Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Türkiye Çağdaş Sanat Tarihine Çoğul Bakış

Türkiye çağdaş sanat tarihine çoğul bakış

70’lerden bugüne Türkiye çağdaş sanatına dair metinler üretmek için yola çıktığımız çalışmamızın tüm detaylarını bu yazıda bulabilirsiniz.

Argonotlar ekibi olarak Türkiye çağdaş sanatının son 50 yıldaki üretimlerine, dönemlerine ve konu edindiği meselelere bugünden bakarak bir tartışma alanı açmak ve metin üretmek amacıyla yola çıktığımız çalışmamızla karşınızdayız. 

60’ların sonunda temellerinin atıldığı, 70’lerle birlikte üretimlerin çoğalmaya başladığı, 80’lerde darbe sonrası pek çok disiplinde olduğu gibi kendi alanını yaratmakta zorlanan, 90’ların sonunda iklimini bulan, 2000’lerle birlikte çeperi ve trafiği genişleyen Türkiye çağdaş sanatına dair farklı okumalar sunmayı hedefleyen bu çalışmanın ilk adımı olan görsel sunum, aynı zamanda bir hareket noktası. 

Çalışmamızın merkezinde yer alan bu grafik tabloya eşlik edecek uzun soluklu yazı dizisinin  50 yılı aşkın bir geçmişi olan Türkiye çağdaş sanat tarihinin farklı kesitlerini, dönüm noktalarını ve sorunlarını okumak için bir vesile olmasını umuyoruz.

Grafiği yıl bazında inceleyin ↗

Grafiği masaüstü bilgisayar üzerinden incelemenizi tavsiye ederiz.

Grafiği sanatçı bazında inceleyin ↗

Sanatçı ve eserlerle ilgili bilgileri buradan inceleyebilirsiniz.

Argonotlar Ajanda ↗

Her hafta güncellen sergi rehberiniz.

Jüri’nin ölümü

Duygu Demir çalışmanın jüri sürecini şöyle anlattı: “Türkiye Sanat Tarihine Çoğul Bakış” çalışması esnasında jüriyi öldürdük çünkü hâkim anlatıların hatırlanır kıldığı yapıyı tekrar ederek daha da önemli hale getirmek istemedik.


Türkiye Çağdaş Sanat Tarihine Çoğul Bakış
çalışmasında yer alan yazılar

Çağına tanıklık eden bir belge

Serhat Kiraz 5. Öncü Türk Sanatından Bir Kesit sergisinin ertesi yılında 14. EXPO-ARTE’deki Akdeniz’de Çağdaş Sanat sergisine (1989)Günlerin Görüntüleri – Bugünün Görüntüsü’nden seçili ögelerin bir araya geldiği Press işiyle katılır. Bu işiyle İngilizcede “basın” ve “baskı”; Türkçede ise “bir nesneyi, iki ağırlık arasında mekanik olarak sıkıştırmaya yarayan alet”anlamına gelen press sözcüğünün anlamları üzerinden göndermede bulunur…

Sezin Romi


Furkan Öztekin

Gökyüzüne uzanmak: Açık Sütun üzerine bir deneme

Kamusal alandaki bir heykel aynı anda hem görünür hem de görünmez olabilir mi? Henüz açılmamış, belki de açılmaya cesareti olmayan arada kalmış bir özne? Yürümekten aşınan, uzun yıllar hak mücadelelerine sahne olmuş kaldırımların sonunda kuşatılan bir kaleye dönüşebilir mi? Peki bir heykel beden olarak düşünülebilir mi? Nefes alan, soyunup giyinen, bazen ayakta durmaktan yorulan, dışarıdan gelen müdahalelere açık, savunmasız ve yaralanan? Ayşe Erkmen’in Açık Sütun (1993) (diğer adıyla Tünel’e Heykel) eseri üzerine düşünürken bu soruları da yanıma alarak İstiklal Caddesi’nden Tünel Meydan’ına doğru ilerliyorum. Attığım titrek ve temkinli adımlar, sonunda beni düzlüğe çıkarıyor.

Altı farklı tip pencere ve balkon demirinden esinlenerek üretilen desenler, balkon demirlerinin yanı sıra İstanbul’un kent imgesine ve geleneksel el sanatları motiflerine de referans veriyor[4]. Sekiz metre yüksekliğinde demirden örülü bir danteli andıran bu heykel, formunu Tünel çıkışının karşısındaki eski bir fabrikanın (Cer Atölyesi, 1875) tuğla bacasından alıyor. Erkmen, göğe doğru uzanan, uzandıkça daralan silindir heykelin tabanına küçük bir çimen parçası da ekliyor.

Demir gibi baskın bir materyalden yapılmış olmasına rağmen şeffaf ve geçirgen olmayı başarabilen bu heykelin arada kalmış hâli, beni son zamanlarda kafa yorduğum Kuir Opaklık (Queer Opacity) kavramına doğru götürüyor. (…) Görünürlük sembollerine olan sansür ve müdahalenin LGBTİ+’lar üzerindeki baskıyı daha da şiddetlendirdiği günümüzde, Kuir Opaklık sessiz bir direniş biçimi, De Villiers’in deyimiyle ‘‘bir yaşam pratiği’’ olarak hayat buluyor[6]. Dışarıda olmak şeffaflığı; içeride olmak gizliliği gerektirirken Kuir Opaklık ise ikisinin arasındaki potansiyellerle dolu alanı işaret ediyor.

Askıda: Birden fazla direnen beden

Ahmet Furkan İnan

“Askıda”nın ortaya çıkışı, İz’in tanık olduğu şeylerin karşısında eyleme geçemeyen bir özne olarak hissettiği sorumluluğu müzakere etme isteği ile ilintili. Bu eylemsizlik halinin üzerimize nasıl bir yük bindirdiğini, sanıyorum bugün birçoğumuz daha iyi anlıyoruz. 2016’da Maçka Sanat Galerisi’nde gerçekleştirdiği “Sorulara cevap vermeyi tercih ediyorum” adlı işi gereği galeride sorguya çekilen İz’e yöneltilen “Direnebilen bir beden şiddete maruz kalmayı göze almış bir beden midir?” sorusu, öyle anlıyoruz ki, İz’i bir düşünce trenine koymuş. İz, bu soru üzerine şiddete maruz kalmayı göze alamadığını fark ettiğini söylüyor.

Askıda” video yapıtının ilk sahnelerinden birinde, İz’in göğsünde yer alan bir dövme görüyoruz: Kırmızı bir üçgen içine yerleşmiş, siyah bir kare. Henüz bu dövmenin ne anlama geldiğini, neden orada bulunduğunu İz’e sorma şansım olmadı. Fakat bu dövmenin, sergide videonun yerleştiği duvarın çaprazında yer alan ve içinde az önce bahsettiğim arşiv belgesini bulunduran kırmızı üçgen ile kurduğu paralelliği yadsıyamayacağımızı düşünüyorum.

Leman Sevda Darıcıoğlu

Biraz ihanet biraz spekülasyon içeren bir performans yazısı: Tosun Bayrak’ın Love America or Live performansı

Türkiye Çağdaş Sanat Tarihine Çoğul Bakış çalışmamız kapsamında Tosun Bayrak’ın 1970 New York’unda gerçekleşen Love America or Live performansı üzerine.

Performans sanatının tekil bir disiplin olarak kurulduğu yıllarda performans yapmış bir sanatçı olarak Tosun Bayrak’ın performans pratiği, temel disiplini canlı sanat olan benim gibi bir sanatçı için doğal olarak oldukça heyecanlandırıcı. Üstelik kan, (bugün yaşam hakkı üzerinden baktığımızda oldukça problematik olsa da) ölü -ve canlı- hayvan, bağırsak, et gibi unsurları performanslarında malzeme olarak kullanmış bir sanatçı olarak Bayrak, bedenin içine duyduğu ilgiyle ilgimi çeken bir sanatçıydı. Türkiye performans sanatı tarihine dair yaptığım araştırma sürecinde varlığından haberdar olduğum Love America or Live performansı hakkında daha derinlemesine bir araştırma yapmaya kalktığımda ise performans ve belgeleme ikilisinin ilişkisinden açılan ve bugüne kadar düşünmediğim bir yerde, bir mücadelede buldum kendimi: İnternet üzerinden ulaşabildiğim vbd.org‘ta bulunan ve esasen neler olduğunu anlatma konusunda performansın gerçekleştiği ortamı göstermek dışında bir bilgi vermeyen bir dakikalık bir videodan başka sadece birkaç yazı/haber, birkaç kitapta ve her birinde bir paragrafı geçmeyen kısa anlatılara eriştim. Bu bilgiler aracılığıyla performansın tam olarak ne olduğunu anlamayı planlıyordum ki, “tam olarak” elimdeki materyalin ufak tefek çelişkiler içerdiğini gördüm. Bir süre “gerçeğin” ne olduğunu bulmaya debelendikten sonra performans sanatında gerçeğin tam da bu olduğunu fark ettim. Yazılmaya, belgelenmeye direnen, kayıt altına alınamayacak olan yaşam.

Performans sanatı hiçbir zaman yalnızca bir tema, mevzu veya ifade biçimini iskan eylemez; bunun yerine her duruma kışkırtıcı bir şekilde karşılık vererek kendini tanımlar. İzleyicisini ayartma amacı enderdir, daha çok ayartma tekniklerini açığa çıkarır ve eleştirel b ir şekilde inceler, arzu için muğlak ortamlar yaratarak süreç içerisinde izleyiciyi rahatsız eder. Bazen gülünç, bazen grotesk ve zaman zaman korkutucu olabilir. Kimi performans sanatçıları işleriyle tabu ve korkuların kökenlerini ortaya çıkarmayı amaçlar.
RoseLee Goldberg

İnsanlar, anlamak için şok olmaya muhtaç. Onlar resimlere hakikaten görmeksizin bakıyorlar. Bizim niyetimiz insanları şokla hakikate uyandırmak. Bu anarşi değil.
Tosun Bayrak

Şano ve peşrev; neşe ve keder: Cihat Burak’ın Saz Heyeti

Ali Kayaalp


Saz Heyeti; 1950’lerden 2020’lere kadar, 10’ar yıllık zaman dilimlerinin her birinden kendisine bakanları, kendi kentlilik tecrübelerinin ürettiği farklı gündemlerle yüzleştirme gücüne sahip.

Saz Heyeti, İstanbul’un sazlı meyhanelerinden birini tasvir eder. İstanbul’da 1950’lerden önce de, misafirlerin içki içip yemek yerken saz heyetinin icra ettiği alaturka musikiyi dinlediği gazinolar vardı ve 1930’ların makbul sanatçıları, plak doldurmanın yanında böyle gazinolarda şarkı söylerlerdi; kısa süren alaturka yasağı, onların İstanbullulardan gördükleri ilgiyi azaltmamıştı.

Ayrıca 1930’larda, Türkiye’de çok sevilmiş olan şarkılı Mısır filmleri de dönemin müziğini etkilemiş, ilerleyen yılların arabeskinin doğuşuna katkıda bulunmuştur. Aynı dönemde, alafranga meşrebin gittiği Maksim veya Gardenbar gibi barlardaysa, Batı’dan gelen caz grupları sahneye çıkarlardı. Caz, bugün alıştığımızın aksine pek öyle oturup da dinlenilen bir müzik değildi; aksine, içkinin rehavetini ve neşesini paylaşan kadınlarla erkeklerin birlikte çeşit çeşit dansı etmesi içindi. Parlak dönemi geride kalmış olan kantoysa hem seçkinleri hem de kentsoylu küçük burjuvaları cezbediyordu ve içinde gazel de vardı, rumba da; komik unsur da vardı, duygusallık da.


Gülden yumruğun politik ihtimalleri üzerine

Özgün Eylül İşcen

Yüküm Ruh Eşimdir, Leman Sevda Darıcıoğlu, Canlı performans, 6 saat, ekran görüntüsü.
My burden is my soulmate, Leman Sevda Darıcıoğlu, Live performance, 6 hours, within collaboration with Anthony Hüseyin, Schwules Museum, 2021, Berlin. Fotoğraf: Uygar Önder Yılmaz.

Leman Sevda Darıcıoğlu, Yüküm Ruh Eşimdir’de kendi bedeninin limitlerini zorlayarak yas ve öfke süreçlerinin nasıl estetik ve politik ihtimaller yaratan bir pratiğe dönüşebileceğini gösteriyor.

Yüküm Ruh Eşimdir’de, yaralarımızı kucaklayıp yükü nasıl omuzlarız sorusuyla yola çıkan sanatçı, kendi bedenini odağına alıyor. Performansın ilerleyen saatlerinde, gülleri tutarken belli bir harekette sabit kalmaya çalışmanın zorluğunu Darıcıoğlu’nun titreyen kollarında veya el değiştirmelerinde hissediyoruz. Sanatçının sanki bu yükü hafifletmek istermiş gibi öne arkaya salınan bedeniyle birlikte, Hüseyin’in kendi bedeni ve çeşitli enstrümanlarla/ses kaynaklarıyla yarattığı, bazen parlayan bazen sakinleşen ritme kaptırıyoruz kendimizi. Darıcıoğlu’nun vücudundan dökülen simlerin parmak uçlarının altında bir öbek oluşturması gibi, zamansallığın fizikselliği üzerine kurulu bu zorlu performans, sanatçı için her şeyden önce kişisel ve bedensel bir gayrete dönüşüyor. Performansın kolektif yapısı ise kendi yas, öfke ve korku hallerimizden yola çıkarak – yaralarımıza rağmen değil, yaralarımız sayesinde – bir araya gelip güçlenebilir miyiz sorusunu vurguluyor.

Çalışmaya katkıda bulunan isimlere teşekkürlerimizle

Ali Kayaalp, Ali Kemal Ertem, Amira Akbıyıkoğlu, Anlam Arslanoglu de Coster, Aynur Gürlemez Arı, Ayşe Gür, Ayşe H. Köksal, Bora Gürdaş, Burcu Dimili, Cem Erciyes, Çelenk Bafra, Derya Yücel, Dilek Karaaziz Şener, Duygu Demir, Ebru Nalan Sülün, Ela Atakan, Elif Dastarlı, Elif Gül Tirben, Elvin Vural, Erden Kosova, Erkan Aktuğ, Erman Ata Uncu, Esra Aliçavuşoğlu, Evrim Altuğ, Ezgi Bakçay, Fatma Çolakoğlu, Fisun Yalçınkaya, Hüseyin Gökçe, İlker Cihan Biner, Kevser Güler, Kültigin Kağan Akbulut, Mahmut Wenda Koyuncu, Mahsum Çiçek, Merve Akar Akgün, Murat Alat, Naz Kocadere, Nazlı Pektaş, Nazlı Yayla, Nermin Saybaşılı, Nilüfer Şaşmazer, Nora Tataryan, Nursaç Sargon, Onur Kaya, Osman Erden, Ozan Ünlükoç, Serra Yentürk, Sılay Sıldır, Ulya Soley, Verda Bingöl, Yasemin Ülgen.

İlginizi Çekebilir

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.

Söyleşi

Dirimart Pera’daki “Öfke” sergisi vesilesiyle Shirin Neshat’la son dönem çalışmalarını, Türkiye’deki ve İran’daki kadın hakları mücadelelerini konuştuk.

Eleştiri

LGBTİ+ sanatçıların işlerinden ve kuir üretimlerinden oluşan KIRIK inisiyatifinin hazırladığı gösterim programını İrem Karaaslan ele aldı.