Mehmet Ali Boran’ınZakkumun Kökü sergisi Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde eylül ayının başında açıldı. Küratörlüğünü Mahmut Wenda Koyuncu’nun yaptığı sergide seramik heykel, minyatür, kinetik fotoğraf, video ve doğal nesneler gibi çeşitli medyumlar yeryüzünün buhranını seyre dalan insanlığın çıkmazlarını kodluyor. Bu kodlamada Boran’ın başvurduğu mecraların tümü hem sanatçının merkeze aldığı sosyo-politik iklimin belgesi oluyor hem de sanat yapıtlarına dönüşüyor. Sergide sanatçının tanıklığına, taşıdığı zehir sebebiyle suçlu ilan edilen Zakkum Ağacı’nın geçmişi ve asfalt kenarında kent süsü olma serüveni eşlik ediyor. Yeryüzünü seyreden ve seyredilen olarak tüketen insanlık; zehirli bir bitkiye nasıl dönüştüğünün farkına varmaksızın; sudaki yansımasına hayran hayran bakıp suçlu ararken bir yandan da iktidar tarafından gözetlendiğini ve şiddete açık olduğunu bilir mi? Bilirse nasıl korur/korunur? Zakkuma giydirdiği mahkum elbisesini kendi giydiğinin farkında mıdır?
Giderek iktidarlara ait refleksleri virüs gibi çoğaltan insanlık, taşla toprakla, ağaçla, denizle, suyla yangınla gücün ifşa edildiği yeryüzünde gün gelip neye sığınır?
Zakkum, höyük, harabe, ev, taş suçlu! Seyretmek suç!
Mehmet Ali Boran’la kötülüğün kökünü, hayırseverin zehrini konuştuk. Sergiyi 30 Eylül’e kadar Kıraathane’de görmek mümkün.
Sanatçı manzarayı nasıl seyreder/ seyredebilir mi?
Caspar David Friedrich 1818 yılında “Bulutların Üstünde Yolculuk” adındaki tablosunda, asker olduğu bilinen birinin resmini yapar: Bulutların altındaki deniz manzarasını izleyen kişi; karşı ayakta dikilmiş, sırtını bizlere dönmüş halde kompozisyonun merkezine yerleşmiştir.
Bu resimde her şey romantikliğin diskurunda oluşturulmuş olmasına rağmen manzarayı izleyen kişinin asker kimliği; bizi manzaranın veya coğrafyanın, eşsiz güzellikleri dışında ve romantik bir algının çok daha ötesinde konumlanan okumalara yönlendirir.
Askeri olan, duygulanımlardan uzaktır ve keşfedendir. Olduğu yerle değil, gidilmesi gereken yerle ilgilenir. Geriye doğru asla bakmaz ve onun bakma eyleminde keşfetme, haritalandırma ve kayıt altına almak vardır. Uzaklardaki ora, salt doğaya ait bir manzara değil, kolonileştirmek için izi sürülmesi gereken yerdir.
Caspar David‘ten, içerisinde bulunduğumuz tarihe, yakın bir döneme şöyle bir sıçrayarak geldiğimizde, çağdaş sanatçı Banksy’nin doğanın içerisine yerleştirmiş olduğu güvenlik kamerasının yer aldığı resimle karşılaşırız.
Banksy’nin resminde ise manzara gidilmesi ya da haritalandırması gereken yer olmaktan uzun zaman önce çıkmıştır. Kendimizi resmin içerisinde buluruz. Her şey gözetim ve kontrol altında akıp gitmektedir. Taş, toprak, ağaç insan ve diğer canlılar. Tamamı Banksy’nin bu resminde gözlemlenerek kayıt altına alınır.
İçerisinden geçtiğimiz günlerde ise manzara, iktidar etmenin temel argümanlarından birine dönüşmüş durumda. Bitki örtüsü, toprak çeşitliliği, kayaç türleri gibi temel coğrafi özellikleri baz alan iktidar, egemenliğini doğayla perçinlemektedir.
Mesela belleğimizde yer alan seyretmeye doyamadığımız manzaralarda sular depolanıyor, İçerisine asfalt dökülüyor, kalekollar yükseliyor, madenler çıkartılarak toprak delik deşik ettiriliyor. O manzaraya küçük bakışlar atabiliyorsunuz. Fakat o küçük bakışlar uzayıp seyretmek eylemine dönüştüğündeyse suç ihtiva eden birine dönüşebiliyorsunuz.
Zakkumun Kökü sergisinde her biri farklı ama birbirine düğümlü işler vasıtasıyla seyretme eyleminin türlü biçimlerini üretimine dahil ediyorsun. Seyrederken seyredilen olarak denetim ve gözetim altında olma gerçekliğini tarif etmek mümkün mü? Aslında sergideki tüm işler bunu ifşa ediyor lakin bir de senden dinlesek bu mecrada.
Zakkumun Kökü’nü kurgularken; toplumsal yaraların iyileşmesine, sanat aracılığıyla toprağa ve tüm doğaya ulaşmaya, insanlar arasındaki İlişkilere, kültürel mirasın uğradığı tahribatlara, diğer canlılar ile olan ilişkilerimize odaklanıyordum. Bir yandan da kendime, öz yaşamsal bellek meselelerimi zakkumun anlatısı aracılığıyla dillendirebilir miyim sorusunu soruyordum. Böylece sergi; on iki ay yeşil kalan fakat tüketildiğinde canlılara zarar verebilen bu bitkinin bilgisinden hareketle ve İbrahimî dinlerin de ‘cehennemin dibindeki ağaç’ diye tabir ettiği zakkum ağacı üzerinden şekillendi.
Sergide altı ayrı çalışmada, altı ayrı medyum aracılığıyla doğanın, kültürel mirasın ve cansız varlıkların uğradığı tahribat ve mağduriyetleri ele almaya çalıştım. Yeni dönem güvenlik sistemleri üzerinden gözetim ve denetimin, harita-bilim ve coğrafya bilimini kullanarak işleyişlerini ve bu İşleyişin ortaya çıkardığı ekolojik yıkımı, insan ve insan olmayan şeylere dair hak ihlallerini imgeleştirmeye uğraştım. Sergideki işler birbirinden farklı kavramlardan hareketle oluşturulmuş olmalarına rağmen, dikkatleri yeni dönem güvenlik sistemlerine ve bunun etrafında şekillenen konulara çektim. Güvenlik kameralarını ve kurumsal gözetim, denetim mekanizmalarını çok daha ayrıntılı bir şekilde işleten meseleleri görünür kılmaya odaklandım.
Tüm olan bitene seyirci kalmamak hakkında çok güçlü bir müdahalen var sergide. Oldukça naif ama bir o kadar da gerçek. Toki tanıtım broşürleri üzerinde eski yapıları resimleyen ressamı izleyen seramik çocuk. Olan biten karşısında donup kalmış da diyebiliriz. Zira soylarına ait olan bir bellek onun için artık yok. Cizre Sur ve Nusaybin’i masal gibi dinleyecek olanlardan söz ediyorsun burada. İzleyeni de güç bir deneyime tabi tutuyorsun. Eğil ve sen de görmeye çalış. Zor çünkü artık eskisi yok…
Bu soruya konu olan, Child Of Watching The Tablet adındaki bu yerleştirmede Nam June Paik‘in 1974 tarihli TV Buddha yerleştirmesine gönderme yaptım. Bildiğiniz gibi bu yerleştirmede bir Buda heykeli televizyon izlemektedir.
Ben de televizyon yerine bugüne ait dijital bir malzeme olan tablet ve Buda heykeli yerine seramikten bir çocuk heykeli kullandım. Bunlara ilaveten de seramik heykelin izleyeceği eğitici bir Youtube videosu tasarladım. Her şey eğlenceli bir pedagojik eğitim baz alınarak kurgulandı. Youtube videosunda, çocuklara atık malzemeleri kullanarak resim yapmayı öğreten ressam ve kullanacağı bilboard afişi ve bu afişin üzerinde TOKİ‘nin inşa ettiği betonarme yapıların satışı için kullandığı aşırı süslü görseller yer alıyor. Ressamın, TOKİ yapılarının üzerine resmini yapmaya başlamasıyla; geniş avlulu, kapısının önünde zakkum ağaçları bulunan, rengarenk sokaklar, tepeler yavaş yavaş afişteki yapıların üzerine işleniyor. Zamanla bu manzaranın aslında yıkılarak üzerine TOKİ kurulmuş Nusaybin’deki Fırat Mahallesi olduğunu ve videodaki ressam Youtuber‘un da belleğindekileri çizdiğini fark ederiz. Resim ortaya çıktıkça, yerleştirmede özne gibi görünen aşırı estetize edilmiş seramik heykel aslında kurgunun nesnelerinden birine dönüşmekte. Özneninse anlatım ilerlerken Youtuber’ın yani ressamın kendisi olduğunu görürüz.
Evet maalesef eskisi yok. Ve o yok olanın yerine ikame edilen ardı ardına sıralanmış tek düze apartmanlar, asfaltı simsiyah geniş caddeler var. Bu video imajlar aracılığıyla ele alınan yüzeydeki bir katman yalnızca.
Fiziki olarak yıkım gerçekleşmeden önce insanlar, avlularında, salonlarındaki duvarlarda ve odalarında karşılaştıkları manzarayı uzun uzun seyrettiler. Asıl travma da buradaki kavramsallıktan dışarıya doğru taşmakta. Tüm bunlara tanıklık edenler, izleyenler ve dinleyenler bambaşka hikâye anlatıcılıklarıyla karşımıza çıkacaklardır. Ve bir hayalet anlatı olarak bu gerçeklik bambaşka anlatılarla hepimize musallat olmaya devam edecek.
Derrida, Borradori ile yaptığı söyleşide, yazarın “Hoşgörüyü bir hayırseverlik biçimi olarak görüyor gibisiniz” görüşüne şu cevabı verir: “(…) Hoşgörü̈ daima “kudretin haklı olduğu” “en güçlü̈ olanın aklı” tarafından gelir; ötekine yüksekteki konumundan, yaşamana izin veriyorum, katlanılmaz değilsin, evimde sana bir yer veriyorum, fakat bunun benim evim olduğunu unutma, diyen egemenliğin ek bir işareti, egemenliğin iyi yüzüdür…” Buradan yola çıkarak sormak istiyorum: Titreşim isimli hareketli foto-enstalasyonun kayyum sonrası “hoşgörünün” aldığı biçimde iyi yüz diye bir şeyden söz edemeyeceğimizi mi söylüyor? Diyebilir misin?
Bir hayatiyet meselesi olarak mülkiyet meselelerinin ortaya koyduğu bir tahakküm ilişkisi vardır. Sahip olan bir şekilde hep evindedir. Misafir ise sürekli yerleşemiyor olmanın refleksi ile fark ettirmese de huzursuzdur. Bu huzursuzluk ara ara gerginliklere sebep olur .
Ev sahibi “önce yerleşmiş sonra da kurulmuştur“. Bundan sebep bir süreliğine mülkünün iktidarını kısa bir süreliğine devretmiş olsa bile “Önce oraya yerleşmiş, sonra da kurulmuş“ olmanın rehavetini taşır. Biraz gergindir fakat huzursuz değildir.
8-10 yıl önce bir arkadaşımızın bağ evinde bir grup arkadaşımızla beraber vakit geçirmek için bulunuyoruz. Evde arkadaşlarla birlikte keyifli vakit geçirdikten sonra, yemek faslına geçiliyor. Az sonra kapı çalıyor ve kapıyı açtığımda beni davet eden arkadaşımın abisini kapıda görüyorum Evde arkadaşımla birlikte uzun ve hoşça vakit geçirmiş olmamdan mütevellit, ona ’merhaba’ demek yerine ‘hoş geldin’ diyerek içeri geçmesi için elimle yol gösteriyorum. Bu davetimin sonrası bakışlarında ve genel olarak vücut dilindeki refleksine bir anlam veremeyerek kısa bir süreliğine huzursuz olduğumu hatırlarım. Aslında hoşgörülü bir insandı. Çoğu zaman şarkılarımıza eşlik ederdi mesela…
Çok sonraları Derrida’nın, hoşgörüyü içinde barındıran bir söz öbeği olan “hoş geldiniz“ kelimesi üzerinden ele aldığı bir yazısını okuduktan sonra, yol göstererek ‘hoş geldiniz’ dediğim adamın gösterdiği refleksler benim için anlamlanmaya başlamıştı.
Kayyumlar beş yılı aşkın bir süredir kuruldukları fakat bir türlü yerleşemedikleri sokaklarda, caddelerde, meydanlarda, köylerde ve şehirlerde hep aynı yerde bir şeyler inşa ediyorlar. Fakat yerleşemiyor olmanın verdiği huzursuzlukla aynı yerde inşa ettiklerini bozup, yeniden bir yapı inşa ediyor. Beş yılı aşkın bir süredir kayyum belediyeciliğinin inşa ettiği karşılaştığım faaliyetlerini fotoğraflamışım. Bu fotoğrafladığım yapıların hiçbiri şimdilik yerinde yok. Tamamının yerine yeni şeyler inşa edildi. Ya da yıkılarak kaldırıldı. Çektiğim birçok fotoğraftan üç imajı motorlar aracılığıyla oluşturduğumuz aksama yerleştirdim. Fotoğraflar sürekli titriyorlar çünkü sergi salonuna bir türlü yerleşemiyor olmalarının huzursuzluğunu taşıyorlar ve adeta can çekişen bir imgeye dönüşüyorlar. Titreşim gerçekleştikçe, fotoğrafların yüzeyinde bulunan görüntüler sürekli kırılmaya, dökülmeye, eğilmeye ve bozulmaya uğruyorlar. Böylelikle, her saniye değişen imajlarla karşı karşıya kalıyoruz.
Araf minyatüründe manzara içinde seni görüyoruz. Zakkumun yanı başında tüm olan biten ve ona yüklenen kötülükler için af diliyorsun. Bir ağaç neden ve nasıl suçlu olur? “Zıkkımın köküne” kötü bir dilekle bağlanan zakkum bu laneti taşıdığını bilir mi? Araf ile bir iyileşme diliyorsun fakat “Koruyucu” isimli videonda plastik bir poşet içinde korunmaya çalışan bir Mehmet Ali görüyoruz. Ne yaparsak yapalım egemenliğin seyrettiği bir korumadan kurtulamayacak mıyız?
Yaşam, düşünüyor olanın kendisi için oluşturduğu ayrıcalık üzerinden şekilleniyor. Hayatlarımızın arasında, yeryüzünde, gökyüzünde, yer altında ve okyanuslarda bulunan her şey bu eksen de değerlendirilir ve kıymet görür. Zakkum ağacı tarihsel olarak birçok canlıdan çok önce yeryüzünde yeşeren ve rengarenk çiçekler açan bir ağaçtır. İnsan ve insan olmayan diğer canlılar için zehir ihtiva eden yapısı tüm canlıları bu ağaçtan ve imgesinden uzaklaştırmıştır. Bu ağaç, çiçeklerine arıların polen bırakmasını, dallarında kuşların yuva yapmasını ve gölgesinde köpeklerin ve insanların uyumasını arzulamıştır belki. Fakat biz canlılar direk olarak bu ağaçtan herhangi bir fayda görmememizden kaynaklı, bu ağacı yaşam alanlarımızın dışına doğru itmişiz.
Zakkum genellikle insanların olmadığı dere kenarlarında ve insanların terk ettiği metruk yerlerde sıklıkla yetişir. Son dönemlerde yılın on iki ayı yeşil kalıyor olmasını kendine fayda gören insanlar belediyecilik faaliyetleri kapsamında park, bahçe ve yol kenarlarında ekmeye başladı. Teolojinin cehennemin dibindeki ağaç diye kodladığı zakkum din dışı bir bitkiye dönüştüğünden bu ağaç insan kaynaklı çok daha büyük mağduriyetlere uğramıştır. Canlılar için zehir ihtiva ediyor olmasının karşısında, İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya’ya atılan atom bombasından sonra topraklarında herhangi bir şeyin yeşermeyeceği düşünülen Hiroşima‘da ilk yeşeren ağaç zakkum oluyor. Bu bilgiden hareketle, canlıların organları için acı veren bir zehir taşıyor olmasının karşısında doğada açtığımız yaraların iyileşmesine merhem olabileceğine dair bir bilgi edinmiş oldum.
Sıklıkla yürüyüş yaptığım insansızlaştırılmış bir vadide harabelerin arasında ve dere yatağında karşılaştığım zakkumların doğada açtığımız yaralara deva olabileceğine dair bir histen hareketle, uzunca bir zaman karşılaştığın her zakkum ağacının önünde kimi kurgular yaparak fotoğraflar çekmiştim. Tüm bu fotoğraflar üst üste bindirilerek sergide göstermiş olduğun minyatürüm için tek bir kompozisyona dönüştü. Minyatürde bir insan olarak teolojik bir refleks aracılığıyla din dışı olarak kodlanan bu bitkiye iadeyi itibar sağlamaya çalıştım. Koruyucu (Guard) adındaki videomda ise doğada açtığımız yaraları bize doğru dönecek olan şiddetin en masum haline göndermeler var. Ayrıca minyatürdeki ben, durumun vahametinin farkına varıp af dileyen bir pozisyonda duruyorum.