Queer Sanat

Queer festival deneyimi: Baki Koşar Kültür ve Sanat Festivali

Türkiye’deki ender queer sanat festivallerinden Baki Koşar Kültür ve Sanat Festivali’nin hikayesini Erdem Gürsu kaleme aldı.

Lubunya Gazinosu, Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği arşivi

Yaşadığımız dönemde aktivizmin artık çok fazla araca sahip olduğunu düşünüyorum. Örneğin internet ve sosyal medya, ya da kültür ve sanat çalışmaları, reklam ve tanıtımlar gibi… Bunlara karşı fazla tepkili olmadan ama aynı zamanda hem yapılan aktivizmin biçimine hem de içerisinde bulunulan kültüre ve değerlere göre yorumlanıp harmanlanmasının olumlu yönde bir etki yaratabileceğine inanıyorum.

Biz de Siyah Pembe Üçgen Derneği’ni kurarken bu yönde bir görüş üzerinden ilerledik ekip olarak. Hatta kuruluşumuzu nefret suçları alanında dikkat çekmek için yaptığımız bir dizi kültür ve sanat etkinliğiyle duyurduk. Tarih 2009 yılının Şubat ayıydı. Nefret söylemi, nefret suçları yeni yeni konuşulmaya başlanmıştı. Biz de dernek olarak bu konuları sadece LGBTİ+’lar açısından değil, çok boyutlu olarak tartışmak istedik. Bu şekilde ileriki yıllarda gelenekselleşecek olan nefret suçları haftası yolculuğumuz başlamış oldu.

Haftaya kendisi de bir nefret cinayeti sonucu yaşamını yitirmiş olan gazeteci Baki Koşar’ın adını vermiştik. Baki Koşar mesleğinde yaptığı haksızlık ve yolsuzlukla mücadeleye dair ya da kültürel ve tarihi miraslarımıza ilişkin farkındalık sağlayan haberleriyle hem yazılı hem de görsel medyada başarılı bir gazeteci ve haberciydi. Edebiyatla da yakından ilişkisi vardı, aynı zamanda bir yazardı. Tüm bunların yanı sıra eşcinsel kimliğiyle de barışık ve bu kimliğini onurla taşıyan biriydi. Hayatı bir nefret cinayeti sonucu son bulmuş olan bu kişinin davası da ilerleyen dönemde yıllarca devam edecekti. Bu nedenle de bizim nefret suçlarını neden gündeme taşımak istediğimizi insanlara anlatabilecek bir isimdi.

Festival ve sergi afişleri, Siyah Pembe Üçgen Derneği arşivi

Bu noktada aslında biraz daha geriye gidip ilk etkinliğe nasıl karar verildiğine ve hangi süreçlerden geçildiğine değinmek istiyorum. Haftanın isim önerisi ve nefret suçları kavramını toplumsal olarak tartışmaya açma fikri toplantılar sırasında Salih’ten (Canova) gelmişti. Burada bir parantez açmak istiyorum, tüm bu hikâyeyi anlatırken arka planda akan zamanı, isimleri ve mekanları anmamak olmaz. O nedenle de aslına bakarsanız tüm bu süreçleri bir sözlü tarih çalışması gibi anlatmak istiyorum. Hem belki de böylece benzer işleri yapmak isteyenler için de bir deneyim paylaşımı olur.

Neyse, kaldığımız yerden devam edecek olursak, o bahsettiğim toplantıdaki diğer arkadaşlar olarak hepimiz de benzer bir düşünceye sahip olduğumuzdan bu fikri hemen benimsedik ve çalışmalara başladık. O zaman LGBTİ+ hak savunuculuğu yapan örgütler arasında Homofobi Karşıtı Buluşma, İstanbul Onur Haftası gibi organizasyonlar vardı. Bizim için de onların içerik ve tarzları yol gösterici oldu tabii ki. Ama dediğim gibi biz biraz daha farklı bir alanı açmak istedik ve bu nedenle nefret suçları kavramının haftanın ana teması olarak kalması konusunda fikir birliğine vardık. Sıfırdan bir şey organize etmenin yaratıcı ve eğlenceli yönünün yanı sıra üstlenilen işin sorumluluğunun getirdiği ciddiyeti de aynı anda ilk o zaman deneyimlemeye başlamış olduk. Bize o süreçte yardım edenlerden biri de sevgili Baki Koşar’ın yakın arkadaşlarından Reyhan Yıldız oldu. Bize gerçekten çok yardımı dokundu, medya sektöründen bir kişi olduğu için film gösterimlerinden konuşmacı olarak ağırlamak istediğimiz isimlere kadar aklımızda ne varsa hep ona danıştık. Sadece ilk yılın organizasyonu için değil ilerleyen yıllarda da uygun olduğu her an bize hazırlık süreçlerinde hep destek verdi.

“Baki Koşar Nefret Suçları ile Mücadele Haftası”nın ilk yılı hafta içi yapılan film gösterimleri ve hafta sonu yapılan hukuk ve medya oturumlarıyla geçti. Aslında bu etkinliğin başlangıcının bizim için başka bir önemi daha vardı, bu aynı zamanda bizim derneğimizin resmi olarak kuruluşunu duyurduğumuz tarihti. 20 Şubat 2009 tarihinde Siyah Pembe Üçgen ismiyle İzmir’in ilk LGBTİ+ derneğini kurucu 7 üyeyle birlikte kurduk ve kurulduğumuzu ilgili resmi makamlara bildirmiştik. Ardından da hemen ertesi gün basın duyurusuyla hem haftayı hem de derneğimizin kuruluşunu kamuoyuna duyurmuş olduk.

İlk yılki oturumlarda birbirinden değerli isimleri konuşma yapması için konuk ettik, Tuğrul Eryılmaz da bizi kırmayıp bir oturumumuzun moderasyonunu yapmıştı. Benim için ilk yılımızda onun da aramızda yer alması oldukça mutluluk vericiydi. Aynı yıl ilk defa “Baki Koşar Nefret Suçları ile Mücadele Ödülleri”ni de vermeye başladık. İlk yılın ödül tasarımı Tuğçe Yücetürk’e aitti, bu ilk ödülü ise Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği almıştı. Sonraki yıllarda tasarımını Tuğçe’nin yanı sıra Ali Özsan, Cüneyt Cansever gibi sanatçıların da yaptığı ödüller birçok kişi ve kuruma verildi. Aslında bu ödüllerle toplumu nefret suçlarıyla mücadele etme konusunda yüreklendirmeye ve zor şartlar altında yürekli işler yapanların da mücadelelerinin bir nevi karşılıksız kalmadığını göstermeye çalışıyorduk.

Gelenekselleştirmeye çalıştığımız sadece bu değildi, evet bu organizasyonu yapmamızda bizi bir araya getiren ana temamız ayrımcılık ve nefret suçlarıydı ama biz her yıl farklı bir alt başlıkla bunu daha özelde de tartışabileceğimiz bir temada buluşturmaya çalışıyorduk. İlk yıl “Hukuk ve Medya Açısından Nefret Suçları” olarak belirlediğimiz tema, sonrasında ise “Ayrımcı Tutum ve Zihniyetin Teşhiri”, “Özgürlük Korkusu ve İktidar”, “Dil”, “Ana Akıma Kapılmamak”, “Kontrol”, “Çokluk”, “Ses” ve “Performans” başlıklarıyla devam ederek her yıl farklı bir yönden ayrımcılık ve nefreti tartışmaya açmış olduk.

Şahsen ben haftanın temayla ilgili tüm etkinliklerinin yanı sıra her yıl yapılan tema forumlarını da dinlemeyi iple çekiyordum. Bir de uzun yıllar aynı hafta içerisinde ayrımcılık ve nefret suçlarına karşı sokakta yürüyüşler de gerçekleştirdik. Hafta aynı zamanda birçok farklı başka etkinliği de doğurmuş oldu yıllar içerisinde. Örneğin önceleri hafta kapsamında birkaç gün ya da oturum ayırdığımız feminist buluşmalar ya da queer pedagoji etkinlikleri sonraki yıllarda derneğin yapmış olduğu ayrı organizasyonlara dönüştü.

Biz haftanın içeriğini tasarlarken hep kültür ve sanatın dilinden yararlanmayı çok sevdik ve de çok istedik. Yıllar zaman içerisinde bu bakış açısı haftayı büyüttü ve bir festivale dönüştürdü. 2015 senesine geldiğimizde artık haftayı “Baki Koşar Kültür ve Sanat Festivali” adıyla gerçekleştirmeye karar verdik. Bana sorarsanız en baştan beri olması gereken buydu. Çünkü en başta da bahsettiğim gibi insan hakları savunuculuğu yaparken kendi içinize kapanıp kalmamak ve daha geniş kesimlere ulaşabilmek için ve de ‘nefret’, ‘ayrımcılık’ gibi olumsuz çağrışımları yüksek olan şeyleri tekrar tekrar kullanmak yerine insanlara biraz da umut ve çıkış yolu gösterebilmek adına daha ‘karnavalesk’ bir tarz benimseyerek sanatı mücadelenin dili olarak yeniden yorumlayabilmeye çalıştık. Bence bu oldukça yerinde bir seçim oldu ve daha fazla başarı sağlamamıza yaradı.

Bahsettiğim gibi sanatın dilinden yararlanmak bizim en başından beri felsefimiz olmuştu. Bu kapsamda elbette sergilerin yeri oldukça büyük. İkinci yılımızda Serpil Odabaşı’nın Kat(i)l-i Mübah sergisiyle başlayan serüvenimiz ilerleyen yıllarda Elizabeth Olson Wallen’ın In Hate We Trust sergisi, Danelle Levitt’in fotoğraf sergisi ve Nilbar Güreş’in Queer Arzu Yabandır isimli sergilerle devam etti. Ah, bu arada, hazırlık ekibimizden yıllar içerisinde bir karşı sanat kolektifi de doğdu. İsmi “Kara Pembe Karşı Sanat Kolektifi”; onu da unutmadan ekleyeyim. Kolektif, Ana Nefret Bülteni ve Devrim Benim Çiçekli Gömleğimdir isimli iki ayrı sergi yaptı bu yıllar içerisinde. Özellikle de bu son sözünü ettiğim sergiyi aynı yıl trafik kazasında hayatını yitiren aktivist arkadaşlarımız için yapmıştık. Büyük ve uğraştırıcı bir işti ama diğer taraftan tasarımıyla, sunuşuyla, kataloğuyla bir o kadar gönülden gelerek yapılmış ve duygu dolu bir işti. Çok zorlandık bazı noktalarda ama o ne emek ve sinerjiydi, hala düşündükçe tüylerim diken diken oluyor. Bu konuda Kara Pembe Karşı Sanat Kolektifi’ndeki arkadaşlarımı cidden yürekten kutlamak istiyorum.

80’lerde Lubunya Olmak oyunundan, Siyah Pembe Üçgen arşivi

Bir diğer önem verdiğimiz husus da tiyatro oyunlarıydı. Bu alanda da birçok işe ev sahipliği yapmış olduk. İlk olarak 2010 yılında Oyun Deposu’nun Çirkin İnsan Yavrusu isimli tiyatro oyununu ağırladık, sonrasında Ali ile Ramazan, Tevafuk, Apaçi Gızlar, Ben Feuerbach gibi oyunlar da organizasyon kapsamında İzmirli seyirciyle buluştu. Berk İnan Berkant’ın Ben Senin Bildiğin Erkeklerden Değilim ve Esmeray’ın Kestirmeden Hikayeler isimli tek kişilik oyunları ve derneğimizin sözlü tarih çalışmalarından esinlenerek oyunlaştırılan 80’lerde Lubunya Olmak ve 90’larda Lubunya Olmak isimli iki oyun da oldukça ses getirmişti. Çoğu oyunda seyirciler salonlardan dolup taştı. Bazı oyunlarda salonlar küçük geldiği için bir kısım izleyiciyi istemeyerek de olsa başka çare kalmadığı için geri çevirmek zorunda bile kalmıştık. Hatta en son Füsun Demirel’in Aşk Dersleri isimli oyununda mesela İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin festival için tahsis ettiği İsmet İnönü Kültür ve Sanat Merkezi’nin 1000 kişilik salonu tam kapasite dolmuştu, yüzlerce insanı da geri çevirmek zorunda kalmıştık. Bir kısım insan gitmeyip kapıda bekledi, sonunda Füsun Demirel onları da içeri alalım dedi ve sahnenin arkasında yerlere oturdu onlarca kişi. Öyle bir kalabalık öyle bir rağbet olmuştu yani.

Bir de tabii ki film gösterimleri var. İlk sene çoğunlukla kendi merkezimizde kendi koşullarımızda göstererek başladığımız film gösterimleri de zamanla gelişti ve büyüdü. İlk büyük film gösterimizi yine ilk yılımızda sevgili Reyhan Yıldız’ın desteğiyle Baki Koşar’ı anlatan Dicle’nin Gözyaşları isimli belgesel filmle İzmir Fransız Kültür Merkezi’nde gerçekleştirmiştik. Sonraki senelerde ise queer sinema örneklerinden sayılabileceğini düşündüğüm Yürüyoruz, Beyaz Atlı Prens Boşuna Gelme, Çürüğüm Askerim Reddediyorum, Saç Boyama 45 Dakika, Her Yer Hiç Kimse, Ben Sen O, Voltrans, TransX, Velev Ki, Benim Çocuğum ve Biji Diva isimli belgesel filmlerin de gösterimlerini çeşitli salonlarda gerçekleştirdik. Çeşitli kültür merkezleri ve film festivalleri de sonraki yıllarda bize bu konuda destek oldu. Filmmor, İzmir Fransız Kültür Merkezi, İzmir Alman Kültür Merkezi, Kuirfest ve !f İstanbul gibi organizasyonlarla birlikte çalışma şansı elde ettik ve bizim için İzmir’de bir çok filmin özel gösterimlerini ayarladılar. Böylece festival filmleri, animasyonlar, belgesel filmler, vizyon filmleri ve queer sinema tarihi açısından özel yeri olan birçok filmden oluşan geniş bir yelpaze sunma şansı elde etmiş olduk İzmirli seyirci için.

Müzik de eksik olmadı bu organizasyonlarda. Kimi zaman yaptığımız yürüyüşlerde sokak konseri olarak müzik yer aldı, kimi zaman da ödül gecelerinde sanatçı dostlarımız bizi yalnız bırakmadı. Aralarında daha geniş kitleler tarafından bilinen Ruşen Alkar, Ayta Sözeri ve Nuri Harun Ateş gibi isimler de vardı; İzmir yerelince bilinen müzik grupları da… En unutulmazlarından biri de tabi ki Lubunya Gazinosu isimli konser organizasyonuydu. Konak Kent Konseyi’nin de katkılarıyla Konak Belediyesi’ne ait Türkan Saylan Kültür Merkezi’nin salonunu gazino ambiyansı yaratacak şekilde yeniden düzenledik. Zamanında gazinolarda ses sanatçısı olarak çalışmış üç ismin, Banu Ersoy, Derya Sonay ve İlkim Tanyeli’nin yıllar sonra dinleyicileriyle yeniden buluşmalarına vesile olmak şerefine nail olduk. Bu kadınların her birinin hayat hikayesi birer tarih aslında. Ne yasaklar ne zorlu zamanlar görmüşler. Tüm görüp geçirdikleri de seslerine hüzün ve umutla karışık ilginç bir harman olarak yansımıştı. Alaturka başlamış, seyirci çağlamıştı. Ama bir de onun öncesindeki arka planda yaşanan hazırlık süreçleri var. Saçlarda, makyajda sorun çıkar, mikrofonun sesi beğenilmez, orkestranın çaldığı ton yanlış diye tavırlar konur, neler neler… Neyse şimdi oralara girmeyelim. Şaka bir yana hepsi de çok şirin ve nahif ufak tefek birkaç istekten ibaretti. Eh, biz de zamanının yıldızlarını ağırlıyorduk, olacaktı o kadar yani. Her birine tekrar ağzına sağlık demek istiyorum. Sayelerinde benim festival tarihi boyunca yaşadığım ve asla unutmayacağım birkaç büyük anıdan birine sahip oldum.

Tüm bunların haricinde bir sürü performans atölye ve oturumlar var her biri birbirinden kıymetli olan. Hangisini söylesem diğeri eksik kalacak ama aklıma geldiği kadarıyla onlardan da bir kısmını burada kısaca anmak istiyorum. Tamam gerçekten kısaca anacağım. Tabii elimden geldiği kadar… Örneğin performanslar arasında aklımda yer edenlerden birkaçını sıralamak istiyorum. İstanbul Queer Art Collective’in Çaktın mı? isimli performası, Bondage Dinner ve Acı Tatlı isimli BDSM pratiklerden esinlenilen performanslar, yetişkinler için oyuncak atölyesi, çeşitli feminist, anti otoriter ve ekolojik temalı atölyeler, çağdaş dans performansları, elektroakustik deneysel müzik performansları… Hatırladıklarımın bazıları bunlar. Yine her senenin temasına ilişkin farklı perspektiflerden bir sürü forum ve panel oluyordu. Onlara da bir çok değerli isim geldi. Yer yer bir iki ismi andım öncesinde ama şimdi bu noktada isimleri saymaya başlarsam kesin birilerini unutup üzüleceğim sonrasında. Ve de oraya girersem hiç çıkamam işin içinden. Geriye dönüp baktığımda zaten, keşke dediğim tek şey, bazen iş yükü nedeniyle kaçırmak durumunda kaldığım oturumlar ve konuşmacılar oldu açıkçası.

Sözün özü, şimdi dönüp bakıp anlattıkça her birinin anlamı ve değeri oldukça büyük güzel işler başarılmış, ama söylemem gerekir ki hiçbiri kolay olmadı. Her şeyin ta aylarca öncesinden başlayan hazırlık süreçleri var. Evvela tema belirlemek için bir sürü toplantı alırdık. Gündemde neler var, şu ara yükselen, çok tartışılan konular neler ve biz bunların neresindeyiz gibi sorgulamalar yapardık. Sonra mesela işin araştırma kısmı başlıyor. Konuşmacılardan, performanslara, atölyelere, kültür-sanat etkinliklerine, nelere yer vermek istiyoruz, hangi noktada o senenin temasıyla kesişiyor, bunları göz önünde bulundururduk. Sonra yazışmalar, seyahat ve konaklamaların ayarlanması, etkinlik salonları için e-posta üzerinden, telefonla ya da yüz yüze görüşmeler yapılırdı. Taslak bir program oluşmaya başlardı. Sonra her etkinliğin bir sorumlusu olurdu mümkünse. Çok ufak detayları bile düşünmek gerekiyor bu aşamada. Konuklar nasıl karşılanacak, şehirde gezmek istedikleri yerler var mı, teknik olarak istekleri var mı, bunların hepsi çok önemli. Konuşmacı olacaklarsa isimliklerden, oturma sırasına, konuşma esnasında içecekleri suya kadar hiçbir şeyi atlamamak gerekiyor. Tabi insanız atlanılıyor bazı şeyler ama amaç olası aksaklıkları en aza indirmek.

Çaktın mı? isimli performanstan görüntü, Siyah Pembe Üçgen Derneği arşivi

Burada durup gülmek istiyorum, benim bir hazırlık toplantısı esnasında bunları konuştuğum ana dair bir görüntü kaydı var. Hepimizin saçlar başlar dağılmış, ben car car bunları atlamamız gerektiğini söylüyorum falan… Geriye dönüp bakınca o stresli anların anısını bile gülümseyerek güzel bir şekilde hatırlıyor olmak hoş bir duygu. Biz küçük bir ekiptik, toplasan iki elin parmaklarını geçmez bunca işi yapan insan sayısı. Ne yazık ki genelde de öyle oluyor sanırım. Biraz mazoşizm gerekiyor, sonunda duyacağın mutluluğa odaklanmak belki de. Neyse, küçük ama birbiriyle uyumu yüksek bir ekiptik. Mesela Yavuz (Cingöz), Ozan (Ünlükoç), Metin (Akdemir), Cüneyt (Cansever)… onlar daha çok sanatsal yaratım süreçlerini tasarlardı. Afişler, broşürler, ödül heykelcikleri, tanıtım videoları vesaire işler. Medusa (Aslı Büyüközer) ve Rahşan (Kale) genelde anlık kurtarıcılıkta çok iyidirler, başkasına zul gelen işleri devralıp hayat kurtarırlar. Berkant (Çağlar) ve ben daha çok yazışma, konuşmacıları, katılımcıları ayarlama, ikna etme gibi işlerde iyiyiz. Demet (Yanardağ), kelli felli büyük baş konukların karşılanması, ilgilenilmesi işlerini iyi yapar. Yani herkesin kendine göre ayrıştığı ve birlikte de uyumlu hareket ettiği bir grup olmak önemli. Özellikle kriz anlarında ben çabuk dağılırım, ekiple güven ilişkisi oturmuş olduğunda kısmen daha kolay atlatılabiliyor böyle şeyler. Bir de ne kadar ayrıntılı tasarlamaya, düşünmeye çalışırsan çalış mutlaka beklenmedik şeyler çıkıyor, buna da hazırlıklı olmak gerek. Bazen çok istediğin bir konuğa geç haber vermiş oluyorsun ve programını ayarlayıp gelemiyor, bazen birilerini ya da bir grubu davet etmek istiyorsun, onlar da gelmek istiyor ama bütçe sıkıntısından rafa kalkıyor. Bazen son gece patlak gözlerle basın kitlerine, görsellere son hali veriliyor. Bazen el arabasıyla malzeme taşıyorsun, bazen etkinlik mekanının yerlerini paspaslıyorsun, bazen kuliste makyöz oluyorsun, bir sürü beklenmedik hal karşına çıkıveriyor anlayacağın. Hiçbir şey öyle ol deyince olmuyor yani. Finansal olarak destekçi bulmak, mekân desteği ayarlayabilmek ve tüm o dayanışma ağlarını örmek de bir o kadar emek istiyor. Orada işler tek taraflı yürümüyor ama destekçilerin de seni anlamış ve yapmaya çalıştığın şeye onların da inanması gerekiyor bir noktada. O nedenle de herkesten destek istenemiyor. Örneğin biz dernek olarak ilk defa halka açık film gösterimi yapmak istediğimizde bir kurum başvuran arkadaşlarımızla dalga geçmiş ve başvurumuzu kale bile almamıştı. Ama sonra tesadüfen önünden geçerken kapısını çalıp meramımızı anlattığımız Fransız Kültür Merkezi’yle yıllar süren bir dayanışmanın temellerini örmüş olduk.

Öyle her şey büyük proje dosyaları şatafatlı sunumlarla olmuyor her zaman. Bazen de kilit nokta samimiyet ve yapmak istediğiniz şeyden emin olarak diğerine uygun bir dille anlatmak oluyor. Yıllar içinde belirli kurumlarla uzun vadeli projeler yürütmeye başladık. İşin açıkçası bu projeler, festival organizasyonu için maddi, fiziki ve içeriksel bazı desteklerin de yolunu açtı. Örneğin İzmir Alman Başkonsolosluğu, İsveç Ulusal Kalkınma ve İşbirliği Ajansı gibi kurumlarla yürüttüğümüz projeler bize festival zamanında destek sağlamış oldu. Örneğin İzmir Alman Kültür Merkezi’ni mekân olarak kullanabildik, film gösterimleri için içerik sağladılar. Aynı şekilde İsveç’ten sinemacıların kısa filmlerini gösterebildik mesela. Zaman içinde tanınırlık arttıkça bu gibi şeyler görece daha kolaylaşıyor. İzmir genelinde yaptığımız başarılı işler sayesinde ve Büyükşehir Belediyesi, Konak Belediyesi ve Konak Kent Konseyi, TMMOB İzmir Şubesi gibi kamusal ve mesleki kurumlarla gelişen ilişkilerin festivale de pozitif bir etkisi oldu, özellikle de etkinlik mekanları konusunda. Mekân konusu neden önemli çünkü etkinlik çeşidine göre mekân bulmak çok sıkıntılı. Örneğin bir tiyatro oyunu için düşünelim. Salon kapasitesi, sahne düzeni, ışık kapasitesi… Tüm bunları karşılayabilmek lazım.

Ya da örneğin sergiler… Bu konuda da K2 Güncel Sanat Merkezi’nin desteği çok büyük olmuştur. Seneler içerisinde oradaki direktörler de sanki festival ekibindeymişçesine yapmak istediğimiz işleri bizimle birlikte kabullenmeye başladılar. Bu çok önemli bir nokta. Birçok kurum önce destekçimizdi, sonra partnerimiz gibi oldu. Aynı şekilde önceki yıllarda gelen konuşmacılar sonraki yıllardaki oturumların içerikleri ve konuşmacı isimlerinin belirlenmesi gibi konularda bize öneriler sunarak bizimle ortak çalıştılar. Dayanıştığımız sivil toplum örgütlerini sayamıyorum bile, o kadar çok ki. Sonuç olarak yıllar içerisinde hem İzmir yerelinde hem Türkiye’de hem de birçok farklı ülkede bilinir tanınır olduk ve birçok yerel, ulusal ve uluslararası kurum ve kişiden destek gördük.

Sözün özü dedim ama susmadım, farkındayım. Umarım çok antipatik gelmez insanlara, benimkisi aslında bir nevi eski anıları yad ederek mutlu olma ve etraftakilere de umut verme çabasıydı. Yani, bütün bunların her birini niye aklım yettiğince, hatırladığım kadarıyla aktarmak istedim? Evet çok laf yapmayı seviyorum o ayrı ama bir taraftan da ne kadar zahmetli ayrıntılı ama bir o kadar da keyifli bir yolculuk olduğunu insanlara aktarabilmek ve benzer çalışmalar içerisinde olanlarla kendi deneyimlerimiz üzerinden az da olsa dayanışabilmek için. Yer yer onca stresli zamanlar yaşatmış olsa da geriye baktığımda iyi ki yapmışız dediğim bir sürü iş çıkarmışız ortaya. Festival bence en başta bana ve ekip arkadaşlarıma ve de benim fikrimce birçok insana umut oldu. Ülkenin ve toplum olarak son yıllarda yaşadıklarımız ve bu durumların sonucunda kendi içimizde yaşadığımız motivasyonsuzluk, maddi yetersizlik gibi nedenlerle festival ne yazık ki, son birkaç yıldır organize edilemiyor. Ben inanıyorum ama yeniden yoluna devam edecek ilerleyen yıllarda. Ay, en azından onuncusunun da organize edildiğini görmek istiyorum, çok fazla fikir vardı. Hala yeniler ve hala tazeler. Düşündükçe heyecanlanıyorum. Dayanışmayla tekrar canlanacağına inanıyorum. Hepimiz biliyoruz ki dayanışma yaşatır!

İlginizi Çekebilir

Duyurular

Kreşendo'nun düzenlediği "Bu Festival Bizim," 1-8 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen birbirinden renkli konser, atölye ve konuşmalarla şehrin nabzını mutluluğun ritmiyle attırdı.

Söyleşi

Kreşendo’nun direktörü Beril Sarıaltun’la "Bu Festival Bizim"in üçüncü edisyonunu ve geleceğini konuştuk.

Gündem

Protodispatch’in bu sayısında küratör ve yazar Tamara Khasanova, cisimleşmiş ve arafta kalmış varlık halleri arasındaki hareketi, anlam inşa etmenin bir aracı ve de çatışma,...

Kütüphane

Cansu Yıldıran'ın Hara'da görülebilecek ilk kişisel sergisi "Vargit Çiçekleri"nin sergi metni Argonotlar Kütüphanesinde.

© 2020

Exit mobile version