Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Gündem

Hayatta yalnız serabı var sana olan sevgimin

Mişar Art kurucularından yazar Mehmet Mahsum Oral’dan Mardin Bienali’ne dair…

Fotoğraf: Cebrail Özmen

“İşin kötüsü bir şey olmak değil, her zaman o şey yerine konulmaktır.”[1]

Evet, çünkü her zaman “o şey” yerine konulmak, bizi tek bir hikâyeden ibaret kılıyor. Ve tek bir hikâyeden sayılmak, bizi “iyi niyetlerle örülmüş” bir hücreye kapatabilir.

Mardin ya da başka bir deyişle, manzara konusu olan mimarisiyle, dokusuyla, evleriyle, Mezopotamya ovasıyla, hanlarıyla ve sokaklarıyla Mardin, büyük bir ganimetin çok sonradan dikkatleri üzerine çekmiş tuhaf bir parçası muamelesi görüyor son zamanlarda.

Gümüş bir parça. Atın değil, yakut ve elmas da değil. Bir telkâri parçası. Diğerleri gibi ele geçirilirken ışımadığı için, yeni sahiplerinin, önceki sahiplerinin pek de iddialı olmaya çalışmadıkları bir günde kullandıklarını varsaydığı gümüş bir parça.

Velhasıl, taç değil, bir toka…

Bir şişe şarap. Ama deniz değil, dolasıyla liman da değil. Bir kilise ama Ayasofya değil.

Kentler hızlıca birbirine benzemeye, benzetilmeye başladıkça, kentler kent şekerine döndüler. Hani rengârenk, envaiçeşidinin olduğu, sadece esansından ötürü tatlarında hafif farklılıkların olduğu ama muhtevasının hep aynı maddeleri kapsadığı o malum şeker gibi.

Sonra ahali “Mardin badem şekeri” diye bir şeyle karşılaşınca ister istemez bu şekerin ağızda bıraktığı tat garipsendi ve sevildi. 

Zamanla hep aynı şeyi duymaya başladık, özellikle yerli turistler, Mardin’de çalışan rehberlere “bizi manzaraya götür” taleplerinden sonra “mümkünse insansız olsun” açıklamasını yapmalarına da gerek duyulmadı pek. Talep edilen şey tam olarak bir mekânın kafeye dönüşmüş terasına çıkıp geniş ovaya ve kentin görüntüsüne en yüksekten bakmak ve onu fotoğraflamaktı.

“Daha uzaklara” bakmak için “çok yükseğe çıkmanın” tutkusu öyle iştahlı bir tutku ki en tepede duran Mardin kalesine askeri bir alan olmasından ötürü çıkılmamakta ve bu durum gelen ahalide hep bir burukluğa neden olmaktadır. Belki balon turuyla bu derdin de dermanı bulunur, kim bilir. 

Gelenlerin bir kısmının, fellik fellik Süryani’yi değil şarabını aradıkları, bir kısmının da süslenmiş beyaz atların üstünde poz verdikleri, taş evlerinden çıkıp kahvehaneye okey oynamaya giden mahalle sakinlerine, sanki kapandıkları mağaradan yeni çıkan “Ashâb-ı Kehf-Yedi Uyurlar”ı görmüş kadar şaşırarak baktıkları, gümüş takı satan dükkanlarda uzun uzun pazarlıkların yapıldığı “büyülü” bir serüven Mardin.

Ayrıca benim de Süryani şarabı yapan Müslüman arkadaşlarım var.

Ve üstelik kül arkadaşlarım var.

“Taşlar âdeta dile gelmiştir” ama ne söyledikleri ve nasıl oldu da dile geldikleri hakkında kimsenin bir fikri yoktur.

İlginç bir şekilde ve sanırım hiç de ilginç olmayan bir şekilde bu hikâyenin herhangi bir yerinde insan yok.

Tıpkı Türkiye’deki televizyon kanalarının Anadolu köylerine yaptıkları seyahat programlarında sunucuların, kadınları hep ama hep hamur başında bulmaları ve o malum soruyu sormaları gibi.

“Şimdi siz bunu pişireceksiniz!” Değil mi?

Her neyse…

6. Mardin Bienali açılışından görüntü, Fotoğraf: Mehmet Çimen

Sonra şehre iki yılda bir gelen Bienal gelir. Küratör Prof. Dr. Ali Akay’ın, gözlüğünün zincirine nazar boncuklarını dizmiş, büyük olasılıkla PTT’den ya da tapu kadastro memurluğundan emekli olmuş, çıktığı gezi turunda tercih ettiği ancak “birtakım olayların” yaşandığını televizyonlardan bildikleri ve haklı olarak “endişelendikleri” o yer için, kendisinden uzakta yaşayan kızının veya oğlunun bu kaygılarını yatıştırmak maksadıyla, mistik şehirde kendi yaş grubundaki arkadaşlarıyla eğlendiği fotoğrafları bir bombardıman halinde yakınlarına gönderen bir hanımefendinin/beyefendinin refleksleriyle hareket ettiğini ve çıktığı bir terasta gördüğü geniş Mezopotamya ovasının manzarasını eline aldığı bir kamerayla çektiğini görmüş oluyoruz. Gizemli ve esrarengiz sözcüklerini duyarak elbette.

(Pierre-Félix Guattari abimizin “kaçış çizgileri”nden kastı böyle bir şey olabilir mi acaba?)

Bu büyülenme hali, yüksekten ovaya bakma meselesi, uzaklara dalıp gitme arzusu bütün yaş ve eğitim gruplarının temel bir fantezisi şeklinde güncelliğini koruyor. Uzaklara bakışı sağlayacak olan gözün hemen berisinde duran zihni yapı, onu şekillendirmiş eğitim biçimi, kültürel kodları, resmi tarih anlayışı, ötekiyle olan münasebet, bu münasebetin müktesebatı, bu müktesebatın ön kabulleri, uzağa gidecek olan bakışın “yakında duranın” üstünden mi, altından mı, sağından mı, solundan mı geçmesine karar verecek olmanın sorumluluk duygusu bu bienalin kırılgan sorularının başını çekiyordu, şayet sorulsaydı…

Neyse ki/ kurşun döktürmek için/ çağırır İstanbul seni/ bozsun diye üstündeki büyüyü!

Aslında gizemli şeyler de yok değil. Misal, turistlerin gittikleri sazlı, sözlü mekânlarda müzisyen arkadaşlar belli bir anda -ki bu anın kendisinin nasıl tayin edildiği şahsen benim için gizemli bir şeydir- bazen şarkı söyleyenlerden ve bazen de saz çalanlardan biri, kafasının üzerine koyduğu bir rakı bardağıyla sahneye çıkar ve Reyhani şarkısı müziği eşliğinde bir güvercinin yerden havalanıp uçuşunu resmeden şekilde masaların arasından geçerek oynamaya başlar. Ahali de bu performansı karşılıksız bırakmamak için kadehin içine bahşiş bırakır. Mekânda oturmuş ve eğlenmekte olanlarda hafifçe beliren “düşürür mü” kaygısı taşıyan bakışlar, o esnada saz çalmakta olan ekibi de etkisi altına alıyor olmalı ki eğlencenin gerginliği ve stresi tüm mekâna yayılır. Şarkı, bu minvalde bir tereddütle çalınadursun, kadehin düşmesine neden olmadan parayı gerekli özenle koymak da ayrı bir hassasiyet içeriyor. Acaba Mardin taştan değil de camdan mı olsaydı? Bu, benim için esrarengiz bir soru mesela. Bir de büyülü gerçekçi sorum da şu. Bir insan kaç gece güvercin gibi havalanmaya çalıştıkça gerçekten güvercin olup uçabilir? Belki de kadehi düşürdükten sonra… Kim bilir.

Edip Cansever’in Pesüs şiirinde “Kuru gözler, kuru şeyleri hiç göremezler” dizesi geçer.  Ve bu şiire bir ekleme yapılacaksa eğer, sulu gözlerin de tıpkı kuru gözler gibi sulu şeyleri hiç göremeyeceğine de değinmek gerekir. Çünkü “birtakım olayların yaşandığı ve adına bölge, coğrafya, doğu” denilen topraklarımıza gelen bu gözler ya hep kuru ya çok sulu olmak dışında bizlerle “makul bir ıslaklıkta” bir temas kurmanın beceriksizliğini yaşadılar çoğunlukla.

Belki bir dil, bir göz olarak gelmekten daha elzem olan bir şey vardı, kim bilir.

Mesela bir kulak. Evet, tam olarak bir kulak.

Bienalin bir göz olarak uzaklara bakışı ifade etmesi, Bienal sanatçısı Nil Yalter’in video çalışmasında bir düzine kadını “cehaletten kurtuluş kutlaması” düzenliyormuş gibi bir odaya koyup Türkçe okuma ve yazmayı yeni öğrenmiş olmalarının heyecanını bizzat “gözlerindeki ışıklardan” izleyiciye aktarması, kavramsal çerçevedeki birliktelik ruhunun “kulaksız” bir şey olduğunu gösteriyor.

(Nil Yalter, acaba Cemal Süreya’nın Onlar için minibüs şarkısı şiirini hiç okudu mu?)

Ancak bir kulak, gerekli zamanlarda nasıl oluyorsa bir şekilde bir yerden çıkarılıp “kişisel ihtiyacı” karşılayacak duruma da gelebiliyor.

Beyoğlu ve Kadıköy’ün bir taşra baskısına dönüşmüş olan açılış kokteyllerinde, antik şehrin muhtelif mekânları İran’daki ev partileriyle akraba görüntülere sahne olduğunda, gelenlerin “sadece” dans müziğini duyuyor olmaları “kulağın” bir organ olarak değil de bir aparat şeklinde taşınır bir şey olduğunu düşündürttü bana.

Birçok yazıda eleştiriler alan Bienalin, aynı zamanda pozitif etkiler yarattığını da göz ardı etmemek gerekir.

Bienalin enerjisinden istifade etmek, seyirciyi bağımsız sergilerine yönlendirmek maksadıyla birçok sanatçının bir araya gelerek bu süreçte açtıkları grup ve solo sergileri izlememize de olanak sunmuş oldu Mardin Bienali.

Cebrail Özmen’in, Rıdvan Aşar’ın, Bawer Doğanay’ın, Tehsîn Baravî’nin, Henar Daşğın’ın, Serhildan Ömer Durgin’in, Ahmet Arpa’nın, Robin Çoban’ın, Selim Akman’ın, Elif Yavuz’un, Roza Tulga’nın, Esengül Bozdağ Alan’ın, Ayhan Akikol’un çalışmaları hakkında düşünme imkânı sağlamış oldu bana.


“Hayatta yalnız serabı var sana olan sevgimin” başlığı, bestesi ve güftesi Cinuçen Tanrıkorur’a ait kürdilihicazkâr bir eserin isminden alınmıştır ve dinlerken yazılmıştır yazı.

[1] Elias Canetti, İnsanın Taşrası, çev. Ahmet Celal, Sel Yayınları, 2015.

İlginizi Çekebilir

Eleştiri

Bu yıl 6'ncısı düzenlenen Mardin Bienali’nin kavramsal çerçevesine eleştirel bir bakış ve bienalden izlenimler.

Duyurular

Argonotlar ekibi olarak baharın gelişini kutlamak için hazırladığımız sergiler ve etkinlikler seçkisi karşınızda!

Eleştiri

Nejbir Erkol’un Goethe-Institut Ankara, Galeri Vitrin’de sergilenen Bir Toprak Yaratmak adlı yerleştirmesi, bir kişisel mit yaratma hikâyesi

Eleştiri

Çimenin Vaadi temasıyla gerçekleşen 5. Mardin Bienali kitlesel göç hareketleri, totaliterleşmiş ulus devletler, şirketlerin yıkıcı küresel politikaları karşısında Mezopotamya toprakları içinde alternatifler arıyor.