“Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felaket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felaket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.”
Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, Pasajlar, 1940
Yasaktan önce:
Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine” makalesinde geçmişi dile getirmenin devrimci yönünün altını çizer. Ona göre, geçmiş kuşaklarla aramızda “gizli bir anlaşma” vardır ve geçmişi alt edip onu ele geçirmeye çalışanların karşısında bu gizli anlaşmayı sürdürerek geçmişi geleceğe taşımak için çabalamamız gerekir. Paris pasajlarını arşınlayarak bu pasajların tarihini eşeleyen Benjamin şöyle sorar: “Zaten bizden öncekilerin içinde yaşadıkları havadan hafif bir esintiyi biz de duyumsamaz mıyız? Kulak verdiğimiz sesler içerisinde, artık susmuş olanların yankısı da yok mudur?”[1] Yani aslında istesek de istemesek de geçmiş, nefes aldığımız her an bize musallat oluyor gibidir. Peki, 10. Trans Onur Haftası kapsamında düzenlenen “Dön-Dün Bak: Türkiye’de Trans Hareketinin Tarihi” sergisini bu bağlamda nasıl düşünebiliriz?
Suya düşen planlar:
Bu yazı, yukarıdaki gibi başlayıp 26 Haziran – 27 Temmuz 2024 tarihleri arasında Depo’da Trans Onur Haftası sergi komitesi tarafından düzenlenen bu sergiyi Benjamin’le ilişkilendirerek geçmişin devrimciliği, hafıza, direniş, nostalji/ anti-nostalji gibi temalar altında analiz etme amacı taşıyordu. Ancak bu mümkün olmadı. Peki, ne oldu?
Yasaktan sonra:
Trans Onur Haftası boyunca, herhangi bir yasak gelmemesi ve saldırgan gruplar tarafından “basılmaması” için (evet, bu sahici bir kaygı) mekânı gizli tutulan sergi, 11 Temmuz günü, sergi mekânı olan Depo’nun sosyal medya hesaplarından ilk kez paylaşıldıktan hemen bir gün sonra, Beyoğlu Kaymakamlığı’ndan gönderilen bir tebligatla yasaklandı. Yasakla beraber polis eşliğinde aynı gün kaldırılan sergi, yaklaşık iki hafta boyunca açık kalmayı başarabildi. Açık kaldığı iki hafta boyunca pek çok kişinin ziyaret ettiği sergi kapsamında sanatçılarla ve organizasyon ekibiyle bir konuşma etkinliği de gerçekleştirildi. Ben de bu yazıda tüm bu sebeplerle ilk başta planladığımdan farklı olarak en çok da sergiyi göremeyenler için serginin içeriğinden bahsetmek istiyorum. Ancak öncelikle serginin bağlamını verelim ve sergiye gelen bu yasağı bu bağlamda anlamaya çalışalım.
Bağlam:
İlki 2010 yılında gerçekleşen Trans Onur Haftası, bu sene “Faili devlet” temasıyla onuncu defa düzenlendi.[2] Tema adını 10 sene önceki Trans Onur Haftası’ndan alan bu seneki Trans Onur Haftası, “Hatırlıyorum, hatırlıyor musun?” diye soran 32. İstanbul Onur Haftası Komitesi’yle diyalog halinde bir temayla ortaya çıktı. Yine bu bağlamda, Trans Onur Haftası’nın düzenlediği sergiyi de İstanbul Onur Haftası’nın sorduğu soruya bir cevap niteliğinde düşünmek mümkün, zira failin devlet olduğunu unutmanın pek de ihtimal dahilinde olmadığı bir politik atmosferden geçiyoruz. Beyoğlu Kaymakamlığı getirdiği bu yasakla, seçilen temanın ne kadar yerinde olduğunu bize bir kez daha hatırlattı.
Sergi:
Yukarıda bahsettiğim gibi, bu yazı en çok da sergiyi gezemeyenler için. O yüzden planladığım gibi bir eleştiri yazısından ziyade bir gezi yazısı niteliğinde olacak. Gelin, birlikte gezelim.
Sıcak bir yaz günü, Boğazkesen Caddesi’nden inip sokaklara asılmış Filistin bayrakları arasında sağa kıvrılarak lisansı Ermeni Soykırımı ifadesini “düzeltmediği” için iptal edilmiş Açık Radyo çalışanlarıyla[3], heyecanlı heyecanlı konuşan bir grup lubunyanın arasından Depo’ya girdiğinizi hayal edin. Yüzünüze çarpan klimanın soğuğuyla ferahlayıp, iki kat merdiveni çıkmak için şöyle bir soluk alın. Merdivenleri iki kat çıktıktan sonra, merakla görmeyi beklediğiniz sergiye ulaşmış olacaksınız.
Sağınızda ismi neon ışıkla yazılmış “Ah Odası”nı göreceksiniz. Korkmayın, içeri girin: Kaybettiğiniz ve çok özlediğiniz arkadaşlarınız bu odada sizlerle. Önemli bir kısmı ya intihar etmiş ya da katledilmiş trans arkadaşlarımızın isimlerinin, fotoğraflarının, videolarının bulunduğu burada, Aligül’den Gani Met’e, Hande Kader’den Eylül Cansın’a pek çok arkadaşınızla karşılaşabilirsiniz. Kapının üstündeki neon ışığın canlılığına tezat bir şekilde bu oda hem bir hasret giderme hem de öfkelenip yas tutma alanı. Kocaman bir Şahmeran cismine bürünmüş Ganimet’i sağınızda bırakıp, kendi kendinize şu dizeleri mırıldanarak sergiye devam edebilirsiniz: “Öfkeni unutma dedim kendime her gün, unutursan düşersin dedim.”[4]
“Ah Odası”ndan çıktıktan sonra sağa doğru ilerlediğinizde, Voltrans ve İstanbul LGBTİ+ gibi trans öznelerin kurduğu örgütlerle ilgili videolar, fotoğraflar, bu örgütlenmelerin düzenlediği etkinliklerin afişleri gibi pek çok çeşitli belgeyle karşılaşacaksınız. Bu bölümün iki önemli işlevi var: Birincisi, transların öz örgütlenme pratiklerini öne çıkararak kendi arşivlerini seyirciyle çıkartmak. İkincisi, transların neden öz örgütlenme pratiklerine ihtiyaç duyduğunu anlatmak. Çeşitli trans aktivistlerin videolarda anlattığı üzere, pek çok farklı LGBTİ+ oluşumunda örgütlenmeye çalışan translar, seslerinin duyulmadığını, ihtiyaçlarının görünür olmadığını düşünerek öz örgütlenme yolunu tercih etmişler.
Transların öz örgütlenme pratikleri hakkında bilgilendikten sonra ilerlediğinizde, sağınızda sizi Türkiye’deki transların tarihine dair kocaman bir arşiv karşılayacak. Gazete kupürleriyle kaplı bu duvarda, 1987 yılında yapılan açlık grevi direnişi gibi pek çok çeşitli mücadele yönteminin haberleştirildiğini göreceksiniz. Sergi ekibiyle gerçekleştirilen konuşmada belirtildiği gibi, bu gazete kupürlerinin ortak teması transların direnişini öne çıkarmak. Her ne kadar sergilenen gazete kupürleri çeşitli nefret söylemleriyle dolu olsa ve trans özneleri “eşcinsel” olarak kategorize etse de, bu durum transların direniş tarihinin önüne geçemiyor.
Trans direnişinin tarihini öğrendikten sonra, daha güncel bir zamanın direnişiyle, son 10 yıldaki Trans Onur yürüyüşlerinden çeşitli fotoğraflar ve videolarla karşılaşacaksınız. Bu duvarda tanıdık pek çok yüzü görmek mümkün. Siz de gezerken dikkatli bakın: Kendinizin, bir arkadaşınızın veya kolinizin fotoğrafına denk gelebilirsiniz! Fotoğrafların yanı sıra tüm duvarı kaplayan video enstalasyon, on binlerce kişi İstiklal’de yürüdüğümüz yürüyüşlerin aslında sandığımız kadar da uzakta olmadığını hissettiriyor.
Arkanızı döndüğünüzde karşılaşacağınız, serginin tam ortasında bulunan 9. Trans Onur Yürüyüşü’nden kalma pankartlar da sanki sokağın ve direnişin her daim trans hareketinin merkezinde bulunduğunu size hatırlatabilir. El emeği göz nuru bu pankartlar, aradan geçen yıllara rağmen ilk yapıldıkları günkü renklerini ve canlılığını korumayı başarmış. Ne de olsa direniş zinde tutar, değil mi? Burada aynı zamanda Akış Ka’nın performansını da kayıttan izleme şansınız var. Eğer yorulduysanız minderlere uzanıp, kendinizi bu performansın akışına bırakabilirsiniz.
Arka taraftaki film odasında, yine çeşitli trans aktivistlerin örgütlenme pratiklerini anlattığı bir video bulunuyor. Bir belgesel niteliğindeki bu video, trans hareketinin sokak direnişinden aldığı gücün başka pratiklerle nasıl hemhal olduğunu anlatıyor.
Serginin son kısmındaysa Gacı, Lubunya ve Dönme dergilerinin çeşitli sayıları bulunuyor. Bu dergiler bize trans hareketin yıllar içinde içinden geçtiği tartışmaları keşfetme imkânı veriyor.
Sergiden çıkarken kafanızı kaldırıp baktığınızda tavanda dönen ışıklı topu, Ahlar Odası, on binlerin yürüdüğü yürüyüşlerin anısı, pankartlar, sloganlar… hepsi size son bir kez göz kırpıyor ve direnişin her koşulda, ne olursa olsun kendine bir alan bulup, çatlaklardan sızacağını hatırlatıyor.
Bitirirken:
Yazının başında da söylediğim gibi, bu yazı ilk baştaki amacından sapıp sergiyi gezemeyenlere bir rehber niteliği oluşturmak niyetiyle yazıldı. Eğer yasak olmasaydı sergiyle ilgili pek çok analiz yapılabilirdi ancak bu satırları yazan ben, işleri ön plana çıkarmayı analiz yapmaktan daha kıymetli buldum.
Sergiye dair belki de söylenebilecek en önemli şey bu serginin bir kendi tarihini yazma çabası olduğu. Arşivi canlandıran, bu arşivi bir sanat nesnesi haline getiren bu sergi, yasıyla, öfkesiyle, neşesiyle, direnişiyle, arzusuyla var olan bir kolektif öznenin vücut bulmuş hali gibi. Ben de bitirirken sözü bu kolektif öznenin direngen sesine bırakmak isterim:
“Biz baskılara hiçbir zaman boyun eğmedik! Döne Döne direndik! Bize de bak, ne de güzeliz! Bizi, geçmişimizi, izlerimizi bu yasaklarla silemezsiniz! Biz her çatlaktan sızmayı biliriz.
(…)
Siz de biliyorsunuz duvarlardan resimlerimizi indirmekle ne trans deneyimlerimizi ne de varoluşumuzu yok edebilirler.
Bu geçmişi bu coğrafyanın tarihinden çıkaramazsınız, Dön-Bak!”
[1] Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, Pasajlar, çev: Ahmet Cemal, YKY, İstanbul, 14. baskı, 2014.
[2] 2017 ve 2023 yılları arasında artan baskılar yüzünden yürüyüş ve hafta düzenlenmedi.
[3] Daha sonra bu iptal kararı mahkeme tarafından durduruldu, hukuki süreç hâlâ devam ediyor.
[4] Birhan Keskin, Y’ol.