Sanatçı Gülçin Aksoy’un ani kaybının ardından, 2023’te “Şefkat Nişani” adıyla açılan son kişisel sergisinin küratörü Nergis Abıyeva sanatını ve dostluklarını kaleme aldı. Gülçin Aksoy’u bu yazıyla bir kez daha özlemle anıyoruz.
Gülçin gibi çok yönlü bir sanatçıyı, hocayı, entelektüeli anlatmak çok çetrefilli, hele bir de beklenmedik bir kaybın yas sürecindeyken. Bir tarafıyla çok ciddi, “mühim” meseleleri irdeleyen, diğer tarafıyla matrak, ironiyle dolu sanat üretimi, 90’lı yıllardan beri MSGSÜ’de resim bölümünde sürdürdüğü “birlikte öğrenme” pratiğinden ayrı değil. Gülçin’in Türkçenin dağarcığını genişleten sözcüklerle, metaforlarla, denk gelmelerle dolu bir bünyesi vardı. “Orta” ve “arada”, onun haletiruhiyesini anlatmak için seçtiği ifadelerdi.
2014’te Depo’daki “Duble Hikâye” sergisini gördüğümde, henüz bir sanat tarihi öğrencisi olarak kafamın çok karıştığını, sergiyi çok sıradışı bulduğumu, serginin müellifinden hafif “tırstığımı” hatırlıyorum. Ne kadar derin, ikircikli, aynı zamanda hem ağır hem de çok matrak bir dünyası var diye düşünmüştüm. 21 Ocak 2016’da aynı sergi turuna katıldığımızda, zekice yorumları ve neşesiyle ilgimi çeken, eve dönüş yolunda vapurda tekrar karşılaştığımızda, “az önce aynı turdaydık, sizinle tanışmak istedim” diye yanına gittiğim kadının Gülçin Aksoy olduğunu öğrendiğimde ne kadar hayret ettiğimi hatırlıyorum. “Akademi gibi köklü bir kurumun içinde ne kadar değişik bir hoca böyle” diye düşündüğümü ve Halı Atölyesi’nin kapısından ilk kez girdiğimde beni 40 yıllık arkadaşı gibi karşıladığını da…
Gülçin yalnızca avangart bir sanatçı değildi, aynı zamanda avangart bir hocaydı. Akademi’de önce gravür atölyesinde asistanlığa başlayan, daha sonra çeşitli sebeplerle çok sevdiği hocası Zekai Ormancı’nın (1949- 2008) Halı Atölyesi’nde kendisini bulan Gülçin, geleneksel dokumanın ikinci kuşak feminist sanatçılar tarafından güncel sanata mal edildiğini bilen bir sanatçı olarak atölyeyi bir güncel sanat atölyesine dönüştürdü. Son yıllarda büyük özverilerle geliştirdiği Ortak Mekik: Dokuma Teknolojileri, Doğal Boyama ve Tasarım Merkezi Projesi’nde, MSGSÜ Halı Atölyesi’yle, Koç Üniversitesi KARMA Lab’i bir araya getirmişti. Asım Evren Yantaç ve ekibinin, Halı Atölyesi öğrencilerine etkileşimli teknolojiler ve deneyimler konusunda eğitim vermelerini, öğrencilerin birlikte çalışmalarını, projelerini birlikte geliştirmelerini sağlamıştı. Bu sürecin bir çıktısı olan “Ortak Mekik” sergisi, 2023’te Tophane-i Amire’de gerçekleşmişti.
Resim bölümünden sevgili çalışma arkadaşı Özlem Üner’in Osman Hamdi Bey Salonu’nda yaptığı anma konuşmasında belirttiği gibi, Gülçin Aksoy yönettiği tezlerin her birini bir sanat yapıtına dönüştürmüştür. Tezini yönettiği sanatçılardan Ekin Saçlıoğlu bir sohbetimizde “Gülçin yazdıklarımı aldı ve baş aşağı çevirdi, altüst etti. Kendimi merkeze koymamı, bir eser metni yazdığım için merkezde olduğumu söylemişti. Gülçin’in yorumundan sonra yazı gerçek bir eser metnine dönüştü ve bu açıdan çok iyi oldu. Bakış açımı değiştirdiği, okulun öğrenciyi değersiz kılan klasik yapısı içinde kendimi merkeze almamı söylediği ve ufkumu açtığı için ona ne kadar teşekkür etsem az” demişti. Halı Atölyesi’nden geçen ve bugün sanat alanında aktif bir şekilde varolan pek çok öğrencisi Gülçin’in bakış açılarını değiştiren, bildiklerini altüst eden bir tutumu olduğunu söyleyecektir. Ona sorulduğunda ise kendisinin de öğrencilerinden öğrendiğinin bu sürecin karşılıklı bi öğrenme olduğunun mutlaka altını çizerdi. Atölyede asılı “Aynı yöne ayrı pedal, ayrı yöne aynı pedal” ifadesinin de imlediği gibi, Gülçin bir ekolden ziyade “anti-ekol” peşindeydi.
2019’un ortalarından itibaren, Gülçin’le evlerimizin yakın olmasının getirdiği bir komşuluk duygusuyla da sık sık görüşmeye, beraber yüzmeye, yürüyüşe, kahveye, içkiye çıkmaya başladık. Bu görüşmeler vesilesiyle elinin değdiği her şeyi sanatsal bir tatla yaptığını fark ettim. Gülçin Aksoy yaşamını sanatsallaştıran, sanatını yaşamsallaştıran nadir sanatçılardan biriydi. Evinin girişine öğrencisi ve dostu Gökçe Erhan’ın atık poşetlerle ve madeni paralarla yaptığı otoportresini koyacak kadar alçakgönüllü bir hocaydı.
Gülçin’le diyaloğumuzun, yaş farkından dolayı (Gülçin de annem gibi 1965 doğumlu) abla-kardeş ilişkisi gibi olduğunu düşünenler olduğunu fark ediyorum. Bir “kızkardeşlik” dayanışmasında olduğumuzu düşünsem de Gülçin’in bana ya da partnerim Uras’a hiçbir zaman ablalık taslamadığını biliyorum. O, kendi deyişiyle herkesle “göz hizasında” bir ilişki kurardı, çok iyi bir dinleyiciydi, “el vermeyi” çok severdi. Sorulmadığında nasihat etmezdi, ancak kendisinden bir şeyler istendiğinde geri çevirdiğine hiç şahit olmadım. Hatta bu yakınlarda bir dost masasında, Gülçin’e haddinden fazla “gönüllü iş” yaptığını, karşılıksız yaptığı işleri azaltarak kendisini biraz korumasının iyi olacağını söylemiştik. 2024 planları arasında “yavaşlamak” vardı.
Her şeyi büyük bir zevkle ve hazla yaptığı için onunla olmaktan çok zevk alırdım. 2022’de Tophane-i Amire’de, rektör Handan İnci kendisinden Türkiye’nin erken Cumhuriyet dönemi sanatçı kadınları üzerine bir sergi yapmasını istediğinde, bu işin altından birlikte kalkmak için beni davet etmişti. “Bir Başka Sanatçı Kadınlar Atlası” ismini verdiğimiz bu arşiv sergisi sırasında Canan Beykal’ın Mihri’nin Sütunu işi, çabalarımız sonucunda İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin koleksiyonuna girmişti. Gülçin, Türkiye’de sanat tarihi yazımıyla, sanatçı kadınlarla ilgilenirdi. 27 Ocak’ta Melek Celâl Sofu sergisini birlikte gezmiştik. Melek Celâl Sofu’nun “Modern Türk Halıcılığını Zevksizlikten Kurtaralım” yazısına pek gülmüştük. O günkü sohbetimizde yalnızca Erken Cumhuriyet Dönemi’nin değil, Türkiye’nin yakın sanat tarihinin de taraflı bir şekilde yazıldığını konuşmuştuk. Gülçin, Instagram hesabındaki son gönderilerinden birinde, 2001’de Karşı Sanat’ta sanatçı dostları Nancy Atakan, Neriman Polat ve Gül Ilgaz ile birlikte yaptıkları “Yurttan Sesler” sergisinin turunu paylaşmış ve hafif sitem etmişti: “Sanatçı-sergi-seçim meselelerinde olduğu gibi sanat tarihi yazımındaki popülizmin de altını çizmek gerek. Ben mi kaçırdım bilmem ama bu sergileri ne soran ne de yazan oldu…”
Gülçin Aksoy yine de geçmişte yaşayan bir sanatçı değildi. Bilakis kesintisiz olarak üreten, yeni sorular soran biriydi. Son yıllarda yeni materyalizmler bağlamında dönüşümler geçiren pratiğini anlamak Zeynep Sayın’ın son derslerine, gerçekleştirdiği kamusal konuşmalara, kapladığı yer bakımından Uras Kızıl’ın doktora tezine, katıldığı “İmgelerin Yeni Grameri” ve “Yapıntı Doğa” sergilerine bakılabilir. Yönettiği son tezlerden biri olan kendisiyle gurur duyduğu sanatçı Merve Mepa’nın tezi de Gülçin’in son döneminin bir yansıması olarak zihnimde beliriyor.
Gülçin iki üç yıl önce benden Halı Atölyesi’nin tarihini yazmamı istemiş, Argonotlar’dan Kültigin Kağan Akbulut böyle bir yazı dizisine sıcak bakmıştı. Önümüzde çok uzun yıllar ve yollar olduğunu düşündüğüm için, bu yazı dizisini ertelemiştim. Onu seven ve tanıyan tüm dostları gibi, bu kadar genç bir yaşta, bu kadar üretken bir zamanında kalp krizi geçirerek dünyasını değiştireceğini bilmiyordum. Yine de 59 yıllık yaşamı boyunca o kadar büyük bir etki(leşim) yarattı ki, fiziksel yokluğunun başka bir ilişki tasarımına dönüşeceğini şimdiden biliyorum. Birlikte gittiğimiz tüm yollar, yaptığımız tüm işbirlikleri, zihnimi açan/değiştiren/ dönüştüren ve tüm bunların karşılıklı olduğunu hissettiren her şey için Gülçin Aksoy’a müteşekkirim. İyi ki yüzlerce insana olduğu gibi, bana da dokunmayı seçti.
Bu yazı Sanat Dünyamız’ın 199. Sayısında yayınlamıştır.