“Koleksiyoncu olan ve topladığı nesnelerden nadire kabineleri oluşturan korku-fantastik-bilimkurgu hayranı biri, geceleri bu nesnelerin canlandığı hissine kapılır.” Umut Erbaş’ın Art On’da gerçekleşen “Tam da Hikaye Bitti Sanıyorken” sergisi ziyaretçilerin önüne alternatif birkaç hikâye koyarak başlıyor. Bilim insanları, antikacılar, seyyahlar, kâşifler, sanatçıların hikâyeleri… Scooby Doo, X-Files, Giallo sineması, H.P. Lovecraft… Yani hangi türden ya da hangi filmden/romandan esinlenerek başlayacağınız size bağlı.
Sergi, Erbaş’ın süregelen pratiğinden farklı olarak izleyicinin kendi geçmişiyle de ilişkilenerek / bağ kurarak farklı hikâye anlatımlarının oluşmasına olanak sağlıyor. Buluntu nesnelerin sanatçıların işlerine eşlik ettiği sergide, kurgunun her okumada farklı çıktılarını görebiliyoruz. Erbaş’la uzun yıllardır hazırlandığı ve kendi geçmişinden de izler taşıyan sergisini konuştuk.
Daha önce işlerini Mixer, Art On’un Pera’daki mekanı, BASE gibi platformlarda görmüştük. Ancak seni az tanıyoruz. Bu ilk solo serginle ilgili konuşmaya başlamadan önce şu ana kadar neler yaptığını anlatır mısın?
Lisans eğitimimi Yıldız Teknik Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’nde tamamladım. Şu anda da Marmara Üniversitesi Resim Bölümü’nde yüksek lisans eğitimimi sürdürüyorum. Genelde çalışmalarım fotoğraf üzerinden ilerliyor. Fotoğraftaki sabitliği kırıp fotoğrafta yer alan ânın zihnimdeki dönüşümüne odaklanıyorum. Bu dönüşümü yakalamak adına da fotoğrafları çeşitli manipülasyonlara uğratıyorum. Analog fotoğraf, karanlık oda baskı yöntemleri, güneş baskı, fotoğrafları toprağa gömme, zımparalama ve çeşitli kimyasal sularda bekletme gibi farklı teknikler uyguluyorum. Buluntu fotoğraflarla çalışıp kurmaca arşivler oluşturuyorum. Son dönem işlerimde ise mekânları dönüştürme üzerinden ilerlemeye başladım. Yakın zamanda gerçekleşen “Yıkıntılar Arasında” sergisinde Barın Han’ın bodrum katında bir yığın arşivsel nesne, anlatıcıların iç içe geçtiği kurmaca bir mektup, buluntu fotoğraflar, antika eşyalar, plastik muşambaları dahil ettiğim kurmaca bir aşk hikâyesinin yer aldığı bir anlatı oluşturdum.
İlk solo sergin “Tam da Hikâye Bitti Sanıyorken”in hazırlık süreci nasıl oldu? Daha önce gördüğümüz medyumlardan farklı medyumlar da kullanıyorsun. En başında aklında nasıl bir sergi vardı?
Bu sergi didaktik anlatılardan hiç hoşlanmadığımı fark etmemle başladı. Bir şeyin çok kesin ve tek gerçek olarak dikte edilmesi fikri pek de hoşuma gitmiyor. Sinema üzerinden örnek verirsem; metafora boğmayan ama çok katmanlı ilerleyen (Lets Scare Jessica to Death, Perfect Blue, Don’t Look Now, Rashomon) bazı filmleri çevreme önerdiğimde herkesin bu filmlerden farklı anlatılar ortaya çıkarması gibi bir durumla karşılaşıyordum.

Ayrıca araştırma yapmayı çok seven biriyim ama AHDH (dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu) muzdaribi olarak bu süreci yönetmek benim için çok meşakkatli. Kişisel deneyimin biricik ve özel olduğunu da bu araştırma süreçlerimde fark ettim. Genelde dikkat sürem aşırı kısa olduğu ve daldan atlamayı seven bir insan olduğum için araştırmalarım hep başka araştırmalarla bölünüyor.
Sergiye dair fiziksel süreç ise Silivri’deki rutin doğa yürüyüşlerimde bazıları yan yana, bazıları farklı zaman ve mekânlarda “yanmış plastik parçalar” bulmamla başladı. Bu parçalar (sergide iki tanesi yer alıyor, toplamda beş parça var) amorf ve estetik olarak büyüleyici nesnelerdi. Organik-inorganik bir sürü parça bir araya gelerek -hem de doğal bir biçimde!- mükemmel görünümler ortaya çıkarmıştı. Fotoğraf pratiğimde benzer yöntemler uyguluyorum. Eski, yeni, buluntu fark etmeksizin fotoğrafları üst üste pozlamayı, birleştirmeyi çok seviyorum.
Uzun lafın kısası bu benzerlik çok hoşuma gitti. Ardından çevremdekilere bu doğal oluşmuş nesnelerin içindeki maddeleri sormaya giriştim. Onlarca oluşum hikâyesi dinledim. Beş parçayı yan yana koyarak incelediğimde her bir madde değiştikçe sonucun bütünüyle değişebileceğini görmek beni harekete geçirdi. Bir sürü fotoğraf çekecek, bir sürü malzeme toplayacak, ilginç üretimler meydana getirecektim. Süreç içerisinde anlatının yavaş yavaş ortaya çıktığı, çok katmanlı bir proje oluşturdum. Plastik parçaların hikâyesi gibi tek bir süreci olan (benim sürecim) bir anlatıdan herkesin farklı anlamlar çıkarabileceği bir deneyim…

Sergi dört bölümden oluşuyor. Sırasıyla “Bilinmeyen Bir Kasabaya Düş Yolculuğu”, “Gizemli Laboratuvardan Kalıntılar”, “Gece Yarısı Sokağa Çıkmaktan Ölesiye Korkan Kasaba” ve son olarak “Her Gün Başka Bir Gün”. Serginin girişinde de ziyaretçilere birer kısa “öykü başlangıcı” seçmelerini söylediğin kâğıtlar var. Serginin bu genel kurgusunu nasıl oluşturdun?
Açıkçası sergide, herkesin kendi hikâyesini oluşturmasını sağlamak için “yanmış plastik parçaları’’ gibi, insanların ilgi ve hevesle peşine düşecekleri bir ön bilgi vermem gerektiğini düşündüm. Her ziyaretçinin bu hikâyelerdeki boşlukları ve detayları hem sergide peşine düştükleri malzeme ve imajlarla hem de kişisel deneyimleriyle doldurabilmelerine fırsat veren kısa hikâyeler yazmaya başladım.



Sergiyi bölümlere ayırma fikri, DVD filmlerin içinde yer alan ve filmi tanıtan kitapçıklarla karşılaşmamla ortaya çıktı. Bu kitapçıklarda filmlerin giriş-gelişme ve sonuç bölümleri gizemli, ürkütücü, heyecanlandırıcı başlıklara bölünmüştü. Bu fikri alarak genelden özele doğru ilerleyen, gittikçe kişiselleşen bir meseleye dönüştürmeye çalıştım. Jenerikte akan kasaba görselleri, hikâye ilerledikçe ortaya çıkan bir ana karakter ve onun hikâyesi, ucu açık bir son gibi.
İşlerinde doğayla farklı bir diyalog görüyorum. Uzun bi yürüyüşe çıkmışsın ve bu işleri yürüyüşte üretmişsin. Nerede çektin bu fotoğrafları? Fotoğraflar nasıl bir süreç sonunda çıktı? Bu mekânlarla nasıl bir ilişkin var?
Sergideki fotoğrafların neredeyse tamamı (hatta fotoğraf arşivimin büyük bir kısmı) yaklaşık altı yıldır Silivri’deki yürüyüşlerde çektiğim fotoğraflardan oluşuyor. Lise yıllarıma kadar Silivri’de yaşadım. Sonrasında da her ziyaretimde sürekli değişmiş bir Silivri’yle karşılaşsam da onca katmanın en altında bulanık, hayaletsi, düşsel ve şiirsel bir Silivri kalıntısı var benim için.
Kaybetmekten korkmak mı, sonsuza kadar yaşatmak mı, dondurmak mı sebebini tam olarak bilmiyorum ama orayı fotoğraflamak benim için bir terapi ve ritüele dönüşmüş durumda.
Son 4 yıldır farklı analog makineler ve farklı marka, tarihli analog filmlerle Silivri’yi ayrıca fotoğrafladığım bir serim de var. Bu serideki görüntülerde duygular, zamanlar, hava durumları, saatler, görünüşler bir diğer kareden biçim olarak farklı görünse de ortaya çıkan imajlar en derinde birbirine çok sıkı iplerle bağlı gibi hissettiriyor bana. O hayalet kasaba imgesi her bir fotoğrafta gölge gibi bir diğer görseli takip ediyor.
Daha önce karşılaştığım pratiğinden farklı olarak buluntu nesnelerle yerleştirmeler de mevcut sergide. Bu nesnelerle nasıl bir ilişkin var? Senin hayal dünyanla izleyicinin hayal dünyası nerede örtüşüyor ya da ayrışıyor? Sen bu nesnelere müdahale de etmişsin aynı zamanda? Yerleştirmeler nasıl ortaya çıktı?
Fotoğraflarımdaki çoklu pozlamalar ve yanmış plastik parçalarda birleşen onlarca madde gibi, katmanların birbirine karıştığı nesne ve enstalasyon denemeleri yapmak istiyordum. Sergideki anlatıya ve sisli puslu hayalet bir kasabaya uygun, görünüşleri sapmış malzemeler, doğadan bulduğum parçalar ve başka başka parçalar… Zihnimde bir araya gelmeleri gibi, fiziksel olarak da üst üste eklemlenmeleri ve birbirlerine karışmaları gerektiğini hissettim.
Sinopsislerde yer alan bilim insanı, antikacı, seyyah, kâşif, sanatçı gibi karakterlerin hikâyelerine uygun bir biçimde sanat eserleri, antika parçalar, küçük bir çocuğun oyuncakları, tuhaf deney parçaları, parazitler, melez canlılar gibi olasılıkları barındırabilecek kadar geniş bir yelpazede sunmak, izleyicilerin hayal gücünü harekete geçirebilecek bir fırsat gibi geldi. Çünkü oradaki bir malzeme benim için bir bilim malzemesiyse bir ziyaretçi için ürkütücü bir oyuncak, diğeri için çocukluğunda hatırladığı bir obje, bir diğeri için düşlerinde gördüğü belli belirsiz bir parça anlamına gelebilirdi.

H.P. Lovecraft, Scooby Doo, X-Files, İtalyan korku filmleri serginin referansları arasında. Eklenecek başka filmler de aklıma geliyor, mesela Jumanji… Bir macera/korku romanının/filminin içine mi dahil oluyoruz? Bu referanslar senin için neden önemli?
Aslında polisiye/korku/fantastik/gerilim/bilimkurgu türleri hem sinema hem de edebiyatta en sevdiğim türler. Bu türlerin sentezi olan anlatılar genelde gerçek olması imkânsız ya da hayli düşük konuları ele alıyor. Gerçek olmayandan gerçekleşmesi muhtemel olana geçiş yapabilmek atmosfer duygusunun yoğunluğuyla sağlanabiliyor. Bu sentez türdeki bazı filmler ve romanlar atmosfer oluşturma durumunu çok etkileyici verebiliyor.
Yine sinema üzerinden örnek verirsem bu türler oyunculuk, kurgu, senaryo gibi unsurlardan ziyade mekân kullanımı, sahne tasarımı, sinematografi ve müzik gibi unsurlara yoğunlaştığından atmosfer güçleniyor ve senaryoların çeşitli hata ve boşluk barındırmaları benim lehime sonuçlanıyor, boşlukları benim doldurmamı sağlıyorlar.
Ayrıca dedektif-polisiye anlatılarında süreç içerisinde karşılaşılan her parçaya eşit değer verilmesi ve her birinin olası kanıt niteliği taşıması sebebi tam da sergiyi oluşturma sürecimi içeriyor. Bu anlatılarda bu parçaların önemi ya da yerleri değiştikçe sonucun (katilin, kurbanın, sebebin) sürekli değişme ihtimali de sergiyi oluşturma sebeplerimden biri. Ziyaretçilerin rastgele edindikleri sinopsisler sergide yer alan fotoğraf, nesne, enstalasyonlara verdikleri önemi ve kendi hikâyelerini şekillendirmelerini sağlıyor.
Bu referanslar yıllardır izlediğim, gördüğüm, dinlediğim, düşündüğüm her şeyin sergi alanına dadanmasını ve bir süreliğine de olsa uçuşan zihnimi durdurabildiğim hissini verdiği için benim için önemli. Ayrıca fotoğraflarım ya da enstalasyonlarımdaki her bir katman başka bir yere referans gibi. Mesela ‘’Her Gün Başka Bir Gün’’ bölümü Susan Hiller referansları içeriyor. Ayrıca 2000’li yılların başındaki bilgisayar oyunlarından çokça ilhamlar da bulunuyor. “Gizemli Laboratuvardan Kalıntılar’’ bölümü Alien, Dead Ringers, X-Files çağrışımlarıyla dolu. “Gece Yarısı Sokağa Çıkmaktan Ölesiye Korkan Kasaba’’ bölümü ise Scooby Doo, Sherlock Holmes serilerinden, aynı bölümde yer alan düş v22 fotoğrafım ise Giallo sinemasındaki iç mekân tasarımlarından bolca ilham barındırıyor.
Sergide yapay zeka araçlarından yardım alarak ürettiğin işler de var. Ne zamandır yapay zeka araçları kullanıyorsun? Nasıl dahil ediyorsun işlerine?
Genelde analog sistemlerle manipülasyon uygulayan biri olarak başlarda yapay zekâ araçlarına çekimser yaklaşıyordum. Ama bu sergi için yeni bir anlatı, yeni bir hikâye oluşturmak istiyorsam bunu makroda bir kasaba oluşturarak (bu kasaba fiziksel olarak Silivri’ydi) verebileceğimi fark ettim. Üniversitede bir hocamın yapay zekâ araçlarına olan ilgisi ve önerileri Midjourney programına başlamamı sağladı. Bir kasaba oluşturmalıyım, onun varlığına ilk önce ben inanmalıyım ve böylece kasabayı sergiye dahil edebilirim düşüncesiyle Silivri’de çektiğim fotoğraflardan ve sevdiğim filmler, sanat ve mimari akımları da içeren çok detaylı betimlemeler kullanarak görüntüler oluşturmaya başladım.
Hatırladığım kadarıyla beş fotoğraf, 50 kelime öbeği kullanıyordum. Sonuçlar 1-2 dakika oluşuyordu ve ilk gördüğümde şoke olmuştum. Benim için daha da ilginci bazı kelimeleri çıkardığımda yeni sonuçların tamamen değişmesiydi. (Yanmış plastik parçaların oluşumları gibi.) Bu süreçte 2000’e yakın görüntüyle kurmaca bir kasaba arşivi oluşturdum. Bu imajların bir kısmını renkli camlarla manipüle ederek, bir kısmını ise kendi çektiğim fotoğraflar ve çizimlerimle üst üste pozlayarak karıştırmak ve kişiselleştirmek istedim. Sergide kısıtlı sayıda yer alıyorlar ancak benim için serginin görünmeyen çok önemli dinamiklerini oluşturuyorlar.
Sergiyi bir sonraki sergine referans veren bir videoyla bitiriyorsun. Normalde bir sergi hakkında konuşurken bir sonraki işi sormak bana abes geliyor. Ancak sen bu yolu açtığına göre sorayım. Bundan sonra ne yapacaksın?
Evet sergi, Her Gün Başka Bir Gün isimli videomla sonlanıyor ya da ara bir geçişe geçiyor. “Tam da Hikaye Bitti Sanıyorken’’ adlı sergim aslında bir üçleme olarak başlamıştı, hatta üçlemenin ikinci parçasıydı. Karamsar biri olduğum için bu bölümün benim için bir dinlenme, ara geçiş ya da diğer sergime şevkle sarılmanın bir yolu olduğunu düşünüyorum. Bundan sonra bu serginin içinde belli yerlere dağıttığım kelime, imaj ve nesnelerle uzunca bir süre çalışarak çok daha farklı yüzeyler ve nesneleri de dahil edeceğim bir sergi oluşturmak istiyorum. Ve belki de “Tam da Hikaye Bitti Sanıyorken’’ için ilginç, alternatifli ve bol olasılıklı bir kitap hazırlamak…