Misafirlerin gelmeye yakın zamanlarda kilitli kapıları açılan odaları vardı evlerin. Sadece çocuklar değil, herkes yabancısıydı o odaların. Bu yüzden gelen misafir mutlaka birkaç kez oturduğu yerden kaldırılır ve “yerin rahat değil sanki” deyip onu odanın bazı köşelerinde dolaştırır dururdu büyükler. Çünkü kendileri de bilmiyordu odanın neresinin rahat olduğunu. Sanki bir misafirin aracılığıyla tanımaya çalışıyorlardı bu pek girmedikleri yeri.
Orada yanmakta olan sobanın en verimli oranda ısısını hangi köşeye verdiğini misafirin bedeni üzerinden anlamaya çalışırlardı. Sobanın kendisi de birlikte yaşadığı ev ahalisini ve her defasında değişen misafirleri pek tanımadığından kimin ısınmaya ne kadar ihtiyaç duyduğunu bilmiyordu haliyle.
Yere serilmiş halıların üzerindeki minderlere oturarak geçen bir ev yaşantısından sonra, misafirlerin gelmeye yakın zamanlarda açılan odada çocukların gördüğü koltuklar, bir lunaparkın henüz sabah saatlerinde çalıştırılmamış atlıkarıncaları gibi dururlardı. Evin çocuğunun misafir çocuğuyla coşmasının başka bir açıklaması var mıydı? Bilemedim.
Misafir sanki hep aç ve hiç doymayacak bir şeydi de. Evdeki her şeyin tamamının evle birlikte bir sininin üzerine konulabildiği zamanlardı. Vitrindeki porselen fincanlar yeni gelen misafir için yıkanırken tozlarından daha çok, bir önceki misafirin dudak izlerini kaybederdi.
Ve misafir ağırlamak kadar bir misafir olmanın da tuhaf tarafları vardı, çerçevenin askısıyla duvardaki çivinin arasında gerdirilmiş bir ipte duran büyütülmüş vesikalık bir fotoğraftaki bir adam, o haliyle sanki bakışlarını üzerimize eğmiş gibi dururdu. Fotoğrafçı ya da şair Metin Eloğlu’nun “resimci bey” diye çağırdığı adam, sanki o an fotoğrafını çektiği kişiye mimiklerinden çok, gözlerinin önemli olduğunu söylemişti. Ve biz de bizzat bunu duymuş kadar olurduk.
“Hazır kasabaya inmişken bir de resim çektirelim dedik”[1]
Nutuklarda kitaplarda öyle dedik,
Biraz efendi gibi durun;
Kurağı, sıtmayı, hasta öküzü
Bir an için unutun;
Karnınız tokmuş, sırtınız pekmiş gibi,
Şöyle güler yüzle bir resminizi çekelim;
Torunlarınıza yadigâr kalsın.
Gülün yahu,
Adamı sinirlendirmeyin!
Kusura kalma resimci bey,
Gülmesini bilmiyoruz ki…”
Biz misafirlere bakıp dururken, çocukların mihmandarlığını bakışlarıyla izleyen, hatta onlara gerektiğinde talimatlar verircesine bakan o yaşlı insanlar, gülmeyi bilmeyen o insanlar…
İpin kopacağını hiç düşündü mü fotoğraftakiler ya da asanlar? Acaba hiç düştü mü o fotoğraf? Düşerken gözlerini kapattı mı o adam?
Kolaj nedir?
Bunu o misafirliklerde tanıdık. Yaşlı ve artık ölü bir adamın büyütülmüş vesikalık fotoğrafının arka planında genç ve yaşamakta olan oğullarının (yaşamakta oldukları için) küçük fotoğraflarının dizildiği kolajlar. Bazı fotoğraflarda sanki önemli olan göz değil de kişinin kendisine ait olduğunu göstermesi gereken çok önemli bir eşyaymış gibi, mesela kolundaki saati, elini çenesinde tuttuğu pozdan görürdük. Orada geçireceğimiz zamanının sınırlı olduğunu anımsatan bir saat…
Sonra misafirlerimiz çoğaldı ve değiştiler. Onları evlerimizde değil, şehri Mardin’de ve özellikle teraslarımızda ağırlamaya başladık. Uçsuz ve bucaksızmış gibi görünen geniş bir ova manzarasında her şeyi tek bir karede görmelerine yol açtık. Artık misafirlerimizin üzerine eğilmiş bir bakışın olduğu bir fotoğraf yoktu, bilakis misafirlerimizin gözlerini üzerimizde hissettiğimiz birer fotoğraf konusu haline geldik.
Misafirlerimizle yapmayı sevdiğimiz en güzel şey, onlarla şehri dolaşmak oluyor çoğunlukla. Tıpkı misafirle “yabancısı” olduğumuz bir odayı dolaşmak gibi. Çünkü bu şehrin neresinde nesi var, hiç bilmiyoruz, sanırım biz koymadığımız için. Ve bilenler artık burada olamadıkları için.
Melih Cevdet Anday’ın olmak istediği misafir vardır bir şiirinde.
“Bir misafirliğe gitsem/ bana temiz bir yatak yapsalar/ her şeyi, adımı bile unutup/ uyusam…”[2]
Bizdeki şiir biraz başka türlü gelişti.
Gelenler, adlarını unutup uyumadılar o temiz yataklarda. Bunun yerine bizim adımızı unutup uyumayı tercih ettiler. Ya da hepimizi aynı adlarla çağırdılar.
Gümüş, badem şekeri, manzara, teras, içli köfte, abbara, çörek, şarap…
Bunu defalarca tekrarladığınız zaman sıralamayı şaşırmıyorsunuz!
Evet, bu misafir ve mihmandar döngüsünün içinde, artık yeni bir mekânın çok dilli anlamlarıyla, “Meyman-Mêvan-Misafir” adıyla açıldığı güne geleyim.
Öncülüğünü küratör ve sanat eleştirmeni Mahmut Wenda Koyuncu’nun yaptığı kolektif bir sanat mekânı olan Meyman, 19 Ekim’de 11 kadın sanatçının işlerini sergileyerek açılışını yapmış durumda. Küratörlüğünü akademisyen Nazlı Pektaş’ın, asistanlığını Yeşim Özkan’ın üstlendiği “Misafir” başlıklı sergide Neriman Polat, Rezzan Gümgüm, Pelda Aytaş, Roza Tulga, Zehra Tezdönen, Çınar Eslek, Raziye Kubat, Sevinç Subaşı, Fulya Çetin, Gülçin Aksoy ve Merve Çanakçı işleriyle yer aldılar.
Sergide bir işi yer alan Gülçin Aksoy, bu yılın ocak ayında hayatını kaybetmiş bir akademisyen ve sanatçıydı. Sanatçının ailesinden alınan izinle işine yer verilen bu sergi aynı zamanda bir arkadaşın ve sanat insanının vefayla anıldığı bir anlam da taşıyor.
Sanatçıların tamamının kumaş malzemeyle işler ürettikleri sergi, kumaşın geçmişten bugüne özellikle kadın belleğinde nasıl izler bıraktığını göstermeyi amaçlıyor.
Bir annenin misafirleri ağırlarken giydiği bir elbise olarak kumaş, bir sanatçının gittiği farklı ülkelerin önemli meydanlarını bir araya getirerek kişisel bir haritaya dönüştürdüğü kumaş, bir kadının bir köpekle bir divanda oturmuşken çekilmiş fotoğrafının nakış tekniğiyle tekrar üretildiği kumaş, beyaz güvercinlerle beraber barışın simgesinin beyaz bir tülbente karşılık geldiği kumaş, geceleri çocuklara anlatılmış bazı Kürtçe masalları ve manileri figürler ve yazılar üzerinden yeniden anlatmaya çalışan bir anlatıcı olarak kumaş, katledilen çocukların ve kadınların siyah hatta kara dünyasıyla karşımıza çıkan haliyle kumaş, tarihsel ve sınıfsal anlamlarıyla birlikte koltukların üzerine döşenen ve zaman içerisinde geçirdiği dönüşümleri bizlere ima eden kumaş, bedenin sınırlarının nasıl belirlendiğini kendisine sorular sorarak cevaplamaya çalışan kumaş sergide mora çalan bir dilin sözcükleri olarak duruyor.
“Neyi dokuduğunu ve neye dokunduğunu” sanırım bu dil üzerinden “misafirlerine” aktarmayı amaçlıyor.
Mardin’de sanat ve edebiyat faaliyetlerine yer verecek mekân, taştan yapılmış eski bir evin uzun süren restorasyon çalışmalarından sonra kapılarını açmış durumda.
Sanatın, edebiyatın, müziğin ve performansın çok seslilik ve çok renklilikle kendisine yer bularak faaliyetlerini gerçekleştirecekleri Meyman Sanat Evi’nin bu yolculuğunun uzun soluklu olmasını diliyor ve emeği geçen bütün arkadaşlarımı tebrik ediyorum.
[1] Metin Eloğlu, Nedircik Yavrusu, Yapı Kredi Yayınları, S.27
[2] Melih Cevdet Anday, Bütün Şiirler, Everest Yayınları, S. 37