Söyleşi

Bir dayanışma pratiği olarak Misi deneyimi

Çevre Haftası vesilesiyle Bursa’nın Misi köyünde gerçekleşen konuk sanatçı programına ve “Misi’nin Florası” sergisine baktık.

Tohum Kütüphanesi, Nilüfer Belediyesi Kent Bostanları, Fotoğraf: Eda Yıldız

Bursa Nilüfer Belediyesi’nin desteğiyle Misi köyünde gerçekleşen konuk sanatçı programı, büyük şehirlerde yürütülen programlara alternatif olarak kırsalı deneyimleme, kırsal üzerine düşünme ve üretme pratiklerini içeriyor. Misi köyü, her ne kadar büyükşehir yasasındaki değişiklikle Nilüfer Belediyesi’ne bağlı Gümüştepe Mahallesi’ne dönüşse de kırsala dair yaşam kodlarının devam ettiği bir yerleşim alanı görünümünde. Tabi ki bu dönüşümün köyün ekolojik ve sosyolojik yaşantısında kırılmalara neden olduğu da görülüyor.

Misi’nin imara açılması, köy içinde turizm faaliyetlerinin yaygınlaşmaya başlaması ve dışarıdan gelen göçle birlikte yerleşim alanının kent ve köy yaşamı arasında sıkışmaya başladığına tanık oluyoruz. Programda yer alan sanatçılar burada geçirdikleri süre boyunca hem köy yaşantısında gözlemlenen değişimin ve dönüşümün hem de kaybolan ve varlığını sürdüren şeylerin peşine düştüler. Bunu yaparken de birlikte üretmenin yanı sıra birlikte düşünmek, sohbet etmek, yemek yapmak, yürüyüşlere çıkmak gibi ortak bir yaşam alanı kurguladılar. Fulya Çetin yürütücülüğünde gerçekleşen konuk sanatçı programının çıktıları “Misi’nin Florası” başlığı altında, 25 Kasım 2023 – 15 Ocak 2024 tarihlerinde, Nâzım Hikmet Kültürevi’nde izleyiciyle buluştu. Kırsaldaki kültürel yaşantının hareketlenmesine katkı koyan program, Türkiye’nin farklı şehirlerinden gelen katılımcılarıyla ve burada kurulan komün yaşam deneyimiyle ekolojik kayba karşılık kurulan sanatçı ittifaklarına da önemli bir model teşkil etti. Fulya Çetin, Begüm Mütevellioğlu, Berna Dolmacı, Barış Gençler, Can Ünlü, Cansu Kahraman, Derya Yıldız, Derin Uludağ, Didem Erbaş, Eda Aslan, Eda Yıldız, Ferat Demiroğlu, İsmail İfşa, Leyla Keskin, Mizgin Uçar, Şule Nur Alev katılımıyla gerçekleşen sergiyi ve Misi’deki konuk sanatçı programı sürecini sanatçılarla konuştuk.

Fulya, seninle başlayalım istiyorum. 2019-2023 yılları arasında farklı mevsimsel kurgular içerisinde, Misi’deki konuk sanatçı programının yürütücülüğünü üstlendin. Konuk sanatçı programına dair yaptığımız konuşmalarda programın sanatçılar arasında komün bir yaşam deneyimi kurguladığından bahsetmiştin. Pelin Tan da katalog metninde ekolojik kayıplara karşılık yabanıl ittifaklar kurmanın önemine değiniyor. Burada geliştirdiğiniz dayanışma sürecine dair gözlemlerin nelerdir? Kentin sunduğu imkanlarla karşılaştırınca doğada yaşama fikri bize nasıl yeni ittifak modelleri öneriyor? 

Fulya Çetin: Misi’deki proje, Bursa Uludağ Üniversitesi’nde hocalık yapan arkadaşım Meryem Uzunoğlu ile karşılıklı konuşmalarımız sırasında kurulmuş bir hayaldi. Konuşma olarak kalan bu hayali Latife Tekin’in “İyi bir sanat eseri, insanların gürültüsünden, karmaşasından kurtarılıp sessizleştirilmiş̧, sezgi yumuşaklığına gelmiş̧ ve susan bir şeydir. Dağların, ağaçların, kuşların, ırmakların yanına eklenecek bir şeydir” cümlesi tetikledi. Zihnimizde birlikte nasıl yaşarız, düşünürüz ve üretiriz soru canlanmaya başladı. Ve bu soruların cevaplarını Nilüfer Belediyesi’nin de desteğiyle Misi Sanat Evi’nde deneyimledik. Farklı mevsimlerde farklı bölgelerden gelen, ekoloji üzerine çalışıp, üreten sanatçılarla bir araya geldik. Programın yürütücülüğünü üstlendiğim zaman diliminde, 4 farklı sanatçı grubunun çalışma, düşünme ve üretim süreçlerine tanık oldum. Dolayısıyla bu gruplardan çıkan çalışmaları bir araya getirip sergiye dönüştürme görevi de bana düştü. İlk başta sergi amaçlı yola çıkmamıştık.  Fakat sonrasında Misi’de geçirilen zaman içinde ortaya çıkan çalışmaların önemli bir kısmını Nâzım Hikmet Kültürevi’nde sergilemeye karar verdik. Sanatçıların birbirlerini işleri üzerinden değil, birlikte yaşama, yemek yapma, aynı masa etrafında toplanıp saatlerce konuşma, orman ve köy yürüyüşleri süreçlerinden tanıdığı bir zaman dilimini paylaştık. Birçok şeyin bir arada yaşandığı, köyü, birbirimizi, yaşam biçimlerimizi tanıdığımız, ortak bir noktada buluşma alanıydı daha çok.

“Misi’nin Florası” sergisinden görünüm

“Misi’nin Florası”nın çıkış noktası aslında Latife Tekin’in bir konuşmasında rastladığın bir ifadeye dayanıyor. Bir önceki cevapta onun cümlelerine yer verdin. Her şeyin ve herkesin çokça bağırdığı bir dönemde, karmaşadan ve gürültüden uzaklaşarak, eseri yabanıl bir anlamda doğaya ait kılmak nasıl mümkün olabilir sence?

F.Ç: Evet, her şey çok bağırıyor fakat özünde asıl söylenmesi gerekenlerden hep kaçılıyor sanki ya da bu kakofoni içinde kaybolup gidiyor. İç sesini dinlemek, içine bakmak, göz hizasında kurulmuş ilişki yöntemlerini aramak ve bunları hiyerarşinin kurduğu düzlemden koparıp yeni önermeler getirerek üretmek sanatçının devam etmesi için önemli bir motivasyon.

Didem, seninle devam edelim istersen. Yurtiçi ve yurtdışında pek çok konuk sanatçı programına katıldın. Şehrin sunduğu imkanlar nerede bulunduğuna göre farklılaşsa da ortak bir kentsel dağarcık üretebiliyor gibi. Şehirde karşılaştığın manzaralar senin pratiğini harekete geçirebiliyor ve bir etkileşim alanı oluşturabiliyor. Peki, Misi gibi kırsal bir yerleşim dokusu sana neler söyledi? Burada ürettiğin işin, Misi’nin peyzajında önemli bir yeri olan dağ hakkında. Bu dağ ve Misi üzerine ürettiğin diyalogu biraz açabilir misin?

Didem Erbaş: Misi’de deneyimlediğim süreç ilk kırsal konuk sanatçı programıydı aslında. O yüzden benim için programa katılan arkadaşlarımla birlikte, süreci deneyimlemek ve birlikte çalışmak çok değerliydi. İlk defa ziyaret ettiğim bir bölge ya da şehirdeysem, çalışmalarımda o bölgeye dair araştırmalar yapmak sürecimin bir parçası oluyor. Misi Köyü’nde de Misi için anlamının büyük olduğunu düşündüğüm bir dağ manzarasıyla karşılaştım. Manzaranın tamamına hâkim bu dağ, insan eliyle yapılan bir müdahale sonucunda işe yarar hale getirilmeye çalışılmıştı. Ama yine de heyelan olduğunda taşların yola doğru geldiğini görüyordunuz. Köyde nereye gidersem gideyim karşılaştığım bu dağ ve onun oradaki hakimiyeti benim için çok önemli hale gelmeye başladı. Bu yüzden dağı araştırmaya ve köydeki insanlara sorular sormaya başladım. Ve bu araştırma sürecinde dağa heyelandan ötürü yapılmış bir müdahale olduğunu fark ettim. İnsanların kendileri için işe yarar hale getirmeye çalıştıkları dağ, artık ne kendi ve çevresi için ne de insanlar için yararlıydı. Burada yapılan insan müdahalesi sonucu eklenmiş yapay parça (üzerine dökülen beton ya da benzeri bir materyal) var olan manzarayı değiştiren bir görüntü haline gelmişti. Doğal yollarla ya da insan müdahalesiyle değişen manzaralar işlerimin bir parçası olduğu için bu dağ bir videoya dönüştü. Videoda sadece dağı ve arada bir önündeki yoldan geçen arabaları görüyorsunuz.

Didem Erbaş, Ben Bir Dağ’ım, Video 3’34”, 2019

Eda, sergiye mekâna özgü bir yerleştirmeyle katılıyorsun. Bu yerleştirmede, hazır nesne olarak görebileceğimiz asma fidanı ve günlüğünden bir A4 kâğıt yer almakta. Misi’de bulunmak gündeliğin ritminde nasıl bir kırılma yarattı. Bu kırılmanın asma fidanıyla kurduğu ortaklık nedir bahsedebilir misin?

Eda Aslan: “Misi’nin Florası” benim ilk residency programı deneyimimdi. Dolayısıyla biraz da özel bir yeri var ve tesadüfi bir şekilde zaten tanıdığım ve arkadaş olduğum sanatçılarla birlikte bu süreci paylaştım. Kısa süreli bir program olmasına rağmen bu süreç oldukça kıymetliydi. Birlikte yemek, birlikte okumak birlikte ormanda gezintiye çıkmak, üretmeye ve bu alanın güvencesizliğine dair endişeleri de paylaşmak oldukça kıymetli ve motive ediciydi, iyileştiriciydi. 2 hafta boyunca şehirde Hamburg üzümü/Hamburg muskatı adı verilen bir üzüm çeşidinin izini sürdüm. Köy halkıyla köyün değişen tarım ve bağcılık geleneği üzerine konuştum, Birlikte eski üzüm bağlarını ve şarap fabrikalarını ziyaret ettik, geleneksel şarap yapımına dair detayları benimle paylaştılar. Köyün hafızasında önemli yeri olan bir tür üzüm çeşidi Hamburg misketi/muskatı, ancak köyde yetişen genç nüfusun köyden merkeze göçü, yoğun bir emek ve zaman isteyen bağcılık geleneğinin sürdürülmesini engellemiş. Sonuç olarak eski bağların yerini bugün otoyollar, yeni yeni yapıların almasıyla tamamen köyün hafızasından silinmiş bir üzüm çeşidi. Aynı zamanda köyün şarapçılık faaliyetleri konusunda da oldukça önemli bir yeri var. Ancak köyün değişen sosyal yapısı, alkol tüketiminin giderek artması bu küçük köy içerisindeki huzursuzluğu epey arttırmış, aynı zamanda köydeki haneler arasındaki tansiyonu yükselttiğini köylülerden dinledim. Bağcılık faaliyetlerinin giderek azalmasıyla birlikte şarap fabrikaları da tamamen kapatılıyor. Ben de sergiye; köyün Hamburg misket üzümü cinsini getirdim. Sergi sonunda yeniden köyün hafızasına eklenmesini planlayarak ufak bir jestte bulunmak istedim.

Eda Aslan, İsimsiz, mekana özgü yerleştirme, 2019

Kırsala dair yaşam kodları, kentin hızından uzaklaştığımız bir anlamda yavaşladığımız bir ritim içeriyor.  Derya sen Lento isimli videonda duvar üzerinde ağır bir tempoda ilerleyen bir solucanın hareketine odaklanıyorsun. Derya sen de İstanbul’dan Misi’deki konuk sanatçı programına katıldın. Hızlı akan bir kent deneyimine karşılık yaşamın yavaşladığı Misi’de üretimde bulunmak nasıl bir histi, burada kazandığın farkındalıklar neler oldu?

Derya Yıldız: Misi’de üretimde bulunmanın bana, etrafımdaki hareketi ve zamanın bu hareketten doğan farklı bölünmelerini gözlemlemeyi olanaklı kılan bir yavaşlık, neredeyse bir durağanlık sağladığını söyleyebilirim. Buna karşın yeni tanışılan bir mekânda, kısıtlı bir zamanda iş üretiyor olmak, başka türlü bir hızlanmayı zorunlu kılıyor. Lento ile bu yer değiştirmeleri, bir başka yer değiştirmeyle kayıt altına almayı deniyorum. 

Eda, Bursa’dan Misi’nin yer aldığı şehirden konuk sanatçı programına katıldın. Aslında bu coğrafyaya yabancı olmamana rağmen, işlerinde Misi’nin florasına yabancı, 4 misafir ağaç arasında ortak bir anlatı kuruyorsun. Dikkat çeken başka bir nokta ise bu ağaçlara dair ürettiğin desenlere yazdığın metinlerin eşlik ediyor olması. Hem işlerinin çıkış noktasından hem de metin ve deseni bir arada kullanma tavrından bahsedebilir misin?

Eda Yıldız: Bursa’da yaşayan ve üreten bir sanatçıyım. Fakat uzun zaman Bursa’da bulunmamamdan kaynaklı başka yerlerde yabancı olma, misafir olma durumunu çok iyi biliyorum. Sanırım bu mantık, Misi’ye yabancı olan bu ağaçları irdelememi sağladı. Bir diğer aydınlanma ise Misi’yi gezdiğimiz süreçlerde kendi bitki örtüsünün yok oluşuna tanıklık etmemizdi. Bunların bir sürü nedenleri olabilir. Sanki vazgeçilmiş, terk edilmiş veya küstürülmüş gibiydiler. Bu dört ağaç onların yanında gerçekten yaşıyordu. Kaldığımız süreç boyunca bana en tanıdık olan Karayemiş (taflan) ağacıyla çok fazla ilgilendim. Çokça kez karşısına geçtim ve onu hissetmeye anlamaya çalıştım. Aynı zamanda benim için bir kaybın da temsili olmuştu. Kendi açımdansa bir yas veya bir iyileşme süreciydi. Bu ağaç benim hem yasım hem de iyileşme sürecim diyebilirim. Çizimler ve yazılar da bu süreci anlatan birer metafor. Kısaca bir yer değiştirme hali de olabilir.

Sergide yer alan eserlerden bazılarının geri dönüşümlü kâğıt, vegan tekstil, toprak, bitkisel boya gibi ekolojiye duyarlı ya da doğal malzemelerden üretildiğine tanık oluyoruz. Sanat nesnesini hâlihazırda kullanılagelen malzemelerle üretmek ile bu tarz doğal malzemeler kullanarak üretmek arasında nasıl bir fark oluşuyor? Ekolojiye duyarlı bu malzemelerin üretim sürecinize olan katkıları nelerdir?

Derin Uludağ: Doğal malzemeyle çalışmanın doğanın dilini anlamanın etkili bir yolu olduğunu düşünüyorum. Bitkisel mürekkeplerle çalışırken sıvıların kimyası, asit-baz dengeleri ve oksidasyon gibi doğal süreçleri gözlemleme fırsatım oldu. Bitkilerin döngülerini ve mevsimleri yakından takip etmem gerekiyordu.  Bu yolla üretim materyaliyle canlı bir ilişkim olduğunu hissettim ve yaratım sürecim zenginleşti. Malzemenin doğasına şahit olmak, sanatsal üretime malzeme hazırlığını da dahil etmek pratiğimi bütünsel bir deneyim haline getiriyor. Ekolojiye duyarlı malzemeler ararken artıkları dönüştürmek, yürüyüşler yaparak materyal toplamak, ayıklamak, pişirmek, öğütmek gibi aşamalardan geçiyorum. Bu arayış yoluyla dinamik ve canlı bir süreç deneyimliyorum. Bu süreçte doğal döngüye dahil hissedebiliyorum ve pratiğimin de zamanla kendine has bir dili ve döngüsü oluşmaya başlıyor.

Derin Uludağ, Dragon, 2022

Ferat; Mizgin ve Leyla ile aynı dönemde Diyarbakır’dan Misi’deki konuk sanatçı programına katıldın. Burada Misi’nin sınırları üzerine bir video ürettin. Pelin Tan da düzenlemiş olduğunuz söyleşide, özellikle doğudaki ve güneydoğudaki sınır coğrafyalarına değinerek burada üretilen savaş politikalarının oluşturduğu ekolojik kayıplara değinmişti. Ekolojik yıkımın, militarist politikaların yanı sıra kapitalizm ve onun mekânlaşma süreciyle de doğrudan bir ilişkisi var. Bir köy yerine de gelsen sınırlarla kuşatılmış olduğunu fark edebiliyorsun. Misi’nin Sınırları’na dair neler söylemek istersin?

Ferat Demiroğlu: “Misi’nin Florası” sergi fikri ilk ortaya çıktığında Latife Tekin eserleri üzerine eğildik. Bu süreç Covid-19 salgınının ortaya çıkmasıyla kesintiye uğradı. O dönemde Latife Tekin’in eserlerini okumaya başladım ve ilk okuduğum Ormanda Ölüm Yokmuş romanı oldu. Roman, doğayla geliştirilen ilişkinin boyutu üzerine. Yaşadığım coğrafyada yaşam alanlarını insanların iradesi dışında belirleyen temel unsur, iktidar ve iktidarla olan ilişki biçimleri. Her ne yaparsak yapalım iktidarın da bir noktadan sonra tıkandığı bir an oluyor. Onun kontrol edemediği ve artık doğanın belirleyici olduğu anlar ve zamanlar var. Aslında iktidarın da sınırlarını doğa belirliyor. Ancak yapabildiği tahribatı zaman içerisinde yapmış oluyor. Ben 1993 yılında Bursa’da 6 ay yaşamış biri olarak Bursa’nın bakir olduğu dönemleri hatırlıyorum. “Misi’nin Florası”na dahil olduğumda bendeki Bursa imajı eski Bursa idi ve Misi de kafamda öyle şekillenmişti. Çok daha bakir bir Misi hayaliyle programa dahil oldum. İlkin Latife Tekin’e atıf yaparak doğanın yaşamımız üzerindeki belirleyiciliğine odaklandım ama Misi’ye geldikten sonra fikrim değişti. Misi ile ilgili kurduğum imaj yerle bir oldu. Çok kontrolsüz büyüyen, İstanbul’un arka bahçesi olmuş bir Bursa ile karşılaştım. Misi ile tüm bu kontrolsüz büyümenin içerisinde, her şeye rağmen ayakta kalmaya çalışılan bir yaşam alanı olarak karşılaştım. İnşaat sahalarının, parsellenmiş arazilerin, turistik tesislerin arasında kalmış bir doğal yaşam alanı gördüm. Bir tarafta sınırları belirleyen doğa varken, diğer tarafta da Misi’yi kuşatan vahşi, sağlıksız şehirleşme vardı. Ormanda olmayan ölüm, doğada var olan yaşam birçok noktadan -yollarla, inşaatlarla, etrafı duvarla örülen arazilerle- baskı altına alınmıştı. Misi kuşatılmış durumdaydı. Misi her şeye rağmen sınırlarını korumaya çalışılan bir yaşam alanı. Bu nedenle Misi’nin Sınırları’nda bu kuşatılmışlığı aktarmaya çalıştım.

Leyla, sergiye paralel olarak düzenlediğiniz söyleşide ekolojik yas kavramına değinmiştin. Sanıyorum ki konuk sanatçı programı aracığıyla Misi’de ilk kez bulundun. Yaşadığın coğrafyadaki deneyimlerinden de yola çıkarak Misi’nin ekolojisine dair gözlemlediğin kayıplar neler oldu ve iki coğrafya arasındaki benzerlikler ya da farklılıklar nelerdi?

Leyla Keskin, Kurmê Hevrîşim û İnsan (İpek Böceği ve İnsan), video fanzin, 2023

Leyla Keskin: Misi’ye gitmeden önce, Misi hakkında araştırmalar yapmıştım. Doğal olarak, ekolojik bağlamda beklentilerim büyüktü. Misi, üzüm bağları ve şarabıyla ünlü bir yerdi. Aynı zamanda ipekleriyle de ünlüydü. Konuk olduğum Misi’de, araştırma konum olan “Ekolojik Yas” kavramından bağımsız düşünemedim ve burada yaşanan ekolojik kayıplara yoğunlaştım. Öncelikle, üzüm çeşitliliğinin bol olması gereken bir yerde asma ağaçlarının bakımsız ve kurumaya yüz tutması ilgimi çekti. Buna paralel olarak, kendi yaşadığım coğrafyadaki üzüm bağlarının çeşitliliğiyle kıyaslayıp neden böyle bir kayıp yaşandığını araştırdım. Araştırmamın kilit noktası şarap üretimiydi. Şarap üretim tesislerinin olduğu yerlerde üzüm çeşitliliği bol olur ve çiftçi daha kaliteli üzüm yetiştirmek için özveride bulunur. Misi’de üzüm çeşitliliği şarap fabrikalarının kapanmasıyla azalmış ve üretimleri minimuma inmişti. Çünkü üzümlerin çiftçinin elinde kalması üretimi bitirmiş ya da yiyecek kadar az üretim olmaya başlanmıştı. Daha sonra ilgimi çeken bir diğer canlı türü olan ipekböceklerinin hikayesi beni derinden etkiledi. İpek üretimi ve aşamaları hakkında edindiğim bilgileri kendi yaşadığım coğrafya ile benzer buldum. Konuk sanatçı programı sonrası araştırmalarım devam etti. İki coğrafya arasında yaşanan fark üzüm çeşitliliğinde bariz ortadayken, ipek böcekçiliğinde sömürü birbirinin aynıydı. Böylelikle Judith Butler’in “Bazı canlıların yaşamlarının değerli sayıldığı, bazılarının ise yok sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz.” söylemi beynimde çağrışımlar yarattı.  Butler ayrıca, bazı canlıların yaşamlarının kaybedilmesinin yasının tutulması gerektiğini de belirtir.  Bu aşamada, kaybedilen yaşamların değerli olduğunu ve kaybın acısının hissedilmesi gerektiğini düşündüm. Kendi kültürümün geleneği olan hikâye anlatımı ile daha iyi ifade edebileceğimi düşünüp, çalışmayı görsellerle destekleyerek oluşturmaya başladım.

İlginizi Çekebilir

Eleştiri

10: SOYUTLAMALAR, İMALAR, MÜTALAALAR sergisi, X kuşağı ve pesimist gelecek tahayyülleri üzerine

Kütüphane

İMALAT-HANE'de gerçekleşen 10: SOYUTLAMALAR, İMALAR, MÜTALAALAR sergisinin küratör metni Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Sinematek/Sinema Evi'nde devam eden "Buradayız, Ayaktayız" sergisini, küratör Saliha Yavuz ile konuştuk.

Söyleşi

Bursa'da İMALAT-HANE'deki “Girilmez” sergisi fiziksel ve psikolojik olarak girilemeyen hallerin gündelik yansımalarını arıyor. Sanatçılar Can Küçük ve Cem Örgen'le sergiyi konuştuk.

© 2020

Exit mobile version