Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Kütüphane

Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri

İstanbul’un toplumsal tarihinin hemen her döneminde gündelik yaşamın önemli bir parçası olan sokak köpeklerinin, dini, siyasi ve sosyolojik dönüşümlerle değişen serüveninin peşine düşen serginin katalog metni Argonotlar Kütüphanesinde.

III. Ahmet Çesmesi yakınında sokak köpekleri. Anonim, 20. yüzyıl başı; Suna ve İnan Kıraç Vakıf Fotoğraf Koleksiyonu

İstanbul’da yaşayan canlı türleri arasında köpekler, en az insanlar kadar şehir hayatının toplumsal serüvenine katılmışlar; kendi bağımsız kolonilerini, ihtiyar meclislerini kurmuşlar; yönetim ve güvenlik sorunlarını uzmanlaşma düzeyinde çözümlemişler; törel değerlerini geliştirip, ortak yaşamın felsefesini şaşmaz bir doğrulukla uygulamışlardır.

Gündelik şehir hayatının boyutlarını insan modeline göre benimsemek, sokak köpeklerini İstanbul vatandaşı yapan tarihsel dönüm noktasıdır. Kuşkusuz bu belirleyici noktaya yalnızca kendi türlerine özgü bir içgüdüyle ulaştıkları söylenemez. Ne var ki insanlarla ilişki kurabilen ilk hayvan türünü temsil etmelerinde içgüdüsel özellikleri önemli rol oynamış ve toplu yaşama katılmalarını kolaylaştırarak aralarındaki dayanışmacı yapının güçlenmesini sağlamıştır. Öte yandan köpeğin toplumsal hayata şehir bünyesinde katılmasını gerçekleştiren, Doğu’ya özgü sosyo-kültürel etkenler de, kelimenin tam anlamıyla bu yaratıkların dünyasını kuşatan bir güvenlik çemberi oluşturmuşlardır.

Başta İstanbul gelmek üzere, Osmanlı şehirlerini birer hayvan cennetine çeviren temel neden, söz konusu etmenlerin gündelik hayatı belirleme güçleriydi. Osmanlı insanı bu güçlerin kaynağı üzerinde kafa yormadı; manevî hayatın kalıbına gömülerek yaşamayı seçti ve hayvanlara karşı beslediği merhamet duygusunu kendi iç huzurunun bir parçası kabul etti. Avrupalı gezginin gözünde ise Osmanlı şehirleri ile hayvanat bahçeleri arasında pek bir fark yoktu. Yadırgatıcı bir görüntü karşısında bulunduğunu kavraması, hayvanları bile toplumsallaştıran bir kültürün inceliklerine merak duygusuyla eğilmesini sağladı ve yakaladığı bazı ipuçları geçmişe ait bilmecenin çözümünde yararlı oldu. Bu ipuçlarını izleyerek İstanbul köpeklerini şehir hayatı içinde toplumsallaştıran kültürel etkenleri somutlaştırmak mümkündür.

Chateaubriand 1806’da çıktığı Paris-Kudüs Yolculuğu’nun İstanbul durağında, şehri üç temel özelliğiyle tanımlar: Sokakların ıssızlığı, tekerlekli arabaların bulunmayışı ve köpek nüfusunun kalabalıklığı. Yazar bu özellikleri dinî konularda önyargıyla yaklaştığı Müslüman dünyasından rastgele seçerek bir şehir tablosuna dönüştürmemişti. Dikkatli bir göz 19. yüzyılın ortalarına kadar en azından İstanbul’un mahalle görüntüsünü Chateaubriand’ın çizdiği bu tabloda yakalar. Söz konusu tarih dönemecine kadar ana yollara ve pazarlara açılan kesişme noktalarının dışında İstanbul sokaklarının ıssız karakteri, şehir hayvanlarını gündelik hayata kazandıran başlı başına bir olgu değerindeydi. Nitekim köpekleri toplumsallaştıran dayanışmacı yaşam biçimi eğer Osmanlı insanının sokağa kapalı inanç dünyasıyla bütünleşmeseydi, sonuç Avrupa şehirlerindeki gibi bir yurtsuzluk sorununa dönüşebilirdi. Fakat böyle olmadı; toplumsal kültür kendi dengesini bozmadan, şehrin tüm yaşam olanaklarını bünyesindeki canlı türleri arasında paylaştırdı. Bu paylaşmada İstanbul halkına düşen parça, cumbalı evlerin mistik hayatıydı; sokak ise köpeklere bırakıldı.

İslâmiyet’e göre ailenin barınağı ev, kutsal sayılıyordu. Özellikle İstanbul’un Müslüman semtlerinde mahremiyetin çatısı altındaki manevî hayat ile sokağın dünyevî hayatı arasındaki ilişki yeterince kurulamamıştı. Bu yüzden sokak, klasik dönem Osmanlı şehir hayatında kimsesizlerin, meçhul kişilerin vatanı olarak kendi kaderine terk edilmiş ve 19. yüzyıla kadar bağımsız niteliğini korumuştur. Sokağın bağımsızlığı, başlıca üç mekânın dinî içerikli atmosferi dışında kişiliğini bulmuştu. Bu mekânlardan sivil konut, ailenin kutsal yaşantısını güvenlik altına alıyor; cami, cemaatin kutsal inancını örgütlüyor; çarşı ise çalışan insanın alınterini kutsal kazanca dönüştürerek belli birer işlev üstleniyorlardı. Osmanlı insanı kendisini bu işlevsel mekânlara ait bir varlık gibi hissetmekle sokağın kutsallıktan yoksun gerçekliğine uzak kaldı. İşte bu uzaklık duygusu sokağı, İstanbul köpeklerine bir vatan olarak bağışlamıştır.

Ortaköy Camii civarında bir grup sokak köpeği. Abdullah Frères 1890 19,2 x 25,5 cm. Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu

Köpeklerin gündelik hayatında sokağın rolünü basit bir barınağa ya da yaşam çevresine indirgemek yanıltıcıdır. Kelimenin en doğru anlamıyla İstanbul sokakları, İstanbul köpeklerini yaratmışlardır. Ahşap evlerin etrafını kuşatan bu yaratıcı dış dünya, yüksek hayat standardını tanımayan ve belli bir ırka ait seçkin özellikler göstermeyen soyu sopu meçhul bir köpek türünün üremesini kolaylaştırdı. Sokak, tür özelliğini ortadan kaldırmış; dolayısıyla birbirine eşitlenmiş ortak bir köpek karakteri yaratarak, doğal dayanışmanın gerekli koşullarını oluşturmuştu. İstanbul köpekleri, kendiliğinden oluşan bu sınıfsız toplumun koşullarını hiç çaba harcamadan sokakta hazır buldular. Öte yandan bu şanslı yaratıkların hayatlarını sürdürebilmeleri, sokağın olanaklarına bağlıydı. Sanıldığının tersine, sokağın klasik dönemdeki hayat olanakları çok daha zengindi ve Müslüman dünyasında kurumlaşmış merhamet duygusu tarafından güvence altına alınmıştı. Her ne kadar ulema sınıfı, köpeği, mekruh bir hayvan saymış ve evde beslenmesini şiddetle yasaklamışsa da, dinî inancın sokağa çıkmış biçimi olan hurafe kültürü, merhamet duygusunun kapsamını yasak sınırının ötesine doğru genişletebilmişti. Yabancı gezginlerin hayretle kaydettikleri köpeklere gösterilen yakın ilgi, bu kurumlaşmış duygunun koruyucu kanatları altında gelişerek, mahalle aralarında küçük barınakların ve çeşmeden su içebilmeleri için özel yalakların yapılmasına yol açtı. Yaralı hayvanlar dikkatle tedavi edilirlerdi. İçi saman döşeli kulübeler bir çeşit sokak kliniği işlevini üstlenirler ve bu yardıma muhtaç hayvanlar her zaman çevrelerinde merhametli bir hemşireler kalabalığı bulabilirlerdi. Gezgin Olivier, 18. yüzyılın sonlarında geldiği İstanbul’da bazı yurttaşların köpeklerin beslenmesi için belli bir miktar para vasiyet ettiklerini yazar. Gerard de Nerval ise 1843’te aynı gözlemi hızla genişleterek, yardıma muhtaç hayvanların bakımını üstlenen özel vakıflardan söz eder. Bu örnekler, Müslüman halkın yaşam modelinin, yeryüzündeki aciz varlıkları toplumsallaştırabilecek kadar dini merhamet duygusuyla yoğrulduğunu yeterince kanıtlayabilir. Merhamet, karşılığında sevap kazandıran bir duyguydu ve Osmanlı dünyasında hayvanlara doğal yaşam hakkı olarak yansımıştı. Köpekler, kendilerine tanınan bu yaşam hakkını özgürce kullanabildikleri sürece gündelik hayatın ritmi, ara sokakların labirentinde bir serseriler cumhuriyeti’nin doğmasına yol açtı.

Köpeklerin yaşamı İstanbul’un her kesiminde böylesine rahat koşullarda geçmemiştir. Örneğin Galata-Pera bölgesi köpekler için sömürge hayatının bütün zor koşullarını kapsıyordu. İtalyan yazar Edmondo de Amicis izlenimlerini, “Pera ile Galata’da İstanbul’dakinden daha az uyuşuk davranırlar, çünkü orada daha zor yiyecek bulurlar. İstanbul’da pansiyondadırlar. Pera’da ve Galata’da alakart yerler” şeklinde ifade ederken, en azından hayvanlara karşı değişen zihniyet biçiminin de altını çizmekteydi. Azınlıkların yaşadığı bu bölge, köpeklerin yemek atığı bulmakta güçlük çektiği bir cehennem olmakla kalmadı, toplu halde öldürüldükleri bir mezarlığa da dönüştü. Gene yabancı kaynaklar, köpeklere zehirli et verilerek öldürüldüğünü yazmaktadırlar. Dorina L. Neave, “Türkler onları öldürtmemizi önlüyorlardı. Bu dertten kurtulmak için uyguladığımız usûllerden biri, parayla bir kayıkçı tutup, mümkün olduğu kadar köpeği karşı yakaya bırakmasını sağlamaktı” diyerek, gerçeği tüm açıklığıyla sergi- lemekteydi. Kuşkusuz bu noktaya değinirken amacımız bütün sadist ruhlu insanların Galata-Pera bölgesinde ikâmet ettiklerini söylemek değil, yalnızca zihniyet dünyasının farklılığını vurgulamak ve bunun nedenlerini somutlaştırmaktır. Bilindiği gibi Galata, henüz Pera’nın gelişmediği dönemde yoğun bir ticaret merkeziydi. Kâr hırsı yalnızca ticarethanelerde ve rıhtımlarda yaşanan bir duygu olmaktan çıkmış, sokakları da içine almıştı. Müslüman mahallelerinde yalnızca kutsal mekânları birbirine bağlayarak ikincil bir işlevi üstlenen sokaklar, bu bölgede bütünüyle ekonominin yükünü taşıyan atardamarlarıydılar. Sokaklarda canlı bir hayat hüküm sürüyordu ve bu hayat yalnızca insanlara özgü maddî tutkunun kültürel dolaşımını sağlıyordu. Pera ise daha çok elçiliklerin ve şirket bürolarının semtiydi, ama sokak dokusu bu bölgeyi de Galata’ya maddî çıkar bağıyla bağlamıştı. Bu yüzdendir ki Galata-Pera sokakları köpeklerin özgürce yaşayabilecekleri bir alan olmaktan uzaktılar. Hıristiyan azınlık köpeği mekruh saymamıştı ama, çok çabuk üreyebilen bu hayvanların toplu varlıklarını gündelik düzenlerinin bir engeli gibi görmüşlerdi. Ancak aralarından belli bir cinsin özelliklerini taşıyanlara kendi özel malikânelerinin bekçiliğini yaptırıyorlardı ki, bu da Avrupa’da uygulanan oldukça yaygın bir yöntemdi.

Oryantalizm, Doğu’nun insanlarına olduğu kadar hayvanlarına da pozitif bir mercekle baktı. Çözümleyemediği ilişkilerin sırrını Avrupa’nın standartlarına yaklaştırarak benzer karşılıklar ya da eksiklikler bulmaya çalıştı. Bu durumu yadırgamamak gerek; çünkü Doğu şehirlerine adım atan yabancı kitle, karşılarında değişik canlı türlerinin özgürce yaşayabildikleri egzotik bir ortam bulmuştu. Oysa doğal hayatın kendisiyle yüzyüze gelmeleri, o güne kadar bu ortamı eski bir Roma geleneğine uyarak kafese kapatıp gösterime çıkartan Avrupalılar için yadırgatıcıydı. Bütün bir Ortaçağ boyunca gezginci kumpanyaların şehir şehir dolaşarak paraya çevirdikleri bu canlı objeler Doğu’nun gündelik hayatında özgür vatandaşlar gibi yaşıyorlardı. Hıristiyanlığın popüler metinlerinde çizilen insan-hayvan karışımı yaratıkların korku dünyası, Doğu’nun kapıları açıldıkça zihinlerden silinmeye başladı ama, gene de hayvanların insan toplumundaki işlevleri yeterince anlamlı bir çözüme kavuşturulamadı. Püriten Avrupalı için sorun çok basitti; Doğu’nun insan uygarlığını hayvan varlığına indirgeyerek aşağı bir kültür karşısında Hıristiyan yüceliğin manevî tatmin yollarını aramıştı. Öte yandan pozitif bir eğitimden geçtiği anlaşılan gezginler de, karşılaştıkları kültürel çeşitlenmeyi rasyonel kalıplara sığdırmaya çalışarak, kavrayamadıkları noktalarda bir şark kurnazlığı karşısında olduklarını sandılar.

Avrupa şehir kültürüyle beslenmiş pozitivizmin İstanbul köpeklerine bakış açısı, daha çok belediyecilik noktasında yoğunlaşır. Batılı gözlemci, modern belediye örgütünün henüz kurulmadığı İstanbul’da sokak temizliğinin köpeklere yaptırıldığını sanmakla, bir bakıma Doğu’ya biçilen rasyonel kalıpları fazlaca zorlamıştır. Helmut von Moltke’nin izlenimleri genelde bu zorlamanın baskısı altında şekillenir. Bu Prusya düzenine hayran asker için köpekler, İstanbul’un belediye memurlarıydı; dolayısıyla halkın sokağa döktüğü yemek artıklarını öğüterek şehir temizliğini sağlamakla yükümlüydüler. Moltke’nin ileri sürdüğü ve daha önce de pek çok Avrupalı’nın görüş birliğine vardıkları bu pratik çözüm düşüncesi, 1835’in koşullarında kısmen doğruluk payı taşıyabilirdi; fakat bakış açısının ardında yatan felsefe, niçin yemek artıklarının papara yapılarak köpeklere bir ziyafet gibi sunulduğu sorusuna cevap bulmaktan âcizdi. Nitekim köpeklerin beslenmesini pratik açıdan işlevselleştirmeye çalışan bu yorum, bir canlı türüne verilen önemin ardındaki kültür birikimini hesaba katmamış, en azından görünenle yetinerek eski bir klişeyi tekrarlamıştı. Gerçekte ise İstanbul’un sokak çöplüğü bu kadar kalabalık bir hayvan kolonisini besleyebilecek kapasitede değildi; çünkü sokağa yemek fazlası dökmenin dinî açıdan günah sayıldığı herkesçe biliniyordu. Zengin konakları ve Saray mutfağı, yemek fazlasını fakirlere dağıtarak israfın Doğu kültüründe eleştirilen görüntüsünü başka bir boyutta tüketime sunmuşlardı. Mahalle ölçeğinde ise ekonomik kazançla orantılı, hatta onu aşan bir israftan söz etmek olanağı yoktu. Köpeklerin besin kaynağı yalnızca artıklardı ve bunlar da çoğunlukla papara ve çorba şekline dönüştürülerek, çöp kavramının dışına çıkartılıyordu. Besin artıklarından meydana gelen çöplük daha çok pazar yerleri ya da rıhtımlar gibi ticarî alanlara özgüydü. Bu kamusal alanların temizliği ise devlete aitti. Eğer devlet kendi görevini yerine getirmemişse, o zaman köpeklerin birer gönüllü belediye memuru gibi bu görevi severek yaptıkları söylenebilir.

Sultanahmet civarında sokak köpekleri. Abdullah Frères, 19. yüzyıl sonu Suna ve İnan Kıraç Vakfı Fotoğraf Koleksiyonu

Diğer önemli bir nokta, köpeklerin mahalle güvenliğini sağlamada üstlendikleri bekçilik göreviydi. İstanbul’da köpekler özel mülkiyetin değil, kamusal mülkiyetin bekçiliğini yaparlardı. Bunun anlamı açıktır; çünkü, kişiye değil, kamuya ait varlıklardı. İstanbul mahalleleri kendi içine kapalı birimlerdi ve bir yabancıya ancak kefalet sistemiyle yaşama hakkı tanırlardı. Bu yüzden mahalle sakinlerinin hemen hepsi birbirini tanır, komşularının aile geçmişlerini bilirlerdi. Seyyar satıcılar için de aynı durum geçerliydi. Yabancı bir satıcı istediği mahalleye pek giremez, eğer girerse karşısında köpekleri bulurdu. Aslında İstanbul mahalleleri kafes arkasından yüzlerce gözün gün boyu gözetlediği bir kontrol sistemine sahipti. Bu durumda köpeğin bekçilik görevi hava kararınca başlar ve mahallenin olduğu kadar kendi cemaatinin de güvenliğini sağlardı.

19. yüzyılda köpeklerin İstanbul’daki altın devirleri kapanmaya başladı. Osmanlı insanı sokağa adım atmıştı ve gündelik hayatı çağın gereğine uygun bir tempoda yaşamaya hazırlanıyordu. En genel anlamıyla bu durum köpeklerin vatanı olan sokağın insan tarafından fethedilmesiydi. Ülkelerini kaybeden köpekler, istilacılar tarafından gündelik hayatın sırtındaki yük gibi görülmeye başlanmışlardı. Yalnız bu kadar da değil; İstanbul, Avrupa şehirlerine benzemeye, hiç değilse orta düzeyde bir standarda ulaşmaya çalışıyordu. Beyoğlu’nda Altıncı Belediye Dairesi kurulmuş, en azından bu bölgenin görüntüsünü modernleştirmek için bir dizi plan hazırlanmıştı. I. Meşrutiyet yılları, gündemdeki konuların arasına modern belediyeciliğin sorunlarını da almış, daha önce Münif Paşa ve İbrahim Şinasi’nin dikkat çektiği şehircilik konularını geliştirebilecek bir aydın çevre oluşturmuştu. Bu dönemde şehir hayatına ilişkin konular özellikle ilgi uyandırıyordu; çünkü şehrin bütün kapalı kapıları insanın yeni tutkularına açılmıştı. Osmanlı aydını bu tutkuları tatmin edebilmek için İstanbul’un görüntüsünü hiç de iç açıcı bulmuyordu; sokakları dar ve düzensizdi, evleri harabeden farksızdı, ulaşım sistemi bozuktu, altyapısı yetersizdi. Bütün bu olumsuzluklara bir de Avrupa şehirlerinde rastlanmayan köpeklerin kara bir bulut gibi gündelik hayatın üzerine çökmesi eklenince, çağdaş dünyaya olan uzaklık iyice artıyordu. Bu uzaklık duygusu, ister istemez Osmanlı aydınının yaratıcı karakterini geliştirdi ve yaşadığı şehrin Avrupa karşısındaki Doğulu görüntüsünü kavramasına yol açtı. İstanbul’u çizgidışı gibi gören aydın, Abdülhamid döneminde iltica ettiği Batı’yı da görmüş ve gündelik hayatın düzeni hakkında rasyonel ölçütler elde etmişti. Jön Türk hareketi, İstanbul’u bu ölçütlerin terazisinde tarttı.

Köpekler bu tartı sonucunda Şark’ın gereksiz bir fantazisi sayılmaya başlanmıştı. Varlıkları, kaderci bir dünyanın hayaletlerini andırıyor ve kendini zamanın akışına bırakmış çaresizliğin hiç tedavi etmeyi düşünmediği bir yara gibi sürekli irin akıtıyordu. Bu yaraya ilk neşteri vurmak düşüncesi II. Mahmud’un kafasında doğmuş, fakat Hayırsızada’ya sürgüne gönderdiği köpekler halkın tepkisine neden olunca, bu masum canavarları tekrar İstanbul’a getirtmişti. Köpeklerin bu kısa ada ziyareti, II. Mahmud’un kişiliğinde reformcu politikanın kamuoyu engelini hesaba katmayan eksik yönlerini ortaya çıkartmıştır. Köpekleri ıssız adalara sürdürme geleneği Abdülmecid döneminde de gündemdeydi, ama sonuç bir önceki deneydeki gibi başarısız kaldı. İstibdat dönemi, aydınlar kadar köpeklerin de rahatlarını kaçıran bir tarih kesitidir. İstanbul’un bu en eski hizmet sektörü, görevlerini Abdülhamid’in üniformalı belediye memurlarına bırakmakla kendi sonlarına bir adım daha yaklaşmışlardı.

Abdullah Cevdet 1909’da ilginç bir kitap yayımladı: İstanbul’da Köpekler. Daha önce îctihâd dergisinde makale olarak basılan bu kitap, II. Meşrutiyet sonrasının çok satan istibdat hâtıraları arasında pek dikkati çekmedi. Oysa ele aldığı konu gündelik hayatın Doğulu çehresini başarıyla çiziyor, yerleşik zihniyet dünyasının ana hatlarını belirliyor ve Jön Türk programının özünü kısaca özetliyordu. Abdullah Cevdet, II. Mahmud’un başarısız köpek operasyonundan, reformcu aydınların 19. yüzyılda karşılaştıkları engellere ilişkin bazı sonuçlar çıkarmıştı. Bu sonuçlardan en önemlisi, halkın geleneksel zihniyet dünyasıyla bütünleşen devlet felsefesinin alaturka hayat anlayışını modern bir yönetim modeline dönüştüremeyeceğiydi. Devletin maaşlı kadroları reform konusu gündeme geldiğinde her an geriye adım atabilirler, halk da bu davranışta bir hikmet varmışçasına onları destekleyebilirdi. II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdığı halde köpekleri ortadan kaldıramamasının başlıca nedeni işte bu geleneksel kadronun kamuoyu tepkisiyle karşı safta yerini almasıydı.

İstanbul köpekleri, Abdullah Cevdet için de utanç verici bir sorundu. Bu hayvanların, yaşamlarını kamuoyu desteğiyle sürdürdüklerini biliyor ve halka karşı açık bir güvensizlik duyuyordu. Dinin halk üzerindeki etkisini hesaba katarak manevî dünyanın teori ve pratikteki çelişkilerini her fırsatta sergilemeyi ilke edinmişti. Köpek sorununa eğilmesi de aslında dinî söylemi eleştirmek için bulduğu elverişli bir bahaneydi.

İslâmiyet, köpeği pis bir hayvan olarak kabul ettiği halde niçin hacı hoca takımı bu hayvanların öldürülmesine karşı çıkıyordu? Abdullah Cevdet bu soruya cevap verirken 19. yüzyıl reformlarına cephe alan ulemayı kendi silahlarıyla tutsak etmeyi düşünmüştür. Yazara göre kamuoyunda mantık aramak hataydı. Her bakımdan faydalı bir hayvan olan koyunları boğazlayıp, hiçbir yararı görülmeyen köpekleri besleyerek büyütmek, mantıksızlığın daniskasıydı. İşte bu konuda açık bir din eleştirisi yapamasa da sorunu hurafe kültürü düzeyine indirgeyerek ele almayı uygun bulmuştu. Aslında bu yöntem, 19. yüzyıl reformcularının uyguladıkları bir çeşit kurnazlıktı. Ulema ile üfürükçüyü aynı kefeye koymak ve bunların ardına halkı takmak geleneği o dönemden miras kalmıştır. Ne var ki böyle bir katışık yapı kurmak, eleştirinin kendi hedefini bulması için zorunluydu. Dinî yapıyı eleştirmeyen aydın, şimşeklerini hurafe kültürüne yöneltiyor, böylece hem kamuoyunu saran alışkanlıkları, hem de alışkanlıklara kayıtsız kalan medreseyi hedef alıyordu. Abdullah Cevdet’in İstanbul köpekleri üzerine yazdığı düşünceler bu açıdan tipik bir Jön Türk programının sentetik karakterini yansıtır.

II. Meşrutiyet sonrasında İstanbul’un gündelik hayatı, pozitif ahlâkın ufkuna doğru hızla ilerlemekteydi. Eski mahallelerde kurumlaşan merhamet duygusu henüz ayaktaydı, fakat köpekleri koruma konusunda bütün bir kültürel yapıyı harekete geçirmekten çok, kişisel yardımları teşvik ederek varlığını koruyabiliyordu. İstanbul’un coğrafî sınırları genişledikçe yeni kurulan mahalleler, gündelik hayatın pozitif dokusunu ören yerleşim birimleri oldular. Osmanlı’nın dört ayaklı belediyesi, Cumhuriyet’in iki ayaklı belediyesine dönüşürken, pozitif hayat anlayışı da köpekleri önce bu bölgelerde İstanbul tarihinden sildi. 1927’de köpekleri zehirli gazla öldürme düşüncesi Avrupa görmüş uzmanlarca ortaya atıldığında, bu sahipsiz bırakılmış hayvanları dört ayaklı belediye döneminden kalma Ahmed Rasim dışında savunacak tek bir kişi bile çıkmamıştı.


Bu metin 27 Ekim 2016 – 16 Eylül 2017 tarihleri arasında İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde gerçekleşen “Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri” sergisinin kataloğunda yayımlanmıştır.

İlginizi Çekebilir

Eleştiri

Arter'de Selen Ansen küratörlüğünde Ömer Koç Koleksiyonu’ndan seçilen eserlerle oluşturulan Farz Et Ki Sen Yoksun sergisine bir toplayıcının gözünden bakış.

Duyurular

Georg Baselitz’in son on yılda ürettiği eserler, 13 Eylül 2024 - 2 Şubat 2025 arasında Sakıp Sabancı Müzesi’nde sergilenecek.

Gündem

Mey|Diageo desteğiyle hazırladığımız İstanbul Eylül-Ekim sergileri listesiyle karşınızdayız!

Söyleşi

Bu yıl 6. Mardin Bienali’nde Bor Sanat desteğiyle “INVITED: Müşterek/Unified” sergisine ev sahipliği yapan EXIT Kolektif’ten Mehmet Çimen ve serginin küratörü Ebru Nalan Sülün...