Küratörlüğünü Arzu Karamani Pekin, sergi danışmanlığını Aykut Köksal, sergi tasarımını Akın Nalça/ TERMINAL Design and Space Solutions ve sergi grafik ve kitap tasarımını Ersu Pekin’in üstlendiği “Sabit bilir!.. 20. Yüzyılda Bir Hezarfen: Sabit Karamani” sergisi, 14 Mayıs – 7 Haziran 2014 tarihleri arasında Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde gerçekleşti.
Sergi kitabında Sabit Karamani’nin fotoğraf, radyoculuk, reklam, seramik ve hatta bir dönem üzerine yoğunlaştığı elektronik üzerine yaklaşımını, yolunun kesiştiği isimlerle yapılan röportajlarla aktaran metinler yer alıyor. Karamani’nin kişiliği üzerinden oluşturulan bu metinler ile adeta 1970-80’li yılların kültür sanat ortamı, döneme tanıklık eden isimlerin anekdotları ile yeniden mercek altına alınıyor.
Kitapta yer alan diğer metinler:
Fotoğraf: Engin Özendes, Fuat Güner, (Nazan Güner) Ulutekin, Ersin Alok, Orhan Cem Çetin
Radyo: Mekfuşe Ekeman ve Fatma Ekeman, Dr. Nevzat Altığ, Ayhan Dinç, Halit Kıvanç, Sabit Karamani’yle Röportaj: Nedim Armağan
Reklam: Mekfuşe Ekeman ve Fatma Ekeman, Gülgün Cündübeyoğlu
Elektronik: Niko Marusi, Yılmaz Zenger
Seramik: Ayfer Karamani, Yahşi Baraz
Sergi kitabının PDF’ine Millî Reasürans Sanat Galerisi’nin websitesi üzerinden erişim sağlanabilir.
Babamın, hatırladığım en genç yüzü hangisiydi diye epeyce kafa yoruyorum. Bu imaj, hep fotoğraflarla karışıyor. Bir yüz ifadesini fotoğrafta mı görmüştüm, yoksa yaşadığım bir şey miydi, çoğu zaman kestiremiyorum. Yalnız kafamda çok net olan bir şey var, gözleri. Uzun ve fazla konuşmayı sevmeyen biri olduğu için, bendeki en etkili tarafı her zaman laflarından çok gözleri ve bakışları olmuştur. Kızdığında ateş topuna dönen, üzüldüğünde iyice derinleşip sanki rengi açılan, bana baktığında ise nemli nemli ışıldayan, geri kalan zamanlarda ise sakin ve ıssız bir çift yeşil bakış…
Hastalandığında, önce gözleri sönmeye başlamıştı. Demek ki, demiştim kendi kendime, beynin arızalandığını önce gözler söylüyor. Aslında belli ki yine bakışlarını konuşturmuştu. Gariptir, elleri hiç durmadı. Her şeyi bir kenara bırakmıştı son yıllarda, bir tek seramik çalışıyordu. 80’li yılların ortalarından sonra, onu kaybettiğimiz 1993’e kadar seramik çamurunu elinden bırakmadı; küçük hayvan heykelcikleri yaptı durdu. Evdeki “küçük oda”sına da pek girmez olmuştu aynı yıllarda. Çünkü vaktinin çoğunu, Tünel’deki seramik atölyesinde geçiriyordu. 1979 yılının şubat ayında çalışmaya başladıkları bu atölye, en uzun soluklusu olmuştu. Özellikle sergi hazırladığı dönemlerde, ya da bir duvar siparişi almışlarsa, sabahları herkesten önce hazırlanır, gri paltosunu ve kasketini giyer, atölyenin yolunu tutardı. Daha paltosu, şapkası üzerindeyken, bir gün önce yanmış olan fırını açar, içindekileri çıkarıp masaya dizerdi. Sonra sobayı yakar, çayı koyar, nihayet soyunur, annemin, eski bir ceketinden bozup kollarını keserek babama göre yaptığı kürk yeleğini giyer ve işe girişirdi. Annemse sıcak bir atölyeye girmenin keyfini sürerdi. Babamı kaybettikten sonra, sobayı yakmak için her odun atışında onu andı. Zaten atölyenin hangi köşesinde anmadı ki?
1979 yılında bu atölyenin kapısından ilk kez girdiklerinde, her taraf örümcek ağlarıyla kaplıydı. Sıkı bir temizlik ve badana, onları bekliyordu. İşe annemlerle birlikte girişen gençlerden biri de Ümit İyem olmuştu. Seramikçi annesi Nasip İyem’den dolayı bir seramik atölyesinin hiç de başka atölyelere benzemediğini bildiği için, ana-babasının yakın dostlarına yardım etmek ona da zevk vermiş olmalı.
Bu, öyle bir yakın dost çevresiydi ki, birlikte yaşamak böyle bir şeye denirdi o zamanlar. Babamın da vakit geçirmekten zevk aldığı yegâne dostlarıydı. Tatillere çoğunlukla birlikte gidilir, akşamları kalabalık bir grup halinde meyhane programı yapılır, bir yere gidilmiyorsa, hafta sonları birinin evinde sofra kurulurdu. Polonezköy’de Polonezlerin çoğunlukta oldukları son dönemlerde Madam Luluka’nın pansiyonunda geçirilen yılbaşı geceleri ve ertesinde yapılan orman gezileri, her sergi açılışının mutlaka bir meyhane sefasıyla noktalanması, Nuri ve Nasip İyem’in Şile’deki evlerinde geçirilen hafta sonları, ya da Şişli’deki atölyeyle içiçe evlerinde, Nasip Ana’nın kurduğu, kenarına her dakika birinin eklendiği masalar, Vedat Orhun’la Ayhan Orhun’un “hadi gelin akşama, ne varsa birlikte yeriz” dedikleri için midir nedir, rızkı hiç tükenmeyen çilingir sofraları, bu sofraların etrafında da, aralarında büyüdüğüm için kendimi inanılmaz şanslı gördüğüm, sevginin, huzurun, kahkahanın, sanatın, kültürün insanı nasıl farklı biçimlendirebileceğinin kanıtı olan harika insanlar, 70’li ve 80’li yılların ressam, mimar, grafiker ve tasarımcı kitlesinin parçasıydılar. Ayşenur ve Yurdaer Altıntaş, Erman Nusal, Antuan ve Engin Gargar, Ayla ve Albert Haskiya, Ahmet ve Havva Güleryüz, Yıldız Alpar ve Yalçın Emiroğlu, unutamayacağım isimler olarak, kendi halinde kibar bir İstanbul’un fotoğrafını oluşturan kişiler arasında yerlerini aldılar.

Babamın elektronik çalışmalarının iyice yoğun olduğu yıllar 1970’lerin ortalarından sonrasıydı. “Küçük Oda”sının işle ilgili misafirlerinin eksik olmadığı, milimetrik kağıtlar üzerine hiç durmadan elektronik devreler çizip, bunları ürettiği yıllardı. Fen derslerim hiç bir zaman babamın şanına ve yeteneklerine yaraşır bir durumda olmadı doğrusu, ama neler yaptığını hep merak ettim. Kim için ne ürettiğinden çok, neyi nasıl yaptığıyla ilgilendim. Bu yüzden masasının üzerindeki düzen, çalışma biçimi, aletleri kullanışı dün gibi gözümün önündedir. Fenle ilgili zaman zaman kendisinden yardım da alırdım ama sanki başka bir dil konuşuyorduk. Bizim okuduğumuz modern matematik denilen şey, onun “riyaziye”sine pek benzemiyordu. Zaten birlikte ders çalışma seansımız bir süre sonra sohbete dönüşür, o bana kendi zamanındaki matematik ve fizik terimlerini anlatmaya başlar, sonra onun, inci gibi bir yazı ve renkli mürekkeplerle çizdiği akıl almaz şema ve çizimlerle dolu eski fen defterleri ortaya çıkar, en sonunda annemin “haydi yemek…” anonsuyla da bu ders faslı kapanırdı.
Evimize televizyon alındığında ben ortaokul öğrencisiydim. Siyah-beyaz bir Nordmende, geldi salonun baş köşesine kuruldu. “Televizyon sehpası” denilen mobilyamız olmadığı için, tekerlekli ahşap bir içki dolabının üzerine yerleştirildi. O yıllar “bugün televizyon var mı?” gibi bir sorunun sorulduğu dönemlerdi, çünkü her gün yayın yoktu. Uzay Yolu, Kaygısızlar gibi Amerikan malı dizileri ya da 50’li yılların Hollywood filmlerini annemle seyretmeye bayılırdım ama babam bunlarla pek fazla ilgilenmez, kendi odasında gecenin geç vakitlerine kadar çalışırdı. Sanırım bütün o elektronik devreler o saatlerde çıkmıştı ortaya. Televizyondan önce, baş köşede değil, ama yine salonun ortasında, kütüphanenin bir gözünün içinde duran lambalı bir radyomuz vardı. 14 yaşına gelinceye kadar bu radyodan çıkan seslerle büyümüş olduğum için, kendime rahatlıkla radyo çocuğu diyebilirim. Nişantaşı’ndaki evimize taşındığımız 1967 yılında yerine yerleşen bu radyodan dinlediğim TRT yayınlarının, eğitimimde önemli rolü olduğunu söyleyebilirim. Aya ayak basan astronotların heyecanından tutun, günde iki defa bıkmadan dinlediğim Okul Radyosu’na kadar her şeye kulak kabartırdım. Ayrıca klasik müzik kültürümü de yine TRT’nin o zamanlar İl Radyosu adı verilen yayınlarına borçluyum. Fakat radyoyla olan ilişkim bununla sınırlı değildi. Babamın radyo için reklam programları hazırlaması, bu hazırlığın Tokatlıyan Han’daki Stüdyo Karamani’de yapmadığı kısmını da evde yapıyor olması, bende garip bir psikoloji yaratıyordu galiba. Sesini radyoda hiç duymadım elbette, çünkü o teknik adamdı, her zaman prodüksiyon masasındaydı, ama yine de Radyo’dan biriydi. İstanbul Radyosu’ndan ayrılmıştı, ama hemen ardından radyo için reklam hazırlayan bir firma kurmuştu. Dürnev Tunaseli’nin enerjik sesinden “Karamani Reklam sunar” anonsunu duymak hep koltuklarımı kabartır, babamın Radyo’nun en önemli adamlarından biri olduğunu düşünürdüm.

Karamani Reklam’ın programlarının bazı montajlarını babam evde yapardı. Orhan Boran’ın sunduğu yarışma programları arka arkaya kaydedilir, sonra babam onları evde birbirinden ayırır, programların içinde yayınlanmak üzere kısa süreli parçalar halinde hazırlardı. Makaralı bir Akai teybi vardı. Salonun ortasına kurduğu tezgâhının başında çok geceler geçirdi. Kendisi Radyo için çalışırdı ama o çalışırken radyo açılmazdı tabii. Annem bir köşede kitabını okur, bense pür dikkat, babamı seyrederdim. Ses montajı gözüme mucizevi bir şey gibi görünürdü. Babam da büyücü gibi gelirdi. Çünkü bandı bir ileri bir geri sararak, konuşmayı çok hızlandırıp ya da çok yavaşlatıp, bir noktada durdurur, korkmadan basardı makası. Bandı verevine keserdi. Sonra ileri sarar, aynı şekilde başka bir noktada durdurup makaslar, aradaki parçayı yere atar, kesilmiş iki parçayı birbirine beyaz skoçla yapıştırırdı. Sonra sarıp kestiği yeri dinler, tamam deyip devam ederdi. Doğru yeri nasıl bulabildiğine inanamazdım. Gecenin sonunda iskemlesinin sol tarafında kahverengi bir bant yığını oluşurdu. Atardı tabii onları, ama benim içim giderdi. Orhan Boran’ın sesi çöpe gidiyor gibi gelirdi. Montaja başlamadan önce, kesik bant uçlarını yapıştırmak için skoçları hazırlardı; skoç yapıştırıcı bantın dış tarafı mat beyaz ve kalındı. Önce bundan uzun bir parça kesip büyük bir camın üzerine yapıştırırdı. Sonra şeffaf gönyesiyle bundan ses bandı eninde şeritler oluştururdu. Bu şeritlerden de kabaca 1 cm’lik parçalar keser ve gönyesinin uzun kenarına yan yana dizerdi. Montaj sırasında gönyesini teybin yanına koyar, gerektikçe, keskin uçlu bıçağının ucuyla alıp kullanırdı. Bütün bu çalışmayı sonuna kadar seyrederdim, çünkü durmadan bir ileri bir geri sardığı programın bitmiş halini baştan sona dinlemek için sabırsızlanırdım. İşini çok iyi bilen, ellerini mahirce kullanan birini seyretmeyi her zaman sevmişimdir, herhalde babam sayesinde.

Babam İstanbul Radyosu’ndan ben doğduğum yıl, 1960’ta ayrılmış. Bu sürece tanıklık edemediğim için üzülüyorum zaman zaman. Çünkü birlikte çalıştığı insanları, ortamı, İstanbul Radyosu’nun içini, stüdyolarını, aletlerini her zaman merak ettim. Çocukluğum, fotoğraflara bakarak geçti. Öyle ki, 1965’te Moda’dan İstanbul tarafına taşındıktan sonraki yıllarda, bir gün anneme Radyo’nun kapısından girmek için ısrar ettiğimi hatırlıyorum. Annem de kırmayıp, beni o kocaman kapıdan sokmuştu içeriye. Resepsiyondakilere “Sabit Karamani’yi tanıyor musunuz? Ben kızıyım” diye sordum. Tanımadılar elbette. Bozuldum biraz, çünkü bana göre o zamanlar Radyo babamdan soruluyordu! Babamın Radyo’suydu orası. Buna benzer hisleri, bundan birkaç yıl evvel Radyoevi binasının satılacağı haberini görünce, iliklerime kadar titrediğimde duymuştum. Cumhuriyet tarihinin en önemli yapılarından birinin her anlamda içinin boşaltılacak olması fikri, “baba evimizi başımıza yıkacaklar” hissi yaratmıştı.
Babamın Radyo’da birlikte çalıştığı insanların bir kısmını tanıdım. Çünkü onlar, iş arkadaşı olmanın ötesinde dostlarıydı. Adımı kendi kızı Arzu’dan aldığım Orhan Boran –ben de adımı sonra Sami Güner’in kızı Nazan Ulutekin’in kızına vermişim-, Bostancı’daki evlerinde ya da Maltepe’deki yazlığımızda birlikte geçirdiğimiz günleri hiç unutmadığım Tarık Gürcan, bana her zaman yumuşacık sesiyle hitap ederken adımı “u”yu uzatarak söylediğini hatırladığım Faruk Yener ve eşi Belma Hanım, uçları sivri ince gözlükleri ve enerjik sesiyle Dürnev Tunaseli, küçük yaşlarımın önemli figürleri arasındadır.

Özellikle okul öncesi çağlarımda, yani 1967 ve biraz öncesinde hafızama yer etmiş, sonradan yaşam biçimimin şekillenmesinde çok önemli rol oynamış olduğunu düşündüğüm bir akrabası vardı babamın: Celal Esat Arseven. Babam bana göre, çoğu asker olan aile büyüklerinden çok onu örnek almış kendine. Çünkü Celal Esat Bey’in yaşamına ve bir ömre sığdırdıklarına bakınca, bir hezarfenin nasıl yaşadığını anlıyorsunuz. Sanat tarihinden müziğe, sinemadan edebiyata, resimden şehirciliğe inanılmaz geniş bir ilgi ve üretim alanı olmuş biriyle dirsek teması halinde bir gençlik yaşarken, bu zenginlikten etkilenmemek mümkün mü? Celal Esat Bey’in üçüncü eşi olan Leman Arseven, babamın Ülfet Karaman isimli halasının kızıydı. Leman Hala kızıl saçlı, endamlı, heyecanlı ve şakıyan bir ses tonuyla konuşan, hep güleryüzlü, şuh görünen ama aslında galiba pek de öyle olmayan, neşeli, güzel bir kadındı. Ressamdı o da. Kadıköy’de ahşap bir konakta otururlardı. Burası eski tiyatro oyuncularından Abdürrezzak Efendi’nin eviymiş. Çocukluğumun belki de en büyülü atmosferi işte bu evdi. Annem ve babamla Celal Bey ile Leman Hala’yı sık sık ziyarete gittiğimiz zamanlarda biz de Moda’da oturuyorduk, henüz Teşvikiye’ye taşınmamıştık. Evin kapısını Leman Hala açardı. Bizi görünce yüzü aydınlanır, en tatlı sesiyle coşkulu bir biçimde buyur ederdi içeriye. Bana bayılırdı, bilirdim. Ben de ona… Girişteki taşlık beyaz mermerdi diye kalmış gözümün önünde, ama çok daha net hatırladığım bir şey var: iki tarafta yerden tavana kadar yükselen ahşap dolaplar. Bu dolaplarda, Celal Bey’in Gelincik sigarası paketlerinin arkalarına yaptığı resimler dururdu. İçeri girdikten sonra, Celal Bey’in olduğu odaya geçerdik. Selamlaşma faslından sonra herkes bir köşeye yerleşirdi. Ben de oturduğum yerden Celal Bey’i izlemeye koyulurdum. Evin cam tarafındaki köşesinde duran bir koltukta otururdu. Her zaman takım elbisesi olurdu üzerinde. Ağzında sürekli bir sigara vardı, çok az eline alırdı bunu. Sigaranın ucu kendi kendine yanar, külü uzar, sonra o kül pıt diye ceketinin üzerine düşerdi. Ne kendisi, ne de Leman Hala müdahale ederdi bu duruma. Pek konuşmazdı, biraz asık suratlı gelirdi bana. Sigarası hep ağzındaydı, çünkü elleri meşguldü. Herkes laflarken, o hep resim yapardı. Günde kimbilir kaç tane tükettiği Gelincik paketlerinin arkasına, kırmızı ve mavi kalemlerle durmadan çiziktirirdi. Annemi, babamı, beni, karşısında kim oturuyorsa… Bir de gözlerinden alamazdım gözlerimi. Çok güzel bakışları olduğundan değil; göz kapaklarını flasterle kaşlarına tuttururdu, üstelik bazen bunu biz oradayken yapardı. Küçük bir parça flaster keser, göz kapağını tutup yukarı çeker, o parçayı üstüne yapıştırırdı. Ben bütün ihtiyar insanların böyle yaptıklarını düşünürdüm ama sonra öyle olmadığını gördüm. Celal Bey, biz onu ziyarete gittiğimiz zamanlarda 90’larındaymış. Eğer öyle yapmasaymış gözleri açılmıyormuş. Göz kapakları kaşlarına bantlanmış, ağzında sigarasıyla oturan bu ihtiyardan korkar mıydım, hayır. Belki biraz çekinirdim. Ama o ortamı çok sevdiğimi, orada olmaktan büyük bir haz aldığımı çok iyi hatırlıyorum. Halılarla, kilimlerle kaplanmış odalar ve koridorlar, yuvarlak tutamaklarla açılan ahşap kapılar, biribine açılan irili ufaklı odalar, döne döne üst kata çıkan karanlık merdivenin geniş basamakları, küçüklü büyüklü resimlerin asılı olduğu duvarlar, yürüdükçe gıcırdayan ahşaplar, bana kendi yaşadığım evden daha çekici, gizemli ve renkli gelirdi. Bu harika evi benim için olağanüstü kılan başka bir olay daha vardı; Leman Hala, kimi zaman büyük yılbaşı partileri düzenler, kıyafetli balolar yapardı. Davetliler de çoğunlukla sanat çevresinden insanlar olurdu. Ressamlar, heykeltıraşlar, Akademi hocaları, piyanistler, operacılar, ayrıca elçiler, iş adamları ve yabancı davetliler, bu balolara son derece özenerek hazırlanırlar, mükemmel kostümlerle katılırlardı. Bu balolar benim için akıl almaz derece güzel, eğlenceli, renkli ve heyecanlı olaylardı. Biz ailece hazırlanırdık, “bu sene ben ne olacağım?” sorusunu hep sorduğumu hatırlıyorum.
Celal Bey ile Leman Hala’nın evlerinde yarattıkları atmosfer, misafirperverlikleri, evde sürekli bir sanat lafının ve kokusunun yaşanıyor olması, içinden yayılan sıcaklık ve renk cümbüşü, gelip gidenlerin sayısını hiç bilememeleri, sürekli bir sofra kaldırıp koyma telaşının yaşanıyor olması, bende “ev dediğin böyle olmalı” fikrini oluşturdu. Hep bunun için uğraştım.
Moda’daki evimizi de seviyordum. Belli başlı şeyler dışında çok fazla hatıram yok. Ama babam, tam bir Modalı, gerçek bir Kadıköylüymüş, bu kesin. Annem de Laleli’den Moda’ya gelin gitmiş. Moda’nın belki de en güzel zamanlarının keyfini onlar çıkartmışlar. Annem gündüzleri küçük bebeğini alıp Koço’ya gider, ızgara köftelerin birini bana, birini kedilere yedirirmiş. O dönemlerde 40’lı yaşlarını süren babamın Kontiki adını verdiği sürat teknesiyle, bazen hafta sonları Pendik’te deniz kenarındaki lokantalara, bazen de adalara uçup giderlermiş. Tekne zevkini paylaştığı en yakın dostlarından biri de Fikret Minisker’miş. Boyunlarından indirmedikleri fotoğraf makineleriyle İstanbul’un ve şıkır şıkır Marmara Denizi’nin tadına doyamamışlar.

Ben ilk fotoğraf makinemi babamla birlikte aldım. Galiba biraz da ona özenerek, 6×6 film çeken tepeden bakmalı bir Lubitel seçmiştim. Fakat babamın bir yere kendi fotoğraf makinesiyle gittiğini hiç görmedim. Onun fotoğrafçılığını ben değil annem biliyor. “Yeni evliliğimiz karanlık odada geçti” demesi boşuna değil. 20 yıl kadar devam eden Amatör Fotoğrafçılar Sergileri’ne babam 10 yıl süreyle katılmış. Bu dönemden geriye, binlerce negatif, yüzlerce baskı, müthiş bir İstanbul arşivi ve unutulmaz dostluklar kalmış.
Babamın Kadıköylülüğü Modalılıkla sınırlı değil. İlk gençlik ve çocukluğunun Kızıltoprak’ta bir köşkte geçtiğini biliyorum. İki kere askere alındığı ve uzun sürdüğü için, son derece parlak bir öğrenci olmasına rağmen fakülteyi bırakmak zorunda kalmış. Belki de bu nedenle, Sami Sabit Paşa’nın torunu ve asker bir babanın oğlu olmasına rağmen asker olmaya hiç niyetlenmemiş. Üç kız çocuğunun arkasından doğan ve tüm ailenin gözbebeği olarak yetişen Ali Sabit, dünyanın en kibar insanlarından biri olan annesinin “Peki Alüş, kızmayacağım ama lütfen o ağacın tepesinden in artık” diye yalvarmalarını çok sık dinlemiş. İlk radyosunu 13-14 yaşında yapan, bisikletle durmadan Kızıltoprak’tan kalkıp Polonezköy’e kadar giden, ilkokul öğretmenine sigarayı bırakacağına söz veren, sonra da kimse görmesin diye pencereden dışarı attığı izmaritin pervaza kaçması yüzünden köşkte yangın çıkmasına sebep olan, evdeki çocuklar arasında dedenin düzenlediği “kuralına uygun güzel yemek yeme yarışması”nda hep birinci olan, yani ele avuca sığmayan ama çok sevilen özel bir çocuk olarak yaşamış.


Babamın anlattıklarıyla birleştirdiğim eski aile fotoğrafları, gözümün önüne her zaman Rus klasiklerindeki kır evi sahnelerini çağrıştırmıştır. Babam gibi hepsi açık renk gözlü ve akça-pakça olan halalarımın, onların hiç görmediğim akrabalarıyla çekilmiş resimlerini saatlerce seyretmekten büyük zevk alırım. Ama işin başka bir tarafı hep içimde bir eksikliktir; babamın 50’li yıllardaki serüveninin içinde olmayı arzu ederdim. Yeteneklerini, yaptıklarını, bunları paylaştığı insanlarını daha yakından tanımak, fotoğraf çekmeyi o insanlardan öğrenmek, Radyo’nun kapısından eski radyocuları seyretmek için girebilmeyi isterdim. Ama bunun için onun da 44 yaşında değil, daha erken baba olması gerekiyordu. Kimbilir belki böylesi bir çalışmaya niyetlenişim, ona biraz daha yakınlaşabilmekti. Tanıyanların deyişiyle tam bir eski İstanbul efendisi olan, az konuşmayı tercih eden, son derece kibar, fakat aslında gençliğinde, kelimenin tam anlamıyla düz duvara tırmanan, çalıştığı yere “hemen istifayı basabilecek olma” ihtimaline karşı ceketinin iç cebinde her zaman 16 kuruşluk damga pulu bulundurmuş olmakla övünen, az yemek yiyen ama iddia üzerine yedi pilici bir seferde gövdeye indirebilecek kadar inatçı olabilen Sabit Karamani’yi biraz geç tanıdım.
Bu yazı 14 Mayıs – 7 Haziran 2014 Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde gerçekleştirilen “Sabit bilir! 20. yüzyılda bir hezarfen: Sabit Karamani” sergisinin metnidir.