Arter’in yeni sergileri “Koyun Koyuna” ile “Locus Solus”un ‘koyun koyuna’, bir arada, yan yana, altlı üstlü olarak seyircinin zihnine çağırdıkları bir duygu var; mahmurluk. Bu, belki de şu alışılmadık derecede sıcak başlayan yaz günlerinde, yeterince direnemediğimiz ve gidişini değiştiremediğimiz toplumsal olayların – Türkiye’de her şeyde olduğu belli bir rehavet içinde – akışıyla birlikte düşünüldüğünde hüzün verici ama bir yandan da bazı hüzünlü şeyler gibi insanı garip, lezzetli bir melankoliyle sarıp sarmalayan bir şey. Uyku gibi. Hamlet’in fişi tamamen çeken ‘ölmek, uyumak- Uyumak- ola ki düş görmek repliğiyle -çeviri olmakla birlikte- ‘bir uyu sen bunun üzerine’ deyiminin garip iyimserliği arasında gidip gelen sarkaç.
“Koyun Koyuna” sergisinin küratörü Eda Berkmen’ın sorduğu canalıcı soru: ‘Uyku halen ne olduğumuzun, nerede olduğumuzun, nereye gittiğimizin farkında olmadan kendimizi bıraktığımız bir bilinmeyen, DNA’ya işlenmiş bir teslimiyet zorunluluğu, insanı ve doğayı sürekli tüketmek üzerine kurulu bir düzende uyku, istismar edilemeyen tek zaman aralığı olarak bir direniş ihtimalini de gündeme getirebilir mi?’ Bilinmez, fakat serginin uyandırdığı mahmurluk hissinin katilin de kurbanın da ‘bebek gibi uyuduğu’ bir masumiyet aralığını kolladığını ve bu masumiyet aralığında insana neler olduğunu hayal eden bir yanı var ki, belki ‘uyku hakkında bir sergi yapmanın’ en ilginç tarafı bu.
Sergiye bir uykuya girer gibi kendiliğinden açılan kapılardan ve kadife bir perdeyi aralayarak -herkes böyle mi dalar uykuya?- girer girmez sağımızda Gökhan Deniz’in bir çizgi roman karesini andıran işinde kaotik bir fon önünde bize susma işareti yapan figürün bir uyku perisi, başka deyişle uykunun içinden, iç manzarasından biri olduğunu mu düşünmeliyiz? En azından hemen ondan sonraki Nazmi Ziya tablosunda şezlonga uzanmış kestirmekte olan -yüzü olmayan- figürün uyku dışından bir göz tarafından izlenmekte olduğunu bildiğimizden uykunun içi ve dışı diye iki ‘durum’ olduğunu düşünebiliriz. Sergi, çeşitli biçimlerde, uykunun, bir durum ve fikir olarak içi ve dışıyla ördüğü bağıntılarla ilerliyor. ‘Dün gece ne rüyalar gördüm,’ diyen birinin, uykuda edinip de uyandıktan sonra giderek kaybedeceği bir hayret duygusuyla söyleyeceği gibi.
Hem dışarıdan -hem içeriden, Gece; uykunun tek mekânı olmasa da belki alışkanlık yoluyla uykuya en yakıştırdığımız mekân. Cemal Karaburçak’ın resimlerinde genellikle mor bir gökyüzü önünde iş gören Morpheus. Etem Şahin’in küçük desenlerinde, şaşkın ya da tortop, uykuya ya da uyanmaya teslim olmuş figürlerin alanı. Uyuma ritüelinin uyuyamama aşamasına birer karşı-önlem olarak kimi romantik kimi ‘teknik’ ama masalsı şeyler.
Lara Ögel’in kapılardan geçilerek girildiği düşünülen uyku alemine geçişi kolaylaştıran, ayrıca bir rüya imgesini andıran lavanta tepeleri. Ya da Antik Yunan’dan bir küçük kadın figürininin uykuya geçişte yanına aldıkları; bir köpeğin güvencesi, günümüzde kullanılanları çok andıran altından kulak tıpaları ve -ne olduğunu tam da anlamadığımız-, bazı cinsel oyunlardaki engelleyeci aksesuarları andıran, inceltilip zar haline getirilmiş altından ağız bandı. Ahu Akgün’ün uykuya teslimiyet kadar genel bir teslimiyeti de akla getiren, yastığa bastırılmış küpeli kadın başı da aynı duyguyu uyandırarak, Sembolist ressamların, mesela Fernand Khnopff’un kadın başlarını hatırlatıyor. ‘Tuhaf’ uyuyanlar. En azından.
Ya da hiç uyumayanlar; belli ki gece bazı yaratıklar, özellikle de insanların alışkanlıklarını mimetik olarak yinelemeye meraklı olmayan yaratıklar için hiç de ‘uykunun kardeşi’ değil. Annika Eriksson’un video işinde kendilerinin bildikleri bir sebeple bir meydanda toplaşan kedilerin gece hakkında bildikleri başka bir şey var. Bu da uyku değil. Yukardaki Locus Solus sergisinde ise tam da insanoğlunun geceden anladığı şeyi hem onaylayan hem sorgulayan, ondan hem korkan hem de güneşin genelgeçerliğini yüzeysel bulan, lirikleri Friedrich Rückert’e ait olan Gustav Mahler’in Çocuk Ölümleri Şarkıları’nın ilk şarkısının ilk dörtlüğü üzerine yapılmış bir iş var: ‘Şimdi güneş yeniden parlayacak / Sanki gece bir felaket olmamış gibi! / Felaket sadece bana oldu / Güneş, o herkese parlar.’ Werner Zellien, bu dörtlüğü çıkış noktası olarak kullanarak Alman Romantiklerinden tanıdığımız gece ve orman teması aracılığıyla 45 imajda günün ağarmasını ve bunun getirdiği şüpheli ‘iyileşmeyi’ konu ediniyor. Gecenin de basbayağı bir locus solus olduğu düşünülecek olursa Yaşam Şaşmazer’in toprak bir höyükte parçalanmış halde ‘uyuyan’ (belki ölü) figürleri de gecenin tekinsizliğinden paylarını alıyorlar. Mariana Vassileva’nın üzerine ampulden ay ışığı düşen kara topraktaki karık izi de bize ‘bir yer olarak’ gece (ve de taşra) hakkında ‘sıkıntılı’ şeyler söylüyorlar: ‘Ölmek, uyumak- ola ki hiç rüya görmemek…’
Uykuyu ağaçlarla, tekinsiz ağaç gövdeleriyle birleştirmek ise belli ki sadece Gece Ağacı hikâyelerinin yazan Truman Capote’nin aklına gelmemiş. Şükriye Dikmen de Ali Emir Tapan da, Wes Craven’in Poltergeist filminde geceye, kabuslara ve ‘odaya dalan’ ağaca yüklediği anlamları paylaşıyorlar. Can Küçük’ün Sivri işi ise uykuya adadığı uzun ve sivri ‘stele’nin tepesine bir kolye, altındaki prize sivrisinek ilacı dolu bir hazne takarak uykunun düşselliğiyle fizikselliği arasında sembolik bir denge kuruyor. Volkan Aslan’ın uyuyan bedenin huzursuzluğunu üç ekrana böldüğü işi de aynı şeye işaret ediyor, varsayılan dengeyi sürekli bozmak, tartışmak yoluyla.
Uykuyu bir koza hali gibi (Ece Bal), saatler, metronomlar ve ses yükselticilerden oluşan bir aletler ve ritmler paneli olarak (Jarosław Kozłowski) ya da bir endişe ve yara hali gibi başlayıp bunun sağaltılması olarak hayal edenler de (Begüm Yamanlar) var. Mamafih bu ‘hayırlı’ döngüsellik bizi ille de mutlu sona taşımıyor. Uyanıp da uyku hakkında düşünenler de mevcut, ve onların da birer uyuyan/uyumayan olarak belli ölçüde komik, belli ölçüde ciddi ama ille de ‘uyanık’, ‘ayık’ gündemleri de var.
Uyanmak -uykunun dış’ı ve iç’i dikotomisinin en ucu; uyanmanın belli türleri var anladığımız kadarıyla, ve bunlardan biri de günbegün arkamızda bıraktığımız uyku mekânının dökümünü yapmak olabilir. İnci Furni’nin sabah kalktığında arkasında bıraktığı yatağı resmederek bir çeşit uyanma güncesi tutan desen iştahı gibi.
Pierrick Sorin ise aynı günceyi her sabah belli saatte yatak odasına kurduğu ev yapımı ‘uyandırma servisi’yle kurguluyor; Fluxus esprisinde bu işte Gogolvari bir ‘her sabah uyanmak mecburiyetinde olan’ karakteri her sabah kendini traji-komik bir öz-sınamaya tabi tutuyor ve biz de buna tanık oluyoruz.
Miladan Stilinoviç ise -duvarın henüz yıkıldığı yıllarda- yaptığı Tembelliğe Övgü işinde Jules La Forgue’un tembellik hakkı manifestosunu hatırlatır biçimde Doğu ve Batı bloku sanatçılarının uyanmamak, hatta yatağı temellük etmek dolayısıyla kazandıklarını ve bunların (yakın gelecekteki) akibeti üzerine savlar geliştiriyor. Aynı zamanda verimlilik, üretim vb. konularda da olan bu savlar, verimlilik ve üretim gibi kavramlar tamamiyle kapitalist çalışma lügatının malı olmadan önce onları son kez düşünmek gibi de.
Uykunun bir başka bir yaratığı olan Rüya’ya değinmek de daha çok Locus Solus sergisine düşmüş gibi. Eva Jospin’in Raymond Roussel’in sergiye adını veren kitabında konu ettiği karanlık mağaraların canlandırması gibi duran işi; Murat Akagündüz’ün benzer bir şeye pornografik denecek kadar yakından bakışı; Osman Dinç’in garip bir rüya nesnesini andıran işindeki mermer kütle ve koyun postu birlikteliğinin memento mori’si ya da Ahmet Doğu İpek’in seyredeni içine çeken evren tasımlaması.
Ya da Bülent Şangar’ın kademeli bir düşüş olarak kurguladığı fotoğraf işi ki, bizi gene başa, aynı uykuyu uyuyan cellatla kurban ilişkisine döndürüyor ve ‘eşitleyen’ uykunun uyanıklığının hiç de masum olmayan cehennemsi bir şey olduğu duygusuyla başbaşa bırakıyor.