David Wojnarowicz, 80’li yılların sonlarında kaydettiği teyp günlüklerinde, dönemin çaresizliğini en sert biçimde şu cümlelerle aktarır: “Dünyanın öyle bir düzende kurulduğuna inanıyorum ki sürekli yaşamla beraber olmaktansa ona karşı çalışıyorum.”[1] Wojnarowicz’in direndiği tür yaşam Rob Nixon’un küresel ısınma ve ormansızlaşma gibi etkisini kademeli olarak gösteren ekolojik şiddetler için kullandığı “yavaş/ağır şiddet” terimiyle tanımlanabilir.[2] Nixon için yavaş şiddet, sermayenin umursamazlığını ve yoksul sınıfın kırıgılanlığını gözler önüne serer. Wojnarowicz’in ifade ettiği hayata karşı çalışma durumu ise AIDS krizine referansla yazılmıştır, bu dönem boyunca kendisi ve dostları devlet tarafından benzer bir şekilde ihmal edilmiştir. Close to the Knives isimli anı kitabında da ifade ettiği gibi Wojnarowicz, “kavrayışımızın ötesinde bir yavaşlıkta ölen ülkemizde, devletin görünmez kolları arasında yakalanmış gibi” hisseder.[3]
Wojnarowicz’e göre 80’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri, bir tür yavaş şiddetin etkisiyle çürümeye başlamaktadır ancak bu dönem parçası olduğu queer toplumun maruz kaldığı şiddet çok daha hızlı ve serttir. AIDS krizinin patlamısyla 10 yıl içinde partnerlerini ve dostlarını kaybedecek, teyp kayıtlarından birkaç yıl sonra da hayata karşı savaşında yenik düşecektir. Bu dönem boyunca öfkeli, isyankâr, bir o kadar da çatışmacı işler üretir, kendi halkını bu denli ihmal eden bütün aktörlerden (siyasetçiler, aile kurumu, dini liderler, doktorlar) teker teker hesap sorar. Wojnarowicz’in belki de geri dönüp baktığımızda en büyük başarısı, sanat ve aktivizmi harmanlama biçimidir. Her ne kadar günümüzde işleri Met Gala kostümlerinde kullanılıp içi boşaltısa da pratiğininin temelinde hayatı daha yaşanabilir kılmak için yaşama meydan okuma güdüsü vardır.
Sanatçının ölümünden 30 sene sonra, sadece ABD değil, küresel boyutta bir sürü felaketle karşı karşıyayız. Judith Butler’ın Who is Afraid of Gender (2024) kitabında da belirttiği gibi günümüzde cinsiyetin şeytanlaştırılmasıyla iklim tahribi, ekonomik güvencesizlik, savaş ve siyasi şiddet gibi gayet haklı endişelerin üstü örtülüyor.[4] Toplum olarak deneyimlediğimiz kaygıların ne gerçek kaynağını ne de semptomlarını sorgulayan bir çoğunluk var, tam tersi hissettiğimiz çürümüşlük, faşistler tarafından ataerkil düzenin hasar alması olarak yorumlanıyor. Bu göz boyama devam ederken belki de hiç olmadığı kadar tehdit altındayız ancak ufukta beliren tehditleri yok saymaya devam ediyoruz.
Erinç Seymen’in Zilberman’daki yeni sergisi Kīpuka, merkezinde bu felaketleri ele alıyor. Sergideki görsellere baktığımda, zihnimde Wojnarowicz’in yukarıda paylaştığım alıntıları canlandı. AIDS krizi gibi yıkıcı bir dönemde aktarılmış hislerin, günümüz kaygılarını bu kadar kusursuz anlattığı gerçeği beni bir hayli etkiledi. Gözüme çarpan ilk iş, sergiye ismini veren Kīpuka oldu. Kīpuka terimi, sergi metnine göre “Hawaii dilinde kaos ve felaketin ortasında hayatta kalan ve korunan, magma akıntılarının arasında oluşan kara parçası” anlamına geliyor. İşe baktığımızda parlak, siyah, formu bozulmuş bir yastık, yastığın üstünde de köşesi kırılmış bir tabak görüyoruz. Tabağın üstünde sıradışı bir imge var: arka planda aktif bir volkan, önde ise uyuyan bir çocuk. Bu çok katmanlı işte, ufuktaki tehlikeye tezat, pasif bir eylem (uyku) ve sükunet hissi var. Bu imge hakkında düşünmeden edemiyorum, huzurlu biçimde uyuyan çocuk, tehlikenin farkında mı?
Untitled (One Day This Kid…) belki de Wojnarowicz’in en tanınan işi. Fotoğraf ve metinden oluşan kolajın ortasında, Wojnarowicz’in çocukluğundan bir kare görüyoruz. Taranmış saçları ve iliklenmiş gömleği ile bize bakan dişlek Wojnarowicz, henüz dünyanın kurulu düzenine karşı çalışacağı yaşta değil. Ancak kendisini çevreleyen metin, çocuğun birkaç sene sonra yaşamaya başlayacağı şiddeti, travmayı ve hak ihlallerini teker teker listeliyor: “Bir gün bu çocuk psikologlar tarafından yönetilen laboratuvarlarda eloktroşok, uyuşturucu, dönüşüm terapisine maruz kalacak. Evinin, sivil haklarının, işinin ve düşünülebilir bütün özgürlüklerin kaybına tabi olacak.” Homofobinin toplumda ve ana akım siyasette baskın bir derecede görünür olduğu bir dönem, Wojnarowicz’in “bir gün bu çocuk” uyarısı, başka queer çocukların toplum tarafından kendi gördüğü şiddeti görmemesi için bir çığlık aslında. Fotoğraftaki çocuk belki en nihayetinde başına gelecek felaketlerle mücadele edemeyecek ve maruz kaldığı şiddetin yükü altında ezilecek ancak ondan sonraki nesillerin benzer bir kaderde olmaması için canla başla direnecek.
Benzer bir direniş hikâyesini Anne Carson’un Kırmızının Otobiyografisi metninde görüyoruz. Herkül ve Geryon’un mitini, çağdaş bir çocukluktan yetişkinliğe geçiş hikâyesi olarak tekrardan kurgulayan Carson, Geryon’u kırmızı ve kanatları olan insansı bir yaratık olarak hayal eder. Geryon Herkül’e âşık olur ve hikâyenin bir noktasında Herkül ve Herkül’ün sevgilisi Ancash ile Peru’ya seyahat eder. Geryon kanatlarını gizlemeye çalışasa da, Ancash durumu öğrenir ve onu Yazcamac’a benzetir. Peru folkloruna göre volkanik bir alanda yaşayan bir grup yerli “bilge” olanı test etmek için yanardağa atar. Yanardağdan sağ olarak çıkanların cildi artık kırmızıdır ve kanatları vardır, ayrıca bütün zayıflıkları da yanmıştır. Yazmanac “gidip görüp geri dönen” yani bir çeşit görgü tanığı demektir.[5] Metnin en sonunda kanatlarından utanan Geryon’u Icchantikas yanardağının etrafında uçarken buluruz. Metin boyunca Herkül’e olan aşkından kahrolmuş Geryon, acıyı görmüş, tanımış ve en nihayetinde acıdan geri dönmeyi becerebilmiştir. Belki Kırmızının Otobiyografisi’nin finaliye Wojnarowicz’in hayatı arasındaki en temel fark bu umuttur aslında. Geryon bilge olarak “yanardağdan” sağ çıkmıştır, oysa ki Wojnarowicz’in mücadelesinden sağ çıkan tek grup ondan sonraki nesildir.
Finalde Kīpuka’ya ve tabağın üstündeki imgeye geri dönmem lazım. Carson’un metnindeki yanardağ ile tabağa işlenmiş yanardağ arasında paralellik, beni Kīpuka’daki çocuğun da bir tür kırmızı kanatlı Yazcamac olduğuna inandırıyor. Eğer Kīpuka hayatta kalan ve korunan kara parçası ise, imgedeki çocuğun da sağ kaldığını, yüzleştiği felaket ışığında da zayıflıklarının yandığını düşünüyorum. Seymen’in Can Memiş’le yaptığı ve Sanatatak’ta yayımlanan röportajında, Memiş de benimle benzer bir okuma yapıyor.[6] Ancak, Seymen’in hatırlattığı bir detay var, o da tabağın kenarındaki kırık. Seymen’e göre kırık detayı izleyicinin yaşanan felaketi boş verme tandansını sorgulatıyor, yani imgeyi Carson’un metni kadar umutlu bir şekilde okuyamıyoruz. Ancak kırık tabak detayının bir başka amacı daha var, o da seyircisini tabağın neden kırıldığı konusunda düşündürmek. Wojnarowicz’in kolajında faille sorumlu olduğu şiddet konusunda doğrudan bir yüzleşme var, Kīpuka’da ise felaketin ne faili ne de yarattığı etki tam olarak belirgin, tıpkı karanlık rüyalarda olduğu gibi.
[1] David Wojnarowicz, Weight of the Earth: The Tape Journals of David Wojnarowicz, Semiotext(e) / Native Agents, 2018.
[2] Rob Nixon, Slow Violence and the Environmentalism of the Poor, Harvard University Press, 2011.
[3] David Wojnarowicz, Close to the Knives, Vintage, 1991.
[4] Judith Butler, Who is Afraid of Gender, Allen Lane, 2024.
[5] Anne Carson, Autobiography Of Red, Jonathan Cape, 1999.
[6] Can Memiş, “Erinç Seymen: İmge Kurmak Mühendisçe Bir Uğraş.” Sanatatak, 14 Haziran 2024. https://www.sanatatak.com/erinc-seymen-imge-kurmak-muhendisce-bir-ugras/