Ali Miharbi’nin “Serbestlik Dereceleri” adlı yeni kişisel sergisi adının da imlediği üzere, olasılıkların sayısının artırmanın yollarını aramakta. Olasılık, insanın fiziksel anlamda içinde bulunduğu mekâna dair kısıtlamalardan kurtulmanın yollarıyla ilgili olabileceği gibi, düşünme biçimindeki verili kodlardan sıyrılmanın da vesilesi olabilir. Serginin ikinci katmansal zemini olan rastlantısallık ise, hem olasılık bağlamına eklemlenmesi hem de yapıtlarasılık bağlamında kurulan tahmin edilemezliği kuvvetlendirmesi açısından öne çıkıyor.
Ali Miharbi’nin Pilot Galeri’de açtığı önceki iki sergiden de kavramsal anlamda izler taşıyan “Serbestlik Dereceleri”, modern bilim öncesi teknolojilerin de dahil edilmesiyle zamanlararası geçirgenliği ve etkileşimi sanat pratiği üzerinden düşünmenize neden oluyor. Sergi, 10 Eylül – 22 Ekim 2022 tarihleri arasında Pilot Galeri’de.
Sevgili Ali, “Serbestlik Dereceleri” senin Pilot Galeri’de gerçekleştirdiğin üçüncü kişisel sergin. İlk dikkatimi çeken şey, diğer iki sergiden aşina olduğumuz, günümüzün mekanik ve elektronik sistemlerini bu sergide tercih etmemen oldu. Ancak genel pratiğinin ve düşünce dünyanın bir parçası olarak işlerine sirayet eden akış, olasılık ve rastlantısallık kavramları bu sergide de farklı vechelerde görülüyor. Serginin hareket noktası neydi? Kavramsal süreç nasıl şekillendi?
Serginin isminden başlayacak olursak, “Serbestlik Dereceleri” için kabaca bir sistemin kaç hareketli parçasının kaç farklı şekilde hareket edebildiğinin ölçütü diyebiliriz. Bu tanımı kişilerin yapabileceği seçimlerin sayısını da kapsayacak şekilde genişlettiğimiz takdirde en temel düzlemde potansiyellerden bahsetmiş oluyoruz, ki bu da serginin çerçevesini oluşturuyor. Ayrıca özgürlüğün fiziksellikten zihinsel olana doğru giden farklı kademelerinden bahsetmek mümkün. Örnek olarak belki ilk akla gelen, en belirgin kısıtlamalardan biri hücre hapsinde tutulmak. Bunun biraz daha serbest hali olarak haber alma ve ifade özgürlüklerinin kısıtlanması örnek gösterilebilir. Ardından beklentiler nedeniyle insanın kendi kendini kısıtlaması ve bunu içselleştirip o kısıtlama içinde varolmayı normalleştirmesi ve bu durum haricinde bir durumu hayal bile edemez hale gelmesi; daha fazla imkana, seçeneğe dair bir talepte bulunmaması gibi dereceler sayılabilir. Sanatsal özgürlük üzerine de bu bağlamda düşünmek mümkün ve bunu yaparken serginin belirleyici konularından biri olan rastlantısallık devreye girdi.
Rastlantısallık ile kastettiğim şey, önceden tahmin edilemezlik. Sadece rastlantıya dayalı bir hareket öngörülemezliği nedeniyle ilk bakışta kendine özgü gözükse de tamamen kontrol dışı olduğu için otonomluktan yoksun oluyor aslında. Enformasyon kuramında da benzer bir gerilim rastlantısallık ve anlam arasında var: Bir sonra iletilecek bilgiyi tahmin edemediğimiz, rastlantısal görünen bir veri akışı, tamamen sürprizlerden oluştuğu için çok yüksek miktarda enformasyon taşırken tam da bu sebepten ötürü, yani içinde herhangi bir örüntü veya kural barındırmadığı için gürültü niteliği de taşıyor ve bu tür bir akışın içinden anlamlı bir mesaj bulmak zor oluyor.
Sanat tarihine bakınca hem rastlantısallığın hem de kısıtlamaların yaratıcı araçlar olarak kullanıldığını görüyoruz. Bazen biri, bazen de diğeri yaratıcı süreçlerin belirleyicisi olabiliyor. Örneğin kısıtlamaların yaratıcılığı beslediği, hatta siyasal baskıların bile insanı yaratıcı olmaya zorladığı yönünde görüşler var. Bence burada “kısıtlama dışarıdan mı geliyor yoksa kişi kendi kısıtlamasını kendi mi oluşturuyor?” sorusu önemli. Mesela elimizle beceri gerektiren bir iş yaparken kolumuzu masaya sabitleyip sadece bilek ve parmak hareketlerine yoğunlaşabiliriz. Bu kendi yapmak istediğimize göre bir tercihte bulunarak oluşturduğumuz fiziksel bir kısıtlama. Buna karşın kolumuz ağrıdığı için hareket ettiremeyip içine düştüğümüz bir kısıtlama en başta yapmayı seçebileceklerimizin sayısını azaltıyor ve içinde çalışacağımız çerçevenin kontrolümüz dışında çizilmesine sebep oluyor.
Rastlantısallık konusunun yöntemsel boyutu dışında dünyaya dair algımıza ilişkin boyutu da aklımdaki meseleler arasındaydı. Dünyadaki öngörülemezlik ve kontrolümüz dışında meydana gelen felaketlerle baş etme mekanizması olarak insanlar her şeye bir anlam verme ve karmaşık sistemlerin öğelerine gerçekte olmayan amaçlar atama güdüsüne kapılabiliyor ve ustaca örülmüş ve duygulara hitap eden hikayeler dinleme beklentimiz, sosyal medyanın katalizörlüğü eşliğinde komplo teorilerinin yaygınlaşmasında etkili olabiliyor. Oysa bazı şeylerin bir amaç dahilinde gerçekleşmediğini ve kontrol de edilemediğini kabul etmek mümkün. Rastlantısal, bir plana dayanmayan veya bir planın parçası olmayan ama büyük ölçeklerde gerçekleşen olayların içinde olmak bugünün dünyasının korku ve endişeye dayalı ruh halini körüklese de, dünyaya gereksiz öğeler barındırmayan bir hikaye anlatımıymış gibi bakan bu çerçevelerin dışına en azından sanat yoluyla rastlantısallığı benimseyerek çıkmak mümkün olabilir mi gibi sorular da gelmişti aklıma.
Rastlantılara ve özgürlük modellerine dair tüm bu düşünceler teknoloji kültürü ve tarihi ile de bağlantılar kurarak serginin çıkış noktalarını oluşturdu ve ortaya izleyicinin de tamamlayıcı bir rolü olduğu işler çıktı.
Galeri mekânından içeriye girdiğimizde, kuşbakışı bir perspektiften Tesla Vanası adlı yerleştirmeni görüyoruz. Tesla’nın 1920 yılında patentini aldığı ve akışkanlar üzerinde deneyimlediği Tesla Vanası düzeneğinin bir benzerini galeri mekânının merkezine yerleştiriyor; sergiyi görmek isteyen izleyicileri bu vananın içerisinden geçiriyorsun. Tesla’nın aksine akışkanlar yerine insanlar üzerinde deneyimlemeyi yeğlediğin bu sistemin sende ne tür bir karşılığı var? Sergi süresince yaptığın gözlemleri bizimle paylaşır mısın?
Tesla vanası, içinde hareketli parça olmayan ve içinden geçen akışkanın tek bir yönü tercih etmesini sağlayan bir vana türü. Bu tasarıma ilk defa bir önceki kişisel sergimde basınçlı hava ile işleyen bir ses yerleştirmesinin araştırma safhasında rastlamıştım. Tesla vanası, fazla kullanım alanı olmasa da içinde hareketli parça olmaması nedeniyle fikir olarak ilgi çekici bir tasarım. Sadece geometrik şekline bağlı olarak bir işlevi yerine getirmesi, aklıma bu tasarımı insan boyutlarına getirip mimari bir öğe olarak kullanma fikrini getirdi. Böyle bir yapı koridor veya çit gibi tasarlandığında, standart bir çitten fazlasını yapıp sadece yönlendirme değil aynı zamanda farklı yönlere hareket eden insanları farklı şekillerde davranmaya zorlayabilir miydi? İçinden tek tek kişiler geçtiği duruma karşın, sıkışmaların, yol vermelerin yaşanacağı kalabalık bir grubun iki yönlü akışında farklı şekillerde mi işleyecekti? Örneğin sergi mekânının girişine konulduğunda girmesi kolay, çıkması zor bir deneyim yaratabilir miydi? Böyle bir yapının sadece içinden geçilen değil aynı zamanda sergilenen bir şey olmasının bilincinde olmak veya nasıl işleyeceği yönündeki beklentiler davranışları etkiler miydi? Çıkış noktaları bu gibi sorulardı.
Yerleştirmeyi çok yoğun bir kalabalık ile gözlemleme şansım henüz olmadı ama zaten işin teknik anlamda bir vana gibi çalışıp çalışmayacağı konusu arka planda; esasen bir düşünce deneyi diyebiliriz. Diğer bir yanıyla da binlerce yıllık labirent geleneğiyle bağlantılı. Labirentler antik ritüellerden 1960-70’lerin sanatçılarının fenomenolojiden de etkilenerek galeri mekânları açık alanlar ve araziler gibi çeşitli yerlere inşa ettikleri yapılara kadar farklı biçimlerde kendine yer bulmuş. Benim insana bakışımda zihin-beden karşıtlığını reddeden bedenlenmiş biliş, genişletilmiş zihin ve enaktivizm gibi görüşlerin etkileri var. Bu açıdan bu işi aynı zamanda labirentlerin zihin, hafıza, dil, mekan ve yön bulma duygusu arasındaki bağlar kurarak, serginin zihinsel ve fiziksel yolculukları birbirine kaynaştıran temasını da beslediğini söylemek mümkün.
Geçmişle kurduğun kesif bir ilişkiden söz etmek mümkün. Örneğin 2017 tarihli “Pneuma” adlı serginde Antik Yunan’dan referanslar görürken; “Serbestlik Dereceleri”inde Ortaçağ’ın büyü, kehanet gibi belli başlı unsurlarından, yapıtların oluşumunda etkin bir rol yol oynayacak şekilde yararlanıyorsun. Geçmişle kurduğun bu türden bir bağıntı üzerine neler söylemek istersin?
Geçmişte insanların kurdukları kavramsal çerçeveler belki biraz çelişkili gözükse de bugün içinde yüzüp alıştığımız ve varsaydığımız alışkanlıklara, düşünce ve davranış biçimlerine ve farklı dünya görüşleri arasındaki ilişkilere taze bir bakış getirebiliyor. Geçmişin birçok bilim öncesi pratiği bugünün bilimsel disiplinlerinin temelini atarken bilimsel olmayan kısımları genelde unutulmaya terkedilmiş. Ancak kenara atılmış bu fazlalıklar bugünün bakışıyla tekrar incelendiğinde insan doğasına dair ilginç şeyler söyleyebiliyor. Jung’un eski kimya pratiklerine bakıp bu yöntem ve sembolleri psikolojik bir bireyleşme süreci olarak okuması buna bir örnek olarak gösterilebilir.
Benzer bir sebepten ötürü eski teknolojileri, geçmişte kullanılmış araç-gereçleri de aydınlatıcı buluyorum. Bugün artık kullandığımız birçok şeyin içinde minik bilgisayarlar var ve her şeyi kapalı kutuların ardında anlamadığımız şekillerde çalışan ve anlamamızın da bir yararının olmayacağı sistemler olarak görmeye alıştık. Yeni teknolojileri kullanırken hep o teknolojinin bugünkü bağlamı ve kullanımı içine hapsolduğumuzu hissettiğim için daha basit, nasıl işlediği daha belirgin araçlara ilgi duyuyorum, bu aynı zamanda da tüm sistemin işleyişini tek bakışta görmeye veya en azından bir fikir vermeye yardımcı oluyor.
Çok Güzel, iç içe dönen tekerlekler, alüminyum üzerine renkli serigrafi, 63Ø, 2022.
Geçişli Fiiller ve Çok Güzel adlı işlerinde, modern bilim öncesi düşünceyi ve teknolojiyi kullandığını görüyoruz. Her iki çalışmada da kullandığın tekerlek mekanizmaları, rastlantısallık ve olasılık fikrini kuvvetlendirmek adına işlev görüyor. Günümüzde, özellikle insan-sonrası ve yeni materyalizm gibi düşünce biçimlerinde, Aydınlanmanın insan merkezciliği ve verili insan aklı eleştirilerini görmekteyiz. Her iki işinin de mutlak bir gerçek yerine farklı yolları mümkün kılması ve olasılıkların sayısını çoğaltması açısından değerli buluyorum. Tüm bunlar ışığında bu iki çalışman hakkında neler söylemek istersin?
Serginin genel teması potansiyeller ile ilgili ve potansiyellerin gerçekleşme sürecine doğadaki simetri kırılmaları üzerinden bakmak mümkün. Bir rulet tekerleği üzerinden örnek verecek olursak, dönen tekerlek üzerinde topun hareket halinde olduğu ve tekerlek durduktan sonra topun bir sayı üzerine düşüp kaldığı iki durumdan söz edebiliriz. Tekerleğin durması ile, başlangıçta hızla dönen topun her numaranın üzerinde yaklaşık aynı zamanı geçirdiği simetrik durum bozuluyor ve top olası statik durumlardan birinin içine düşüyor. İnsan zihninin de anlık seçimler yapması belki benzer bir şekilde, malzemesi sinir ağları olan bir dinamik sistem modeli içinde değerlendirilebilir. Geçişli Fiiller ve Çok Güzel işlerindeki tekerlek mekanizmalarına da seçim yapmaya yardımcı olan düşünce araçları olarak bakıyorum. Bu tür yollardan fikir üretme yöntemlerinin kökü Ortaçağ’ın Arap astrologlarının kullandığı zâyirçe isimli, mekanik yollardan metin oluşturma yöntemine dayanıyor. 13. yüzyılda Katalan teolog ve şair Ramon Llull tarafından kusursuz bir felsefi dil sistemi oluşturmak amacıyla ve zâyirçe temel alınarak geliştirilen Ars Magna projesi, iç içe geçmiş, dışardan içeri doğru küçülen ve aynı merkez etrafında dönen, üzerlerinde semboller ve yazılar bulunan diskler ile işliyordu. Farklı harf kombinasyonları farklı kavramları sembolize ediyordu. Bu tür mekanizmalar bugünün bilim ve mühendislik tekniğine katkıda bulunmuş olmaları bir yana, normalde gözden kaçabilecek olanakları keşfetmek, rutinleşmiş düşünce biçimlerinden çıkıp fikir alanlarını genişletmek, dünyaya dair yeni perspektiflerin önünü açmak için de kullanılabilecek eğlenceli yöntemler.
Rastlantısallık konusunu açmışken, Duygu Uzayı Rotaları çalışmana değinmeden geçmek olmaz. Duygu Uzayı Rotaları’nda, “modern psiko-dilbilimsel deneylere” dayanarak, rastgele rotalar dahilinde döngüsel yolculuklar üretiyorsun. Bu tür bir izlek, bende 20. yüzyılda Sitüasyonistlerin (Guy Debord ve Asger Jorn başta olmak üzere) şehri deneyimlemek, alternatif alanlar yaratmak amacıyla çizdikleri karşı-harita örneklerini anımsattı. Rastlantısallık ile yaratıcılık arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsun? Duygu Uzayı Rotaları üzerinden bu ilişkiye değinebilir miyiz?
Bu bağlamda da labirent metaforuna geri dönmek ilginç olabilir. Debord’a göre labirentler çözülmeyi bekleyen bir bilmece veya bir öğrenme süreci değil, öğrenileni unutmaya, koşulsuzlanmaya ve şiddetli bir altüst oluşa neden olan yapılar. Sitüasyonistlerin şehirde keşfedilmeye değer yerleri adacıklar olarak ayırmalarındaki motivasyon da bu tür bir alışılmışın dışına çıkma isteği ile bağlantılı görünüyor. Bundan biraz daha farklı olarak Oulipo üyelerinden Raymond Queneau’nun “bizler içinden kaçmak amacıyla labirent inşa eden fareleriz” sözü de benzer bir şekilde çevre tarafından dayatılmış olan etkilerden kurtulma amacını yansıtıyor. Duygu Uzayı Rotaları’nda labirentler, dehlizler, sokaklar yerine kavram ilişkileri üzerine kurulu yapılar, bunların bilişsel haritaları ve içlerinden geçen rastlantısal rotalar var. Bu rotaların şematik benzerlikler dışında motivasyon açısından da karşı-haritalar ile paralellikler taşıdıkları söylemek mümkün. Rotaların basılı oldukları her biri birbirinden farklı kartlar hem çok sayıda üretilmiş oldukları için kullanan kişiye seçme imkanı veriyor, hem de çok farklı şekillerde yorumlanmaya açık. Yani tamamıyla rastlantısallık üzerine oturmadığı gibi, önceden tamamen belirlenebilecek bir süreç de yok ortada, planlı ve plansız olanın beraber işlediği bir durum. Gerektiğinde kendimizi dış etkenlere kapatabilmek, bunun için rastlantıları araçsallaştırmak ama bunu yaparken de kendi kontrolümüzü yitirmemek diye özetlenebilir.
Su Hattı, Folyo baskı, 40 x 360 cm., 2022
Sergide amaçlanan rastlantısallık boyutu bir noktada David Hume’ın “bilardo topu” önermesini düşünmeme vesile oldu. Birinci topun ikinci top etrafında fantastik güzargahlar çizerek sayısız kombinasyonlarda dolaşabilme halini aklıma getirdi. Geçişli Fiiller ve Çok Güzel’de bulabileceğimiz bu türden bir yaklaşım -belki de tanımlı çark mekanizmasından ötürü- sayısız kombinasyonda gerçekleşmiyor. Sence bu rastlantısallık/yaratıcılık boyutuna ket vuran bir durum mu? Sayısız kombinasyonun olmasının kaçınılmaz bir kaos yaratacağı fikrime katılır mısın?
Evet, hatta kaotik olması için sayısız olmasına da gerek yok bence, sadece bizim o bilgiyi işleme kapasitemizi aşması yeterli, çünkü belli bir noktadan sonra karmaşıklığı gürültü olarak algılıyoruz. Bir şeye anlam yükleyebilmemiz için onu öncelikle kısıtlı sayıda bölüm, parça veya aşamaya ayırmak gerekiyor. Doğada bu tür bölümlenmeler maddenin dinamikleri ile oluşan ani faz geçişleri yoluyla ortaya çıkıyor; bazen çatlaklar, kırılmalar, dallanmalar olarak, bazen maddenin halleri olarak, bazen de dalgalanmalar veya ritimler olarak. Eğer zihnimizin de yaptığı seçimler benzer bir kırılma sonucu meydana geliyorsa dünyaya anlam vermemizi ve dili mümkün kılan sınırlı sayıda maddesel durum ile zihnin aldığı sınırlı sayıda durumun karşılıklı eşleştirilmesi olabilir. Mesela her dil, içinde herhangi bir sınır bulunmayan akustik düzlemi kısıtlı sayıda alana bölüp o dile özgü ses birimlerinin sınırlarını çiziyor. Farklı dillerdeki renk terimlerinde de buna benzer bir bölümlendirme var: her dil aslında yapısında süreklilik olan renk spektrumunun üzerine kendine özgü sınırlar çizerek adlandırmayı mümkün kılıyor. Bütün bunlar oynanacak bir oyunun tahtasını, taşlarını hazırlamak ve kurallarını tasarlamaya benziyor. Geçişli Fiiller ve Çok Güzel’deki kod tekerlekleri de, hem bu zihinsel kırılmaların basitleştirilmiş modelleri, hem de kendi başlarına düşünceyi zenginleştirebilecek araçlar olarak düşünülebilir.
Son olarak sergi, insanın özgürlük bağlamını tartışmaya açıyor gibi görünse de, nesne temelli bir serginin içerisinde buluyoruz kendimizi. İnsan-nesne ve teknoloji dolayımında, nesnelerle kurduğun ilişkiyi nasıl açıklarsın?
Teknoloji denince birçok kişinin ilk aklına gelen şey bilişim teknolojileri olsa da ben bu terimi en geniş anlamıyla, tüm kültürel araç ve gereçleri kapsayacak şekilde ele alıyorum. Teknoloji bana göre araç-gereçlerin pratik kullanımından fazlası: düşüncemizi temelden etkileyen bir şey. Her çağın kendine özgü metaforları var ve teknoloji bunların oluşması, gelişmesi ve yaygınlaşmasına katkıda bulunuyor. Örneğin 19. yüzyılda baskın olan ve o dönemin sosyal bilim kuramlarının birçoğunun model olarak kullandığı buhar makinası şeması bunlar arasında sayılabilir. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygınlaşan bilgisayar ve bilgisayar ağı metaforlarından da söz edebiliriz. Örneğin beyne bir çeşit bilgisayar olarak bakmak böyle bir metafor ve her çağın yaygın metaforunda olduğu gibi yanıltıcı yönleri de elbette var. Benim teknolojiye bakışım, kullandığımız araçların pratik yönleri dışında bize neler anlattığı ve dile kazandırdığı metaforlarla da kültürü nasıl dönüştürdüğü gibi soruları içeriyor.
İşin teknolojiyi kullanma kısmına gelince, buna bir ortakyaşam ilişkisi olarak bakmak mümkün. Örneğin insanın teknolojinin üreme organı olduğuna dair bir bakış açısı var. Yapay nesnelerin de tarihsel gelişimine bakınca canlı türlerine benzer bir evrim ağacı çıkarmak mümkün. Buna dayanarak insan-makina ilişkisine farklı perspektiflerden bakmak mümkün. Teknolojinin hem kültür, dil, hem de doğrudan yaşam ile ikilik/karşıtlık içinde değil karmaşık ama karşılıklı bir ilişki içinde olduğu düşünülünce belki gelecek hakkında umutsuzlukların, endişelerin, korkuların, örneğin makinaların bizim yerimizi alacağı şeklindeki distopik senaryoların yerini daha geniş çerçeveler kuran çözüm arayışları alabilir.