Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Gündem /

Peki kültür sanat aktörleri ne diyor? 

İBB Başkanı İmamoğlu ve ekibinin tutuklanmasının üzerinden 100 gün geçti. Peki, uzun yıllardır alanda olan sanatçılar, küratörler ve sanat yazarları yaşananları nasıl değerlendiriyor? 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu ve ekibinin tutuklanmasının üzerinden 100 gün geçti. Tutuklamalara karşı eylemlerin yoğunluklu olarak devam ettiği Nisan başında Argonotlar olarak ayrımcılığın ve ifade özgürlüğü kısıtlamalarının hakim olduğu bir kültürel atmosferde bir yandan da sektörel kaygılarla boğuşmak zorunda olan sanat öğrencilerinin sorunlarını ve taleplerini bizzat onlardan dinlemiştik. Enflasyonun ve dolayısıyla sanat malzemesi, gıda, kira fiyatlarının artması, sektörel belirsizlikler, sanat öğrencilerinin sesini yükseltme biçimlerine de yansımıştı. Biz de, farklı okullardan ve disiplinlerden gelen öğrencilerin yaşadıkları sıkıntıları kendi ifadeleriyle dosyamızda aktarmıştık.

Şimdi bu soruları bir de uzun yıllarda alanda olan sanatçılara, küratörlere ve yazarlara ilettik. Bu sefer merceğimizi onların yaşanmışlıklarına, tanıklıklarına ve birikimlerine çevirdik. Gençlerle aynı atmosferde yaşayan ama olaylara deneyimlerinden ötürü farklı mesafelerden bakan bu isimler, tüm bu yaşananların sanata ve sanat sektörüne yansımasını nasıl değerlendiriyor?

Eda Yiğit

Seçme ve seçilme hakkı, ifade özgürlüğü gibi temel hakların ihlaliyle uyandığımız 19 Mart, hukuksuzluğa karşı bir tepkiye, geçim ve gelecek derdini de kapsayan bir toplumsal mücadeleye dönüştü. Toplumsal alana benzer biçimde, kültür sanat alanında da güç dinamiklerinin tarafları arasındaki keskin sınırları daha görünür hâle getirdi. Bir tarafta iktidarla ilişkisini sorunsuz sürdürmeye çalışan sermayeye bağlı kültür sanat kurumları var. Çoğunlukla sessizlikleriyle ya da tepki vermek mecburi hâle geldiğinde soyut, dolayımlı, yüzeysel ifadeleriyle karşılaşıyoruz. Diğer tarafta bağımsız alanda ise forumlar aracılığıyla politik bir dili kurmak, sanatın sermayeyle ve kent suçlarıyla ilişkisini sorunsallaştıran bir çerçeveyi oluşturmak, ifade özgürlüğü ve bağımsız düşünceden yana tutum geliştirmek için özneler ve yapılar çaba harcıyor.  

Bir kültür sanat üreticisi olarak sektöre, alana ya da kurumlara bakmaktan ziyade hemzemin olan “sahaya”, yani sokağa bakmayı daha anlamlı buluyorum. Üniversitelerde olanları, üniversitelerin sanat bölümlerindeki hareketliliği ve eylemleri takip ederek bağlar kurmayı önemsiyorum. Üniversitelerde akademik boykotu desteklemek, açık derslere ve forumlara katılmak, direnişin sanatsal araçlarla ilişkisini kurmaya yönelik katkı sağlamak, geçim sıkıntısı ve gelecek kaygısıyla sahanın yaratıcı özneleri olan gençlerle birlikte sorumluluk paylaşmanın yolları üzerine düşünüyorum. Bir aradalık kültüründen doğacak özgür ifade ve bağımsız düşünceyi savunan özerk bir alanı var etmeye yönelik adımlarda birleşmek… Böylesi zamanlarda sanatın bir ifade biçimi olmanın ötesine geçtiği, mücadele pratiklerinin doğrudan parçası olduğu fikriyle sokağın ihtiyaçlarına kulak kesilmek… 

Akademik ve ekonomik boykotun kültür sanat ayağında sansürcü kurumlar yerine bağımsız sanatçının yanında duran, endüstriyel sahneler yerine yerel sahneleri destekleyen bir tavır dile geliyor. Kültür sanat alanında bir özne olmanın ötesinde insani ve vicdani olarak bizi bir araya getiren taleplerle gerçek anlamıyla kamusal alanlara dönüşen üniversitelerde, adliye ya da hapishane kapılarında kucaklaşırken kapasitelerimiz ve yeteneklerimizi yeniden keşfettiğimiz varlıklara dönüşüyoruz. Bu yüzden toplumsal mücadeleler başka türlüsünü hayal edemediğimiz, kökten dönüştürücü, içinde gücümüzü yeniden keşfettiğimiz nitelikler taşıyor. Refleksleri açık, topluluklara karşı duyarlı ve ihtiyaçlar karşısında çevik olabileceğimiz yeni alanlar, temaslar ve karşılaşmalarla yol almanın daha kalıcı olacağı düşüncesindeyim.

Barış Acar

Ülkedeki hiçbir şey yeni değil; öncelikle bunun altını çizmem gerek bir sanat tarihçisi olarak. Bu sadece bir hükümet problemi değil. Hükümetin son 20 yılda yaptıklarını ya da son dönem gidişattaki rolünü indirgemeye çalışmıyorum; sağ olsunlar ülkeyi bu hâle getirmek için ellerinden geleni yaptılar ama bugün öğrenciler sokaktaysa öncelikle bunun tarihsel sebepleri var. 

‘97 öğrenci hareketlerini, yüzlerce yıl ceza istemiyle yargılanan öğrencileri düşünün. Paralı eğitime, eğitimde özelleştirmeye karşı mücadeleydi dertleri/derdimiz o dönemde. Bilimselliğin göz ardı edilmesi, anti-demokratik uygulamalar… O gün kaybettiğimiz mücadeleyle bugün ayaklar altında olan eğitim sistemi, özel okullar sarmalı ve üniversite yönetimlerindeki bitmek bilmeyen liyakatsizlikler arasında müthiş bağlar var. Tarihte kaybedenlerin savunduğu değerlerin ve kazananların doymak bilmeyen ihtiraslarının hesabını da yapmak zorundayız. Gerçekliğe dokunacak bir analize ancak böylece ulaşırız.

Sanat alanına gelirsek ben ayrımı başka bir yerden koymak isterim: Sanat “sektör”ünün durumu, refleksleri ya da gidişatı ile sanatın refleksini/ kimliğini birbirinden ayırmak gerekir önce. Sanat, kuruma da direnir. Sokaktaki direnişi bunun bir uzantısı olarak da okuyabiliriz. Dolayısıyla sanat içinde gelişmek zorunda kaldığı/ bırakıldığı “sektör”le bir ve aynı şey değildir. Sanat kurumları en iyi durumlarda bile, “norm”un temsili olmaktan kurtulamazlar. Sanatçı “norm”un dışındadır. Sanatın direnişin bir “form”u olması bundandır. Sokakta ansızın, bütün insanların ortak dili olarak karşımıza çıkması da bundandır. “Sanatın politikası” dediğimiz şey, yeri gelir politikacıların politikasından daha politik olur. Yaşadığımız örnek bana bunu gösteriyor en çok.

“Gezi” nostaljisi yapmak ya da oradan ilkeler devşirmeye çalışmak bize çok şey kazandırmaz. Her hareket/ isyan kendi dinamiklerini beraberinde getirir. Gezi’nin “Duran Adam”ı eli kolu bağlanmış bir toplumun “beden”e geri dönerek direnişi sil baştan oradan kurmasıysa, Pikachu da artık durup dikilmekten sıkılmış bir toplumun gerçekliğin yavanlığına katlanamayıp “avatar” formunda yeniden sokaklara fırlamasıdır.

Ekmel Ertan

Türkiye’nin baba tokadı yiye yiye çarpılmış demokrasisi, her şeye rağmen geç kalmış ergenliğinin en zor, en kötü dönemini yaşıyorken toplumun büyük kesimi, belki de ilk defa temel insan hakları talepleri için mücadele etmeye başladı. Bir kesimi ya da farklı dönemlerde farklı kesimleri, yıllardır bu mücadeleyi zaten veriyordu. Bu kez toplum yokluk ve yoksunlukta eşitlendi. Özgürlüklerin, hakkın, hukukun, adaletin yokluğu; yoksunluk. Demokrasi ihtimali adına iyi bir şey varsa, o da belki  bugüne kadar ötekileştirdiklerimizin aynasında kendimizi görmeye başlamak olabilir.

Sanat gündelik hayattan, sokaktan; canlı cansız varlıklardan, taşın, ağacın, hayvanın (ve bir türevi olarak) insanın başına gelenlerden söz eder. Söz etmek tavır almaktır. Söz, formu ne olursa olsun politiktir. Çığlık, sözcük, cümle, metin, müzik, resim, heykel, yerleştirme politiktir. Sanat politiktir; sanatçı da, sanat kurumları da. “Apolitik” (de) politiktir!

Baskının artması antagonizmaları açığa çıkarıyor. Sanatçılarla, devletin ve sermayenin sanat kurumları arasındaki çözümsüz çelişkiler, birdenbire görünür oluyor.  Zira bir taraf doğası gereği baskıya karşı çıkarken, öteki taraf (çelişkili görünen ama aslında pek de çelişki taşımayan, hatta bu çelişkiden beslenen) doğası gereği sessizliği ile baskıya ve baskı iklimine destek veriyor. 

Hani bazı durumlar vardır; söylenmeyen şeylerle (söylenen) yalanlar arasındaki fark pratik olarak ortadan kalkmıştır. Kahraman yalan söylememiştir, sadece “söylememiştir”, ahlaki bir çelişki yaşamaz(!) ama mağdur tokadı yemiştir. İşte mağdur o tokadı yiyinceye kadar uzlaşmaz çelişki görünmezdir, tokatla birlikte ortaya çıkar. Çünkü olası olan olmuş, tehdit gerçeğe dönüşmüş, antagonizmayı örten “orantısız rıza” bir taraf için anlamını kaybetmiştir. Rıza ikliminin sakladıkları ortaya dökülür, açığa çıkar… Bu açığa çıkma hâli Türkiye sanat ortamında da uzunca bir süredir çeşitli vakalar üzerinden yaşanmakta.

“Hak, hukuk, adalet” talebiyle ayağa kalkan halk, sokaklara dökülen gençlik, haklı talepleri yüzünden cezalandırılan bireyler, şiddetlenerek süren baskı ve hukuksuzluk karşısında sanatçı ve bağımsız sanat kurumları tavır alıyor. Bunlarda biri olarak boykot, sanat alanında da pekâlâ güçlü ve gerekli bir politik araçtır.

Murat Germen

Şu sıralar olan bitene şaşacak bir şey yok, belli bir süredir devam eden stratejinin giderek sertleşen devamı olarak görmek gerekir. Hedefler ve hedef gösterilenlerin yelpazesi genişliyor ve değişiyor ama buyurgan tavır hiç değişmiyor.

Sanat ortamı yara aldı mı? Sanat ortamı zaten yaralı, hem de ağır yaralı; özellikle de hayatını bağımsız ve özgür bir şekilde sürdürmek isteyen sanatçılar için. Gündelik yaşamının mutat bileşeni biat kültürü uzundur sanat ortamını da teslim almış hâlde. Olabildiğince özerk bir yaklaşımla ilerlemek için çaba sarf edenlerin çeşitli kara listelere alınması söz konusu olabiliyor. Siyasi erk gözaltına alabilirken kültür-sanat erki gözardı edebiliyor.

Peki bunu niye gündeme getiriyorum? Zaten pek az sayıda insanız; yakın zamanlarda yaşadıklarımız olsun ya da olmasın, birbirimize karşı dışlayıcı, kulüpçü tavırları sürdürmek alanın daha da küçülmesine yol açar. Alan küçülünce üretilen işlerin yelpazesi daralır, sadece belli tür sanatlar prim yapacağı için çoğulcu ifadeyi kaybederiz. Sanat yapısı itibariyle kapsayıcı olmalı, dışlayıcı değil. 

Sanatçı kırılgan bir profildir, dünyayı yöneten aklın despotik kurallarını sindiremez; sanatçıya moda/rating/hiyerarşi/marka/strateji gibi dışsal normlar dayatırsanız sanatçı memura dönüşür. Memuriyet insanı donuklaştırır, çevresine ve çevresindekilere karşı duyarsızlaştırır, omuzlar aşağıya doğru sarkar ve dik duruşunuzu yitirirsiniz.

Son olarak, unutmamak gerekir ki, insanın kendisine dair içsel algısı ile toplumun dışsal algısı her zaman örtüşmeyebiliyor. Siz ne kadar çabalarsanız çabalayın, çeşitli yol ayrımlarında akıbetini düşünmeden aceleyle ve özensizce seçtiğiniz yoldan dolayı insanlar sizi belli bir yere koyabilirler. Bu yüzden seçtiğiniz yola çok dikkat etmek, bu yolu seçmeden ince eleyip sık dokumak, uzun vadeli düşünmek gerekir.

Ezgi Bakçay

Bu deli gömleğini yırtacak “bizi” nasıl yaratacağız? Ortak bir dil, duygulanım ve imgelemle olası en geniş cepheyi nasıl kuracağız? Bizden nasıl bir çokluk çıkacak? Bana öyle geliyor ki bu sorulara cevap aramak, şimdiye kadar kurduğumuz ve şu an kurulmakta olan bağımsız toplulukları büyütmek, güçlendirmek, bu topluluklar arası iletişimi sıkılaştırmak, olumlamaya dönük, dirençliliği arttıracak eylem biçimleriyle çoğalmak anlamına geliyor.

Belki de şimdi derinden çalkalanan gerçekliği müstakbel bir özgürlük sahnesinin açılışı olarak duymanın tam zamanı. Değerli olan her şeyin geri dönüşsüz biçimde yitmek üzere olduğu bir dünyada sadece dehşet ve acıyla değil ama hayret ve hassasiyetle buluşmalıyız. Dünyayla kurduğumuz duyusal ilişkiyi bütünüyle değiştirecek hakiki bir karşılaşma yeni bir kolektif öznelliğin oluşmasına meydan verecek tek olaydır. Bu karşılaşmada verili kimliklerimiz, bildiklerimiz ve sahip olduklarımız üzerinden değil ortak eksiklerimiz, kayıplarımız ve kırılganlıklarımız etrafında birleşebilme ihtimalini bulabiliriz. Bu yolda sanatın hayatla kurduğu ilişkiden öğrenecek çok şey olduğuna hala inanıyorum.

Tam da bu yüzden direniş sözcüğünü sevmiyorum. Bana kalırsa baskıya mukavemet göstermek ve iktidarla karşılıklılık ilişkisi içinde olmak yerine kendi yollarını açan, biçimini bulan, dilini üreten yaratıcı eylem özgürleştirici anlamıyla estetik ve politiktir.   

Bu düşüncelerle Karşı Sanat’ı Mayıs 2025’ten itibaren öğrencilere açtık. Mekanımız açık atölyeler, sergiler, performans ve seminerle sanat alanı ve üniversiteler arasındaki bağı güçlendirecek etkinliklere ev sahipliği yapmaya başladı. Kısa süre içinde bu ortaklık Çeper Kolektif’i doğurdu. Çeper’in ilk sergisi “Çentik” 1-15 Haziran tarihleri içinde Karşı’da gerçekleşti. Çoğunluğu güzel sanatlar fakültesi öğrencilerinden oluşan Çeper benzeri cesur başlangıçların Türkiye kültür sanat alanında ifade özgürlüğünün ve dayanışmanın güçlenmesine katkısı olacağına inanıyorum. “Gezici abiler, ablalar” olduğumuz “şimdi”de, gençlerden öğrenmeye, onları desteklemeye ve yeni bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu fark etmeye ihtiyacımız var.

Köken Ergun

Güncel sanat yaşlandı. Avantgard üretme kabiliyetini kaybetti. Sanat kurumları da devletleşti, şirketleşti. Ürkekleşti. Bunların hangisi önce oldu, hangisi hangisini nasıl tetikledi emin değilim. Ama özellikle bu süreçte hepimiz şundan emin olduk: Sanat kurumları asıl bileşenleri olan sanatçıları ve katılımcıları (ya da seyircileri) arka plana atıp mali destekçileriyle daha yakın ilişkiler geliştirmişler ve onlara bağımlı hâle gelmişler. İpucu: İstanbul Bienali’ne kayyum atanınca sanatçılar hemen tepki verdi ama bienal kılını kıpırdatmadı. Forumlarda “sponsorlara gideceğiz” deyince hemen geri adım attılar! 

Kurumlar ekoloji ya da cinsiyet eşitliği gibi konularda programlar yaptıkları gibi bu süreçte demokratikleşmeyle ilgili programlar yapabilirlerdi. Anti-demokratik sistemin bir parçası hâline geldikleri için yapamıyorlar. Türkiye’de 19 Mart darbesine ve halkın (yani kendi hedef kitlelerinin ve sanatçılarının) demokratikleşme taleplerine sessiz kalan tüm kurumlar, geçmişte kendilerine en iyi katkıları vermiş, onları bu hâle getirmiş olan sanatçıları (ve seyircileri) eninde sonunda kaybedecekler. En iyi hâliyle, vasat kurumlar olarak hayatlarına devam ederler. Ya da, İsrail’in Gazze’de yaptıklarına sessiz kalan, seslerini çıkaran sanatçıları da dışlayan Almanya’daki (çoğu devlet destekli) sanat kurumları, geçmişte kendilerini “iyileştirmiş” olan bu sanatçılar tarafından yavaş yavaş terk edilecek ve Almanya muhtemelen yakın bir zamanda kültürel bir çöle dönüşecek. 

Nisan ayında gerçekleştirilen eylemlerden, Fotoğraf: Köken Ergun

Aslında şu anda yeni oluşumlar ve kurumlar yaratmak için ideal bir ortam var. Türkiye’deki sanatçı örgütlenmeleri ümit veriyor ve dünyadaki birçok ülkeden daha ilerideler. Yeni kurumlar ise bağımsız olmanın ve kalmanın bir yöntemini bulmalı, belki de devletler gibi anayasaları da olmalı. Kadroları, destekçileri (ve onların politikaları) değişse bile değişmeyecek prensipler, kurallar, özgürlükler… Salt, 19 Mart darbesi öncesinde benden bir konuşmaya katılmamı istemişti. Ben tam onlara, “Bu süreçte kurum olarak sessiz kaldınız, o yüzden konuşmadan çekilmeyi düşünüyorum” diyecekken, kendileri ertelediler… Bu daha böyle ne kadar devam edebilir? 

Burak Delier 

Sanat ortamında tıpkı CHP’deki gibi bir dönüşüme ihtiyaç var, olağan politikadan olağanüstü hâl politikasına geçiş gerekli. Özgür Özel, Şişli “eylemi”nde “miting yapmıyoruz biz, eylem yapıyoruz, eylem!” diyordu. Sanat dünyasından da buna uygun bir kültür politikası beklenir. Bununla politika yerine geçmeye çalışan ve bu şekilde ne sanatsal ne de politik bir etki yapabilen gösteri hazzını tatmin etmeye teşne veya salt jestüel, temsilî düzeye oynayan “politik” ya da “aktivist” denen tavırdan bahsetmediğimi en kalınından fontlarla belirteyim. Kastım sanat bilgisinin etkinleştiricisi olan sanat ortamının kamusal ve toplumsal bir aktör hâline gelmesi; toplumun kendini anlayacağı ve erkleneceği bilgi ve duygu kaynaklarını sunması ve geliştirmesi, yapabilirlikleri arttırması.

Aslında beklendik olan sanatın önden gidip CHP gibi köhnemiş kurumların arkadan gelmesiydi ama ortamın geçtiğimiz 10 yıldaki acıklı durumu bizi buraya getirdi. Birçok yapısal sorunla malûl sanat ortamımızın toparlanması mümkün mü emin değilim; Türkiye sanat tarihinde sanatın sosyal etkileşimini arttırdığı, toplumu sezdiği, derinden bir ilişki kurduğu, cevap verdiği-aldığı, kışkırttığı, sürüklediği kendine-güvenli momentler oldukça az. 

Geçtiğimiz 10 yıl özellikle sanat ortamının tutukluğu açısından çarpıcı; kurum sergi ve programlarını geriye doğru tarayan biri (tekil örnekler haricinde) Türkiye’de ekonominin, hukukun çok iyi işlediğini; üniversitelerde kimsenin KHK ile işinden olmadığını, üç milyonu aşkın Suriyeli, Afgan, Özbek, Afrikalı ve diğer milletlerden mülteci ve göçmenin ülkemizde yaşamadığını; fabrika, merdiven altı atölye, ofis gibi mekânların güzel ülkemizde bulunmadığını; tezgâhtarlık, moto-kuryelik gibi genç, öğrenci-yoksulluğunu hissedebileceğimiz mesleklerin, iş cinayetleri diye bir gündem maddesinin, enflasyon, güvencesizlik gibi sorunların olmadığını düşünür. 

Sanıyorum ne yapılmadığını söyleyerek ne yapılması gerektiğini de söylemiş oldum. Önümüzde örnekler de var: Kültürhane, Gazhane, Postane. Elbette sanat mekânlarından bu tipte bir toplumsallaşma performansı beklemek doğru değil ama ilham alınacak örnekler olarak orada duruyorlar. Bunun yanında kentle ilişkinin kurulması açısından İstanbul bienalleri külliyatını anmak gerekiyor. Sanat ya kendi OHAL’ini ilan ederek 19 Mart’ta doğumunu canlı olarak izlediğimiz “gelmekte olan halk”a geri-bildirimler sunan ilgili bir aktör hâline gelecek ya da geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi sinizmini kibriyle sakladığını sanarak -yine- hükümsüzlüğünü ilan edecek.

Amira Akbıyıkoğlu

Küratörüm. Ancak ondan önce feminist bir kadın, bir kızkardeş; genel olarak sanat, özel olarak kurum dünyasına sadık bir muhalefet; öznesi olmadığım türlü hak mücadelesinde ise bir müttefik olarak yaşamaya çalışıyorum. Öznelerden öğreniyorum. Kendime her gün şu soruyu sormanın gerekli olduğuna inanıyorum: “Sen üzerine düşeni yapıyor musun?”  Bu soru bana değil, Audre Lorde’a ait. Benim bu soruyu çaldığım Sessizliğin Dile ve Eyleme Dönüşümü yazısını 5harfliler sitesinde okuyabilirsiniz. Bu soruyu her gün kendimize sormakla da kalmayalım; ailemize, arkadaşlarımıza, kurumumuza, ofistekilere hatırlatalım. Hatırlatalım ki, bu soruyu kendilerine yöneltmeyi unutmasınlar; unutmalarına imkân tanımayalım. Görevimiz oyun bozmak; oyunbozan feministler (killjoy feminists) olmak. Dışarıdaki mücadele çetin, öznesi olduğumuz farklı ortamların içerisindeki mücadele daha da çetin. Susanlara, sessizliğin imtiyazlarla ilgili olduğunu hatırlatalım. Duymuyorlar mı? Tekrar hatırlatalım. Mütemadiyen. Pes etmeden. 

Nazım Dikbaş 

Argonotlar’ın bana ilettiği kısa metinde böyle geçtiği için şuradan başlamak isterim: Sanat bir sektör değildir. Sanatı sırf bir sektör, bir endüstri ya da bir alışveriş alanı olarak gördüğümüzde zaten ilk geri adımı atmış oluyoruz. Sanat ve “sanat sektörü”, lafın gelişi de olsa eşitlenmemeli. Sanat; bilim ve felsefe gibi ana yaratıcılık alanlarından, bilginin üretildiği alanlardan biri, ekonomik alışverişe indirgenemez. 

Peki son dönemle birlikte sanatın rolünü nasıl düşünebiliriz? Ülkemizde son dönemde büyüyen direnişin ana meselelerine bakalım: Düzenin giderek daha da boğucu hâle getirdiği bir geleceksizlik, 10 yıllardır görülmemiş, yaygın bir yoksulluk ve temel anayasal hakların bile kolayca ihlal edilebildiği, hukukun üstünlüğünün bir kenara atıldığı bir baskı ortamı. Eğer bu direnişi başlatan, bardağı taşıran damla seçilmiş İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu‘nun tutuklanması idiyse, bu direnişe ruhunu veren de İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin Beyazıt’ta polis barikatını aşması oldu. Belli kesimler, ki öğrenciler bunlar arasında öne çıkıyor, yukarıdaki üç ana meseleyi en yakıcı biçimde hissedenler. 

Bu öğrencilerin çoğu, okurken aynı zamanda en düşük ücretlerle çalışmak zorunda. Yine bir diğer kesim; emekliler, yoksulluk sınırında yaşamaya mahkûm edilmiş durumda, işçiler büyük oranda sendikasızlığa, sarı sendikalara mahkûm. Öğrencilerin gözaltılara, işkenceye, eğitim hayatlarının bitirilmesi tehdidine rağmen hâlâ kararlılıkla eyleme devam etmesi, direnmesi bu cendereden çıkmak için. En yaratıcı olabilecekleri dönemde kendilerini ifade edebilecek özgürlük ortamını bulamayan, bizim de bu mülakatta meselemiz olan kültürle, sanatla büyük oranda maddi sebeplerle içten ve doğrudan etkileşime giremeyen liseli, üniversiteli öğrenciler, şu anda yaratıcılıklarını isyanlarında gösteriyor. 

Sanat ortamının bu özgürlük talebinin taşıyıcısı olması, bu eyleme emek vermesi gerekiyor, nitekim çok kıymetli çabalar var. Bu yeni eylemlilik hâli karşısında sanat dünyasına yapışmış, piyasa tanrılarının hâkimiyetinden memnun, doğa ve kent suçlarına ortak, çıkarından ötesini düşünmeyen asalaklar elbette kaygılıdır. Bizim arzumuz sanat dünyasının daha geniş kitlelerle, özgür düşünce ve yaratıcılık aracılığıyla toplumsal barış içerisinde bir ortak yaşamda buluşabildiği yeni şeklini bulmasıdır. Eylemimiz, emeğimiz bu yöndedir.

İlginizi Çekebilir

Gündem

Güncel sanatın olanaklarını her geçen gün arttıran Mardin, Bor Sanat ve Exit Kolektif işbirliğinde bu yıl son konuk sanatçı programına ev sahipliği yaptı. Kenti;...

Söyleşi

İklim krizine dair imgeler, simülasyonlar ve sessiz seyirciler… Arkas Sanat Alaçatı’daki “Sahnelenmiş” sergisinin küratörü Billur Tansel ile serginin çıkış noktasını, eserlerin ardındaki düşünsel katmanları...

Eleştiri

Mağara resimlerinden Rönesans’a, modernist heykellerden günümüz sanatına at üzerinde bir yolculuğa çıkıyoruz.

Kütüphane

17 Ağustos'a kadar Pera Müzesi'nde görülebilecek olan "Marcel Dzama: Ay Işığıyla Dans - Arkadaşı Raymond Pettibon’dan küçük bir yardımla" sergisinin katalog metni Argonotlar Kütüphanesinde.