Yürümek… Basit bir eylem gibi görünse de yürümek felsefenin, sanatın ve toplumsal düşüncenin en eski düşünme biçimlerinden biri. Sokrates, Atina sokaklarında yürüyerek öğretirdi. Rousseau, en iyi fikirlerini yürürken bulduğunu söyler. Benjamin’in flanörü, Baudelaire’in kalabalıkta yitip giden modern bireyi, De Certeau’nun “yürüyen beden”i… Yürümek, yalnızca bir yerden bir yere gitmek değil; mekânla düşünmek, onun ritmini bedenin ritmine dahil etmek, o alanı sezgisel ve duyusal olarak yeniden yazmaktır.
Bayetav Sanat’ta izleyiciyle buluşan “Altı Üstü İzmir” sergisi, bu anlamda yürümeyi bir metodoloji olarak benimseyerek, mekânla kurulan estetik ilişkiyi gözlemle değil, deneyimle biçimlendiren bir çerçeve sunuyor. Fikir ve koordinasyonunu Hale Eryılmaz ile Gökçe Süvari’nin üstlendiği projede, Ayça Su Değirmenci, Ayça Yasan, Berk Şenol, Derya Bulut Uhri, Dilay Öğmen, Duru Başer, Erdem Barışık, Eylül Erol, Gizem Güler, Güneş Arık, Melisa Geçalp, Poyraz Runa Uhri, Rojbin Deniz Özyürek ve Yunus Çakırtaş’ın çalışmaları yer alıyor. Bu 14 genç sanatçı İzmir’in fiziksel, tarihsel ve sosyo-kültürel katmanlarını bedenleriyle dolaşarak, yalnızca görmekle kalmayıp dokunarak, dinleyerek, yürüyerek yeniden anlamlandırıyor. Mekân olarak seçilen Fernand Pagy Evi ise başlı başına bir anlatı taşıyor. Eski bir Levanten köşkü olan bu yapı, İzmir’in çokkültürlü belleğinin somut bir izdüşümü.
Sergi, kentin farklı bölgelerinde gerçekleşen beş ayrı rota üzerinden şekilleniyor: Kadifekale’den Kemeraltı’na, sinagog çevrelerinden Bornova’daki Levanten köşklerine uzanan bu yürüyüşler mekânsallığının yanı sıra hafızaya, duyguya ve sezgiye açılan bir keşif pratiği halini alıyor. Bu çerçevede Erdem Barışık’ın Hazineye Ulaşmak isimli illüstrasyonu, bu rotaları haritalandırarak serginin hem somut hem simgesel altyapısına giriş niteliğinde bir yapı kuruyor. Harita burada temsil değil; yürüyen bedenlerin bıraktığı izleri kaydeden bir belleğe dönüşüyor.
Ayça Su Değirmenci’nin Üst Katta Yerimiz Vardır yerleştirmesi, bu karşılaşmalardan zihinsel ve simgesel bir bütünlük oluşturuyor. Jung’un aktif imgeleme yönteminden ilhamla geliştirilen bu yerleştirme, izleyiciyi yalnızca izleyen olmaktan çıkarıp semboller aracılığıyla anlam üreten bir özneye de dönüştürüyor.
Güneş Arık’ın Ev adlı yerleştirmesi, artık var olmayan evlerin kalıntılarını kullanarak göçün ortaya çıkardığı yersiz-yurtsuzluk duygusunu mekânsal bir dilde yeniden inşa ediyor. Arık’ın işi, hem kaybı hem de yeniden kurmayı, hem aidiyeti hem de sürgünlüğü aynı anda ima ediyor.
Rojbin Deniz Özyürek’in Oradan Şuraya II ve Poyraz Runa Uhri’nin Yaşayan Ağ yerleştirmeleri, serginin psiko-coğrafik katmanını görünür kılıyor. İzleyicinin içinden geçerek deneyimlediği bu işler, onları birer katılımcıya dönüştürüyor. Eşik, boşluk, araf gibi kavramlar bu yerleştirmelerde mekânın değil, zihnin coğrafyasına açılan kapılar olarak yeniden ele alınıyor.
Serginin kolektif düşünce süreçlerinden beslendiği açıkça görülüyor. Levent Ayata, Borga Kantürk ve Arzu Oto gibi üç mentor sanatçının eşliğinde yürütülen atölye süreci, birlikte düşünmenin, birlikte sorgulamanın alanını açıyor. Bu süreçte yürüyüşlerde toplanan görsel, sözel ve mekânsal veriler, sanatçılara kendi yaşadıkları kentle çokkültürlü, çokkatmanlı bir diyalog kurma zemini sunuyor.
Bugünün sanat dünyasında hız, üretim baskısı ve temsile dayalı yüzeysel anlatılar baskın hale gelirken sergi, bu tempoya karşı bir duruş geliştiriyor. Yürümek, burada bir yavaşlama pratiği. Fark etmek, tanımak, unutulmuş olanla karşılaşmak ve nihayetinde düşünmeye zaman tanımak…
Bayetav Sanat’ın bu projeye açtığı alan da yalnızca fiziksel bir sergi mekânı değil; bir düşünce zemini, alternatif bir sanat üretim modeli. İzmir’in çoğul tarihine, mimarisine, kültürel kırılmalarına temas eden işler, geleceğin kent anlatısını bugünden kurmak isteyen bir kuşağın habercisi.
“Altı Üstü İzmir” sergisi bedenin belleğiyle, mekânın katmanlarıyla, kolektif düşüncenin gücüyle örülmüş hareketli bir harita. Yürümeyi sanatsal üretimin kalbine yerleştiren bu yaklaşım temsilin değil katılımın, hızın değil farkındalığın, şemanın değil iz sürmenin peşinden gidiyor.
Sergi, izleyiciyi şu sorularla baş başa bırakıyor: Bir kent nasıl hatırlanır? Sanatçı, mekâna nasıl dokunur? Yürümek, sanatsal bir eyleme dönüşebilir mi? Sergi bu sorulara net bir cevap vermese de kentte bırakılmış ayak izlerinin oluşturduğu harita, bize şunu fısıldıyor: Kentler, onları yalnızca izlediğimiz ölçüde değil; bedenimizi dahil ederek yürüdüğümüz ölçüde bize açılır. Sanat da, bakışın ötesine geçip adım attığımızda çoğalır.
