaşayan Nil Yalter. Yalter’in Topak Ev (1973) ve Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor (1977–2024) adlı enstalasyonlarına bienalin ana mekânlarından Giardini Merkez Pavyonu’nun girişinde yer verilmesi hem de sanatçının Altın Aslan Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne değer görülmesi bienalin öne çıkan yanlarından. Nil Yalter’in 1973’te ülkesinden uzakta olduğu bir dönemde ürettiği Topak Ev, Orta Asya’daki göçebe kültürüne referans verirken bu kültürü yaşatan yörükler üzerinden tüm ötekileştirilenleri de akla getiren bir iş. Adını Nâzım Hikmet’in bir şiirinden alan Şu Gurbetlik Zor Zanaat Zor (Exile is a Hard Job) ise göçmenlerin ve sürgünlerin yaşamlarını belgeleyen video ve fotoğraflar ile siyasi bir slogan gibi koyu kırmızı harflerle yazılı “exile is a hard job” ifadesinden oluşan bir duvar yerleştirmesi. Yalter’in göçmen olma halini anlatan bu iki yerleştirmesi aynı zamanda bienalin yabancı olma deneyimini aktarma amacına da büyük katkı sunuyor.
Ulusal pavyonlara göz attığımızda öne çıkanlar arasında Avustralya Pavyonu’nu kith and kin adlı etkileyici enstalasyonuyla mekânı 65 bin yıl öncesine dayanan geniş bir soyağacı haritasına dönüştüren Archie Moore dikkat çekiyor. Avustralya’daki yerlilere dair soykırımın devlet tarafından inkârını kendi kişisel geçmişi üzerinden görselleştiren sanatçı bu çalışmasıyla Altın Aslan Ödülü’nün de sahibi oldu.
Nijerya Pavyonu’ndaki video ve ses enstalasyonunda, İngiliz sömürge yönetimi tarafından sansürlenen filmleri kişisel ses arşiviyle yeniden yorumlayan Onyeka Igwe ise arşivlerin yok edilmesinin tarihsel bir şiddet olduğunu vurguluyor.
Son on yılda işlerini Mısır’da nadiren sergileyen Wael Shawky, Mısır Pavyonu’nda 1882’deki imparatorluk karşıtı milliyetçi Urabi İsyanı’nı besteleri ve koreografisi de kendisine ait olan bir müzikale dönüştürerek filme almış. Gerçek ve kurguyu iç içe geçirdiği yoğun anlatıların başlangıç noktası olarak tarih yazımı ve edebi referansları alan sanatçının Drama 1882 adlı bu filmi, Alexandria’da 400 kişilik bir ekiple dört ay boyunca çalışarak çekilmiş ve pavyonun finansmanı ve lojistiğini Mısır Kültür Bakanlığı’ndan bağımsız olarak özel destekçilerden sağlamış.
Jeffrey Gibson ABD Pavyonu’nda ülkenin karmaşık tarihini, özellikle Kızılderili kültürü ve eşcinsel kimlikler üzerinden inceliyor. Gibson Amerikan kimliğiyle ilgili mitleri eleştirel bir şekilde incelediği eserlerinde geleneksel Kızılderili el sanatlarını, pop kültür referanslarını ve çağdaş sanat uygulamalarını birleştiriyor.
Çağla İlk’in küratörlüğündeki Almanya Pavyonu’nda Ersan Mondtag’ın büyük toprak yığını, hem Almanya tarihine hem de kişisel geçmişine göndermeler yapıyor. Mondtag, Monument to an Unknown Person adlı performatif enstalasyonunda, uzun yıllar Berlin’deki bir asbest fabrikasında çalıştıktan sonra 2001 yılında kanserden ölen dedesi Hasan Aygün’ün göç hikâyesini anlatıyor. Yine aynı pavyonda İsrail doğumlu Yael Bartana’nın Light to the Nations adlı video enstalasyonu ise geleceğe dair alternatif bir hikâye anlatıyor.
Türkiye Pavyonu’nu temsil eden Gülsün Karamustafa’nın eseri, Pedrosa’nın kurduğu tema çerçevesinde bienal içinde önemli yer işgal eden işlerden. Sanatçı, kişisel ve tarihsel hikâyelerden ilham aldığı Oyuk ve Kırık Dökük: Bir Dünya Hali başlıklı yerleştirmesiyle göç, kimlik ve yerellik gibi temaları derinlemesine işleyerek Türkiye’nin sosyal ve siyasal dokusuna odaklanıyor. Günlük nesneler üzerinden yeni anlamlar oluşturma geleneğini sürdüren Karamustafa, yaşanan olayların ardında kalan boşlukları, oyukları ve kırıklıkları farklı objeler aracılığıyla mekâna yaratıcı bir şekilde taşıyarak izleyici üzerinde derin bir etki bırakıyor.
Ana sergi bölümünde yer almayan ilginç bir çalışma da Hırvatistan Pavyonu’nda Antonia Majaca küratörlüğünde Vlatka Horvat’ın bienal boyunca sürecek bir nevi sanatçılar arası bir alışveriş performansı. By the Means at Hand (Eldeki İmkânlarla) adını taşıyan çalışma, dünyanın her yerinden diasporada yaşayan sanatçıların eserlerinin Venedik’le diğer yerler arasında çeşitli arkadaşlar, gezginler ve proje için resmi olmayan kurye olarak görevlendirilen kişiler aracılığıyla iletilmesine dayanıyor. İş, aynı zamanda çeşitli sebeplerle göç etmiş insanlar arasında gayri resmi ağları etkinleştirerek oluşturdukları doğaçlama ulaşım sistemlerini görünür kılıyor.
Arsenale’de sergilenen işlerin önemli bir bölümünün elyaf veya tekstil bazlı olduğunu görüyoruz. Dana Awartani, Claudia Alarcón, Güneş Terkol burada öne çıkan sanatçılar. Terkol, 2024 yılının başlarında Venedik’te Veneto bölgesinden göçmen kadınlarla birlikte iki büyük afiş üreterek bienalin açılışında bu afişler eşliğinde bir yürüyüş gerçekleştirdi. Terkol A Song to the World (Dünyaya Bir Şarkı) başlıklı bu çalışması aracılığıyla göçmen kadınların seslerini ve deneyimlerini görünür kılarken dayanışma ve kolektif üretimin önemine de vurgu yapıyor.
Dana Awartani’nin Come, let me heal your wounds. Let me mend your broken bones (Gel, yaralarını iyileştireyim. Kırık kemiklerini onarayım) adlı enstalasyonu Gazze’de süren savaşa atıfta bulunan birkaç çalışmadan biri. Ayurveda yöntemlerine dayanarak kırmızı ve turuncu ipek şeritlerden oluşan yerleştirmede her bir şerit Arap dünyasında çatışmalar nedeniyle yok edilen yerleri temsil ederken yırtıklar şeklindeki şeritler ise yara izlerini andırıyor. Claudia Alarcón’un, Silät kolektifiyle birlikte hazırladığı bir dizi tekstil de ziyaretçilere yaratıcı pratiğin sadece bir topluluğun belirli kültürel mirasını taşımakla kalmadığını, aynı zamanda bu mirası aşan estetik deneyimler üretme potansiyeline sahip bir mekanizma olduğunu hatırlatıyor.
Öte yandan bienalde, teknolojinin ve zamanın marjinalleşmiş gruplar üzerindeki etkisi de dikkat çekici bir şekilde ele alınıyor. Fütürizme yaklaşım, geçmişte olduğu gibi teknolojiyi yücelten değil, aksine teknolojinin yoksullar ve dışlanmışlar üzerindeki etkilerini yeniden tanımlamaya çalışan kronopolitik eylemler olarak karşımıza çıkıyor. Bu perspektiften bakıldığında “Yabancılar Her Yerde” sergisi, zaman ve teknoloji arasındaki ilişkiyi yoksullar ve marjinalleşmiş gruplar lehine yeniden formüle etmeyi amaçlıyor. Bu da serginin sosyal ve politik bağlamda erişmeyi hedefledeği konuları ele alış şekline önemli bir vurgu yapıyor.
60. Venedik Bienali, sanat dünyasının çeşitli dinamiklerine ve piyasanın etkisine dair derin bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Serginin küratörü ve sanatçıları, eserlerini sanatın ticarileşmesine ve uluslararası sanat sahnesinin belirleyicilerine bir tepki olarak sunarken belirli bir özerklik ve eleştirel bakış açısı sergiliyorlar. Bienal, sanatçıların sadece piyasa beklentilerine göre hareket etmediklerini, aynı zamanda kendilerini ifade etme özgürlüğüne sahip olduklarını/olmaları gerektiğini vurgulasa da ARTnews’ün kıdemli editörü Maximiliano Duron’un da belirttiği gibi, sanat ve piyasa arasındaki ilişki karmaşık bir durum arz ediyor. Sanatçılar, eserlerini satmak ve geçimlerini sağlamak için piyasayla etkileşime girmek zorunda kalırken bu durumun sanatın özgünlüğü ve eleştirel gücü üzerindeki etkilerini göz ardı etmek mümkün değil. 24 Kasım 2024 tarihine kadar sürecek olan 60. Venedik Bienali bu yönüyle sanatın piyasalaşması ve sanatçı özerkliği arasındaki ilişkiyi sorgulayan yapısıyla da öne çıkıyor.