Eleştiri

Dört kadın, dört hayat, dört peruk hikâyesi

Peruk Takan Kadınlar bize kadınlığın tekil bir hal olmadığını, kadınlık hallerinin çoğulluğunu hatırlatıyor. Normatif bir kadınlık algısı bağlamında olsa da o tekil “kadın”ı tekinsizleştiriyor.

Bir objenin sosyal ve politik hayatının küçük bir arşivi diye de nitelendirebileceğimiz Peruk Takan Kadınlar, Kutluğ Ataman tarafından Venedik Bienali için 1999’da hazırlanmış bir video yerleştirmesi. Hayatının değişik dönemlerinde çeşitli sebeplerle peruk takmış dört kadının hikâyelerini, ama daha da önemlisi peruk takmayı gerektiren sosyal ve politik bağlamları dile getiren dört ayrı video-röportaj, yan yana yerleştirilmiş dört ayrı ekrandan aynı anda gösteriliyor: Siyasi sebeplerle aranan bir solcu, kemoterapi gören bir meme kanseri hastası, öğretimine başörtüsüyle devam edemeyen bir üniversite öğrencisi ve trans aktivist bir seks işçisi. Bu dört peruk hikâyesi ister istemez Türkiye’de kadınlık hallerine dair bir anlatı da teşkil ediyor.

Peruklar, daha doğrusu peruk takmışlık deneyimine sahip olmak bu dört kadını birleştirirken ekranlar onları ayırıyor. Ortak bir deneyimin illa bir benzerlik anlamına gelmediğini vurgulayan bu yapı sadece perukluluk halinin değil, kadınlık halinin de bir olmadığına dikkat çekiyor. Bir numaralı videoda bu projeye o dönemki lakabıyla katılan “Hostes Leyla’dan”[1] kendi öznelliği üzerine değerlendirmeler dinliyoruz: Kendisini solcu ve entelektüel olarak gören ve tanımlayan bir kadının politik sebeplerle gizlenmek için de olsa uzun sarı bir peruk taktığı anda dışarıdan “avam” ve “hafifmeşrep” olarak algılandığıyla yüzleşmesini örneğin. O sarı peruk Hostes Leyla’ya o güne kadar yaşadığından başka bir kadınlık halinin kapısını açıyor. Kendisi “avamlığı” ve “hafifmeşrepliği” sadece üzerine yapışan tatsız bir varoluş olarak yaşamıyor ama. Örneğin o avam görünüş bir gece sıkıyönetimden kaçarken bir yoldaşıyla kimlik sorulmayan bir “randevu evine” sığınmasını sağlayarak koruyabiliyor Hostes Leyla’yı. Ama Peruk Takan Kadınlar’ın bizi asla tek bir deneyimle başbaşa bırakmayan kurgusu ister istemez şunu hatırlatıyor: Siyasal bağlantıları, sosyal bir çevresi ve anlaşılan en azından orta-üst sınıf bir geçmişi olan cis bir kadına bir geceliğine verdiği güvenceleri aynı peruk trans bir kadına tabii ki sağlamaz. O randevu evine emniyetli bir şekilde girip öyle çıkabilmenin yolu tabii ki hayatın bireye o anın ötesinde sagladığı birtakım ayrıcalıklardan geçiyor. Üç ekran ötedeki Demet Demir’in kendisine ve diğer trans kadınlara saçları ve perukları üzerinden yaşatılanlara dair anlatısına aşağıda geleceğim. Bu hikâye mağduriyettense politik bir direniş tonuyla anlatılsa da, Peruk Takan Kadınlar sayesinde peruğun her kadına aynı özgürlükleri vermediğine tanıklık ediyoruz.

Kutluğ Ataman, İçimdeki Düşman, İstanbul Modern, 10 Kasım 2010 – 6 Mart 2011.

Bir randevu evinde avam bir kadın olarak okunabilen, “pass” eden (ya da edip etmediği kimsenin o kadar da umurunda olmayan) Hostes Leyla, ilerleyen aylarda kendisini iki solcu erkek yoldaşıyla Malatya’da Pötürgeli bir hamalın evine sığınmış buluyor. Erkeklerden birisinin eşi olarak tanıştırılıyor, başında lüle lüle sarı peruğuyla bir süre alt-işçi sınıf diyebileğimiz, şehire hamallık yapmaya giden bu genç köylü ve Tekel tarlasında tütünde çalısan eşi Hanife’nin bir odasında kalıyorlar. Kendilerini seyyar satıcı olarak tanıştırıyorlar, ama Hostes Leyla’nın da tahmin ettiği gibi aylarca “köylü” kıyafetleri giyerek evinde saklandıkları hamal ve eşinin sonunda onların köylü filan olmadıklarını başından itibaren anlamış oldukları çıkıyor ortaya. Bunun farkında oldukları ancak hamalın ve eşinin kendilerinin tehlikede olduğunu düşündükleri bir anda ortaya çıkıyor. Kapıda dikilen bir adamın belirdiği, kendilerinin güvenliğini sağlayamayacaklarından endişe duydukları bir anda yüzleşiliyor başından beri bilinen gerçekle, yoksa belki de hiç yüzlerine vurulmayacak. Hamalın eşi Hanife “…yengenin bizim gibi bir hayattan gelmediğini, bir şehirli olduğunu, belki şehirde hatta çok daha farklı veyahut çok daha varlıklı bir aileden geldiğini de hemen anladım,” diyor. Ama “Denizgiller”in kendileri gibi yoksul insanlar için çabaladıklarını, hayatlarını tehlikeye attıklarını bildiklerini de ekliyorlar. Yani Hostes Leyla habitus’un hakkını teslim ediyor: Köylü kıyafeti giyerek köylü olunmuyor. Bu gerçeklik/taklit ayırımı yüzeysel bir şekilde peruğa veya kıyafetlere bağlanmıyor ama. Onlardan çok önce Hostes Leyla ve solcu şehirli yandaşlarının oturması kalkması, konuşması ele veriyor onları. “Fark” dediğimiz şey kılık kıyafetten çok derin, ama onlarda beden bulabilen bir formasyon –zaten dört ekrandan seyrettiğimiz dört peruk takan kadın da, ki hepsi “şehirli”, çok farklı değil mi birbirinden? Diğer taraftan da farklı dünyalardan olmak insanların ortak bir dünya hayali için çabalamasına, birbirleriyle dayanışma içinde olmasına engel teşkil etmiyor.

Tanas Berlin, Berlin 2008, Fotoğraf: Uwe Walter.

Zaten Peruk Takan Kadınlar peruğu ve kadınlık hallerini gerçeklik ve sahtelik ikilisi üzerinden okumadığı gibi bu kavramları derinleştiriyor, katmanlandırıyor. Üstelik gerçek/sahte ikiliğinin makbul olan ve olmayan ikiliğine oturmasına da izin vermiyor. Örneğin kemoterapi gördüğü süreçte gerçek saçtan yapılma bir peruğu tercih eden Nevval Sevindi’ye karşı, gerçek saçı fiyatı yüzünden tercih etmeyen Demet Demir ya da başörtü takmama sebebi saçlarını göstermemek olduğu için başörtüsünün üzerine gerçek bir saç takmak istemeyen “türbanlı öğrenci”yi dinliyoruz ayrı ayrı. Hem kendisine bakıldığında gözüken şeyin peruk olduğunun, doğal saç olmadığının belli olmasını istediğinden, hem “ya bu perukta kullanılan saç da kapalı birisinin saçıydıysa?” endişesiyle, biraz da öğrenci parasızlığıyla sentetik saçtan peruk tercih ediyor başörtülü öğrenci. Böylelikle Peruk Takan Kadınlar bir şeyin makbul sayılıp sayılmamasını asla evrenselleştirmiyor, daima bağlamı, farklı öncelikleri, farklı ihtiyaçları vurguluyor. Bize “Hangi kadın? Ne zaman? Nerede? Nasıl bir sosyo-ekonomik, politik ve kültürel bağlamda yaşıyor?” sorularının her zaman sorulması gerektiğini, birtakım tecrübeleri ve varoluşları genelleyerek ve evrenselleştirerek değil, bağlamlarına yerleştirerek anlamamız gerektiğine işaret ediyor. Bu her deneyim biriciktir, hiçbir izlek yoktur demek değil elbette. O izleklerin bir öze, mesela kadınlığın özüne tekabül eden şeyler değil, tam tersi sosyal, tarihsel, politik ve ekonomik birtakım koşullardan kaynaklanan şeyler olduğu anlamına geliyor.

Peruk Takan Kadınlar videosundan ekran görüntüsü.

Bu elbette bireylerin kendi deneyimlerini biricik olarak yaşamadıkları anlamına gelmiyor. Örneğin görsel olarak diğer video-röportajlardan ayrılan başörtülü öğrenci ilginç bir şekilde kendi deneyiminin genellenmemesi gerektiği vurgusunu yapan, bu vurguyu yapma ihtiyacı duyan tek tanık aynı zamanda. Video, görsel olarak diğerlerinden ayrılıyor çünkü başörtülü öğrenci bu dört kadın arasında videoya çekilmek istemeyen tek kişi. Siyah bir ekrana bakarken dinliyoruz üniversiteye gidebilmek için başörtüsünün üzerine peruk takmaya karar verişini. Zor bir karar olduğundan bahsediyor, kendisine gülüneceğinden korktuğundan, vicdanının başörtüsünü gizlemesine izin vermediğinden, ama okumaktan da vazgeçemediğinden. “Modernlik diyorlar ama, bence insanın düşünceleri modern olmalı, görünüşü değil. Ve insanın görünüşünü değiştirerek modernleşeceğini zannediyorlar, halbuki insanlara bilgi vererek modernleştirebilirler,” sözleriyle başörtülü öğrencilere özellikle 28 Şubat 1997 kararlarından itibaren uygulanan kampüs yasaklarının kalbindeki çelişkiye (ya da çelişkilerden birine) işaret ediyor: Bu yasakları getirenlerin asıl derdi kadın öğrencilerin “modernleşmesi” olsaydı bunun için seçilen yol kendilerini üniversiteye gitmekten alıkoymak mı olurdu? Üniversitede birçok arkadaşının kendisine destek olduğunu, birçok kişinin başörtülü öğrencilerin düştüğü duruma gerçekten üzüldüklerini paylaşıyor. Ama arkadaşlarından çoğunlukla empati görmüş de olsa toplumun genelinde başörtülü olmanın diğer stigmatize edilmiş gruplarda olduğu gibi tekil bir deneyimden çıkarılıp hemen genellemelere maruz bırakıldığının farkında: “Peruk hakkında düşündüğüm, bu şekilde duygularımı veya başka insanlar hakkında düşündüğüm duygularımı, size anlattıklarımı tamamen kendime özgü, yani kendimin olduğunu ifade etmek istiyorum. Benim bu ifadelerimle bütün perukluları veya ifade ettiğim bütün insanları aynı şekilde sınırlandırmasınlar.” “Kapalı” bir kadının bir sözünün veya bir hareketinin bütün başörtülülere maledildiğini, ama başı açık insanlarda aynı mekanizmanın işlemediğini söylüyor. Bu “norm” adını verdiğimiz alanı kaplamanın en büyük konforlarından birisi: Tekil, biricik, birey kalabilme lüksü.

Tabii insanların bazı açılardan normun dışında kalmaları, normun içine düştükleri noktalarda kavuştukları konfor alanlarını görebildikleri, bütün stigmalara karşı bir duruş alabildikleri anlamına gelmiyor. Çünkü çoğunluk sadece bazı açılardan normların dışına düşüp diğer açılardan oldukça normatif bir hayat yaşar. Örneğin Nevval Sevindi röportajının bir noktasında rüzgârda perçemleri yana kaydığında saçlarının peruk olduğunun belli olduğunu anlatırken yönetmeninin öyle zamanlarda kendisine “çirkin oldun Nevval” dediğini, peruğunu düzeltmesi gerektiğini, öyle işaret ettiğini söylüyor. Arkasından ekliyor: “…travestiye benziyorsun bazen çirkin olduğunda. Öyle bir duygu, travestiye benzeme duygusu…” İki ekran ötede ise kendisini eskiden travesti ve o gün artık transseksüel olarak tanımlayan Demet Demir, hayatında toplam üç defa peruk taktığından bahsediyor. Demet Demir’in peruk deneyimlerine aşağıda döneceğim, ama önce Sevindi’nin hikâyesinin bize kadınlık ideolojileri hakkında neler söylediğine değinmek istiyorum.

Peruk Takan Kadınlar videosundan ekran görüntüsü.

Sevindi kanser teşhisinden sonra göğüslerini ve kemoterapi etkisiyle saçlarını kaybetmekten ne kadar korktuğunu anlatırken şöyle diyor: “Hayatım boyunca saçlarım uzun ve sarıydılar. Her zaman uzun saçı kadın olarak görürüm ben. Ve göğüslerim de saçlarım kadar önemlidir o nedenle. Yani kadınsı objelerdir bunlar, kadınlığın simgesidir benim için.” Bir kadın meme kanseri geçirip bu iki unsuru bir anda yitirebiliyorsa kadınlık böyle tanımlanamaz diye bir analize de varabilir insan, kadınlığın bu uzuvlarla tanımlanmasını sorgulayabilir. Ama Sevindi için tam tersine bu öğeler daha bile değerleniyor, ameliyattan kalkıp göğüslerinin alınmadığını farkedince çok mutlu oluyor, peruğa adeta bir protezmişçesine sarılıyor. Tabii ki herkesin bir hastalıkla saçlarını veya bedeninin herhangi bir parçasını kaybetmesine üzülmesi gayet anlaşılır, tahminen çoğumuz da böyle hissederiz. Benim altını çizmeye çalıştığım nokta bu hüznün “kadınlığın” kaybı olarak yaşanması. Oldukça spesifik ve katı bir çerçeveye sahip bu kadınlık tanımı ideolojik olarak müthiş kuvvetli, çünkü ideoloji dediğimiz şeyin kendisi her daim çok güçlü: Teker teker uzuvlarını kaybeden kadınlık kendisini yeniden tanımlattırmıyor da bütün gücüyle sarılmaya devam edebiliyor “orijinal” tanımına. Bir sürü deneyim istisnalaştırılıyor –yeter ki sıkı sıkıya sarıldığımız kaideye bir şey olmasın. Norm dediğimiz kaidelerin kaideliği kolay sorgulanmıyor ve sorgulatılmıyor. Bu durum örneğin suçluluk/kriminalite halinin ne kadar suç işlerse işlesin orta veya yüksek sınıflara yapışmaması, onların ideolojik tanımını değiştirememesinde de görülüyor.

Kadınlığın kadınsılıktan kolaylıkla ayrıştırılamadığı, ideolojik olarak ikisinin birbirine yapıştığı bir dünyada gerçekleşiyor bu anlatı. O yüzden Sevindi’nin kadınsılık/femininite olarak gördüğü şeylere sahip çıkmasının, bunlara sarılmasının bazı açılardan gayet önemli olduğunun da altını çizmek isterim: Sevindi, 70’lerde devrimciyken uzun saçlarının, etek ve “dekolte” (üzerinde pek de açık olmayan bir bluza işaret edip “bu dekolte bir giyimdi” diyor) giyinmesinin eleştirilmesine kulak asmadığını, kimliğinden taviz vermediğini anlatıyor. Kadınların tarih boyu zaptedilmeye çalışıldığına, giyim kuşamlarının, ne zaman nerede bulunup bulunamayacaklarının, hareketliliklerinin denetlendiğine değinip o despotluğa karşı durduğundan, kadınlar için uğraştığından bahsediyor. Kadınsılıkla bağdaştırılanlara olan sevgisi (ki bu metnin yazarının da paylaştığı bir sevgi bu) “solcu” gibi bir kategorinin o günkü kalıplarına karşı durmasını sağlıyor. Bunların hepsi çok değerli. Vurgulamak istediğim, kadınsılığın ve kadınlığın birbirine bağlı ama farklılık gösteren ideojik yapılar olduğu: Kadınlar kadınsı olduklarında makbul oluyorlar ama kadınsılık diğer taraftan da zayıflık, yüzeysellik gibi şeylerle eşleştirilebiliyor. Yani kadınsı bir kadın olmak tek başına despotluğa karşı çıkamıyor maalesef, çünkü kadınlığın normatif ve makbul halinin feminen bir varoluş olduğunu göz ardı edemeyiz. Yani hem kadınsılığın tarih boyu uğradığı aşağılanmaya karşı durmak, hem de kadınsılığı kadınlığın ön koşulu olarak görmemek gerekiyor özgürleştirmek için varoluşumuzu. Kadınsılığın ifadelerine sahip çıkıp aynı zamanda kadınlığın sınırlarının bekçiliğini yapmamak mümkün.

Kutluğ Ataman, İçimdeki Düşman, İstanbul Modern, 10 Kasım 2010 – 6 Mart 2011.

Demet Demir kendi ekranından peruk takma deneyimlerine değinirken tam da bunu yapıyor: Peruk taktığı anlardan birisi politik bir suçtan hapse atıldığında saçlarının sıfıra vurulması sonucu gerçekleşiyor. İki ay sonra çıktığında saçının kısacık olduğundan şöyle bahsediyor: “…hani bir ara feminist kadınların modası var ya, kısa saç…feminist falan zannediyorlardı böyle.” Demir o zamanlar henüz feminizmle tanışmamış, ama o zaman dahi saçının kesilmesini kadınlıktan olmak olarak değil, başka bir kadınlığa bürünmek olarak algılamış –daha iyi ya da daha kötü değil, sadece farklı. O dönem peruk takmasının sebebi çalışabilmek için buna ihtiyacı olması, “daha kadın” olmak için değil. Söyleşinin ileriki bir noktasında “Yani bence tüm kadınların ve transseksüel ve travestilerin feminist olması kesin gerekiyor,” diye ekliyor. “Yani bu, yani kendini de rahatlatıyor. Yani işte, erkeklerin şöyle olmalısın dediği gibi olmak zorunda değilsin. Yani bir kadının, işte, çok bakımlı olması, makyaj yapması, bilmem ne yapması filan.” Burada anlatıdaki önemli kısım “zorunda değilsin” sözü. Olamazsın, olmamalısın, öyle olursan yanlışsın değil, öyle olmak zorunda değilsin.

Normu seçmek diye bir şey yoktur; normativite dediğimiz şey zaten soyut bir “özgür seçim” kavramını imkânsız kılar. Ama normdan (örneğin kadınlar için uzun saç ya da heteroseksüellik) zevk almak, keyif almak ya da bunu arzulamak diye bir şey vardır. Mesele normatif bir hayat yaşamaktan rahatsız olmak ya da utanmak değil, o hayatı nasıl yaşadığımız, düzenle olan görünmez işbirliklerimizin ve ayrıcalıklarımızın ne kadar bilincinde olduğumuz ve o normaların başkaları için birer zindana çevrilmesine izin verip vermediğimiz. Demet Demir, video röportajının önemli bir kısmında polislerin trans bireylere, özellikle de trans kadınlara yaptıkları işkenceleri anlatıyor. Bunlardan biri de polislerin zorla saçlarını (ve bazen peruklarını) kesmeleri. “Yani, e sırf şey yani. Saçını kestiği zaman, ‘Bu çalışamaz, kompleksinden ortaya çıkamaz,’ şeyiyle,” diyor Demir. İkinci kez ve bu defa travesti kimliğiyle hapse girdiğinde diğer trans kadınlardan gördüğü desteği şöyle anlatıyor: “‘Sakın ağlama,’ dedi bana kızlar, ‘gururla dur’ dediler. ‘Başını da eğme, dimdik dur böyle, ona o zevki tattırma’ dediler…” Kendisinin de “ha bak şimdi erkeğe benzedi” gülüşleriyle saçını kesen polislerin önünde gözyaşı dökmediğini ekliyor. “Ben de hiç böyle, gayet kırıta kırıta falan yürüdüm, gururlu bir şekilde geçtim koğuşuma girdim.”

Transfeminen bireylere ülkemizde polisler tarafından uzun zaman dayatılmış bu işkence metodu, saç kesmek veya kazımak, ister istemez Sevindi’nin kucakladığı kadınlık ideolojisine dayanıyor: Seni saçlarından mahrum ederek kadınlığından mahrum ederiz. Burada amacım asla bütün içtenliğiyle hikâyesini paylaşan Sevindi’yi itham etmek değil. Peruk Takan Kadınlar’n en değerli yanlarından birisi bu içten, samimi anlatılar. Herkesin benimsediği, tutunduğu, belki beslendiği ideolojik yapılar ve kalıplar var. Önemli olan “bireylerin yanlışları ve doğruları” düşünce kalıbından çıkıp bu ideolojik yapıları bütün çelişkileriyle anlamak…

Dört kadın, dört hayat, dört peruk hikâyesi… Peruk Takan Kadınlar bize kadınlığın tekil bir hal olmadığını, kadınlık hallerinden ancak çoğul olarak bahsedebileceğimizi hatırlatıyor. Bu çoğulluk ister istemez makbul kabul edilen normatif bir kadınlık algısı bağlamında varoluyor. Onu silip atamıyor, çünkü ideolojik yapıları silip atmak hiç kolay değil, ama o tekil “kadın”ı itekliyor, huzurunu kaçırıyor, tekinsizleştiriyor en azından ve bunun için çok değerli.


Bu yazı Argonotlar’ın 70’lerden bugüne Türkiye çağdaş sanatına dair metinler üretmeyi hedeflediği Türkiye Çağdaş Sanat Tarihine Çoğul Bir Bakış çalışması kapsamında Osman Erden tarafından Evren Savcı’ya komisyon edilmiştir. Çalışma kapsamındaki tüm yazılara buradan ulaşabilirsiniz.

[1] Metis Yayınları’ndan çıkan Peruk Takan Kadınlar kitabındaki yazısında Vasıf Kortun, Hostes Leyla’nın Melek Ulagay olduğunu paylaşır. Fakat Ulagay, Ataman’ın video-röportajında sadece Hostes Leyla olarak geçtiği için ben de bu yazıda kendisinden bu kod ismiyle bahsetmeyi seçtim.

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Raziye Kubat’la dağ köyüne dönüşünü, romantik imgelerden uzak bir perspektifle, doğanın sertliği ve direnişiyle şekillenen yaratım sürecini konuştuk.

Kütüphane

Sanat Dünyamız dergisinin "Sanat Tarihi Nasıl Yazılır?" temalı Eylül/Ekim 2024 tarihli sayısında yayımlanan Sezin Romi'nin yazısı Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

© 2020

Exit mobile version