Kültür ve Sanat Alanında Erkek Olmamak başlıklı yazım sonrası bana ulaşan tepkileri dört gruba ayırdım. İlk grup, her satırda kendini bulan kız kardeşlerim ve alanda cinsel yönelimleri nedeniyle benzer davranışlara muhatap olan tüm meslektaşlarımdan gelen ve beni daha çok konuşmaya ve yazmaya teşvik eden paylaşımlar. Evet birlikte daha güçlüyüz; bu kesinlikle doğru, sağ olun, var olun! İkinci grup, aslında bu cinsiyetçi davranışın sadece heteroseksüel erkeklerden değil, kadın yöneticilerden de olabildiğini belirtenler. Kesinlikle doğru! Yıllar içerisinde cinsel yönelimi gözetmeksizin bağlı olduğumuz nice yöneticilerimiz tarafından yaptığımız işlerin, verdiğimiz emeklerin değersizleştirildiğini, “mobbing” altında nefessiz bırakıldığımızı deneyimledik, deneyimliyoruz. İşte tam da bu yüzden alanımızdaki koltuk sahibi kadın yöneticiler olarak dikkat etmemiz gereken, elimizdeki gücün sürdürülebilirliğini sağlamak pahasına bu sistemin bir parçası olmaktansa, dayanışmayı ön plana çıkararak bir fark ve değişim yaratabilmek. Alanımızda daha eşitlikçi ve adil bir çalışma ortamına kavuşabilmek için tüm bu deneyimleri konuşmalı ve yazmalıyız, yazacağız! Gelelim üçüncü gruba… Yazıyı okuduklarını oldukça zorlanarak, bir sohbet sırasında araya sıkıştırıp, beni tebrik edip şahsi yorumlarını paylaşmaktan çekinerek hızlıca konuyu değiştiren cis erkek dostlarım. Ne diyeyim, gelin konuşalım, fikirlerimizi paylaşalım, gerekirse çarpıştıralım, yeter ki dinlemeye ve diyaloğa sabrınız olsun… Dördüncü grup mu? Onlar da yazdıklarım kendilerinden çok çok uzakta bir galakside yaşandığı için bu konu ile hiç muhatap olmayan ve son derece eşitlikçi yaşamlarına devam eden ağırlıklı cis erkek ve kadın dostlarım. Vallahi ne mutlu size, bulunduğunuz yerin tasasız keyfini çıkarmaya devam edin!
İtiraf etmeliyim, “Bir sonraki yazının konusu da mı toplumsal cinsiyet eşitliği olacak?” diye soran birkaç dosta “Yok canım, benim uzmanlığım sanat yönetimi, aslen alandaki aksaklıkları yazmaya devam etmek istiyorum, yoksa toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine akademik bir kariyeri olmayan halimle öyle bir süreklilik iddiam olamaz” demiştim. Yeni yazıma başlamak içinse sabırla, maskelerimizle birlikte büyük bir coşkuyla üzerimizden attığımız ataletimiz ve vazgeçtiğimiz mesafeli duruşlarımızla, Eylül ayında yaşadığımız İstanbul Bienali tetikli sanat sezonu açılışlarının ve birlikteliklerimizin sakinleşmesini bekliyordum.
Maalesef kader ağlarını farklı bir şekilde ördü. Bir dostumun dediği gibi “adeta birbirimizin içinden geçtiğimiz” sanat şenliklerimizin sonunda bir viral enfeksiyonla devrilmiş, evimde ilaçlarım ve kedilerimle baş başa otururken telefonum çaldı. Her zaman duymaktan memnun olduğum dost ses bana, renkli profesyonel geçmişimin bir buçuk yılını kaplamış olan yaratıcı bir kurumun sahibi yazarımızın yeni yayınladığı günlüklerinde benden de bahsetmiş olduğunu söyledi. Nasıl mı?
“Kötü şeyler oldu. Uuuf! Uf. Müze Müdiresi Esra ile atıştık…Ta Eylül’den beri…rakamları bilmediği için kızıyordum. İşi bırakma lafını o açtı…Telefon konuşması kötü gitti!”
Çok sinirlendiğiniz, kendinizi kaybettiğiniz anları hatırlar mısınız? Ben maalesef hatırlarım çünkü devamında bedenim bir tepki verir. İşte yazarımızın beni tarihe geçirmeye karar verdiği, yaklaşık on yıl önce yaşanan bu “atışmamız” sonlanıp ben o dönemki küçük ofisimin telefonunu istifamı netleştirerek kapattığımda yanımda oturan çalışma arkadaşımın sesini hafif bir uğultu ile hatırlıyorum: “Kızarıyorsunuz!” Sinirden kızarmıştım cidden, daha doğrusu kurdeşen dökecek kadar sinirlenmiştim!
2010 öncesinde atıldığım sanat derneği maceram o kadar hüzünlü bitmişti ki, her zaman kendi işini kuran, kendi hayallerini gerçekleştirebilen kişilere hayranlık duymuşumdur. Daha çok eşsiz bir sanat işi olarak tanımladığım bu kuruma da büyük bir hayranlıkla bağlanmıştım. Yazarımızın beni itinayla inşa ettiği hayalinin bir parçası yapmış olması tam bir yıl boyunca bana tuhaf bir mutluluk zırhı giydirmiş ve beni -şimdi geri dönüp baktığımda ancak anlamlandırabildiğim – “davranışlarının” gerçekliğinden korumuştu. Müze Müdiresi Esra olarak geçirdiğim bu dönemde ağırlıklı olarak Esra Hanım hitabı ile çağrıldım örneğin. Her ne kadar “hanım” lanmayı tuhaf bulmuş olsam da, bu hitaba -kendisinin farklı bir kuşaktan olma ve eski İstanbul dil sevgisini de göz önünde bulundurarak – itiraz etmedim. Hatta bazen beni aklında tayyörlü bir müze müdiresi olarak canlandırıp güldüğünü söylediğinde ben de kahkahalarla katıldım bu parodiye! (Üzgünüm)
Kızararak istifa etmemle sonuçlanacak olan tartışmalarımız ben işe girdikten yaklaşık bir yıl sonra bir Eylül ayı akşamüstü, kurum sahibimiz için en müsait yer ve zaman diliminde gerçekleşen bir değerlendirme toplantısında – tüm iş görüşmelerini gerçekleştirdiği evinin ofis kısmında başladı… Tesadüfe bakın ki ben yine tuhaf bir grip geçiriyorum. Kafam içtiğim kim bilir hangi ilaçtan bulanık, aç ve yorgun, kocaman müze hesap klasörlerimle huzura çıktım. (Bu paragrafta işveren ve çalışan tarafından yapılan tüm yanlışları belirtiniz!)
Gelelim sahneye. Ana kahramanımız endişeli ve huzursuz, elleri arkada birleşmiş, dünyanın tüm yükü sırtında, şehrin muhteşem manzarası önünde bir aşağı bir yukarı yürüyor. Ertesi gün yola çıkacak, uzaklara, çok uzaklara gidecek ve olmayacağı üç ay için sorularla dolu tuhaf bir kafası var. Hikâyenin yan karakteri bendeniz ise yorgun ama sakinim. Tüm çalışmaların titizlikle gerçekleştirildiğinin ispatı olan dosyalarımla güvende, toplantımız sonrasında kavuşacağımı hayal ettiğim sıcak bir çorba hayalindeyim. Ve sorular başlar. Ziyaretçi sayıları ile gelir gider tabloları karşılaştırmaları… Giderler yüksek! Önümüzdeki kış turist sezonu bitip ziyaretçi sayıları düşünce ne olacak? Ya henüz belli olmayan olası yıl sonu vergi yansımalarının etkisi? Yönetim bu rahat harcamalarla devam etmemeli, lüks tüketimler (?) bitmeli, masraflar kısılmalı! Stajyerlere ödenen yol ve öğle yemeği masrafları lüks! Biten tonerin mürekkeple doldurulması yerine yenisinin alınması lüks! Özel etkinlik sırasında orta segmentte bir şarap ikram etmek lüks! Nice müsriflikler art arda kulaklarımda çınlarken saatler ilerlemiş, hava kararmış… Şehir manzarası hâlâ güzel, ışıklarla boğaz bambaşka bir alem iken sözlünün ikinci kısmı olan gelirler başlıyor. Günlük kaç adet kitap ve hediyelik eşya satılıyor? Haftalık, aylık, yıllık? Ya bilet satışları? Tam, öğrenci, bedava girenler? Müdire Esra Hanım son bir hamle dosyalarda sınav sorularının cevaplarını aramaya çalışıyor, artık kalp atışı hızlanmış, sayfalar açık ama rakamlar yok! Gitmiş hepsi, görünmez olmuşlar! Hoca durmadan soruyor! Integraller, havuz problemleri, çarpım tablosu, fizik, kimya, coğrafya, daha, daha, daha… Yok, cevap yok… Zor bela geveliyor Müdire Esra Hanım – kulaklar uğultulu, gözler bulanık, baş hafif dönmekte – ama dengedeyiz, gelirlerimiz giderlerimizi karşılıyor, hesaplarımız sağlam, mali müşavirimiz devamlı kontrolde, her şey dosyalarda… Çok veri var imkânsız hatırlamam, bir baksam ah bir bakabilsem hepsini söyleyeceğim… Hayır! Yeterli değil! Bileceksiniz bu rakamları ezbere söyleyeceksiniz! Kapatın dosyaları, kapatın! Sıfır aldınız sıfır! Işıklar yavaşça azalır, sessizlik çökmüştür, kahramanımızın tüm siniri altüst ve şehirdeki son akşamı mahvolmuş koltuğuna çöker, yan karakterimiz ise utançla sahneyi terk eder ve perde!
İlahi ben! 2000’lerin ilk on yılında Türkiye’den New York Üniversitesi’nde ilk Sanat Yönetimi yüksek lisansı yapan kişi ol, tüm ukalalığınla memlekete dön, önce kurumsal hayattan vazgeçip güvencesiz bir meslek alanına adım attığın için sonra da kurumlara inat hayaline inanan bir dost bularak kendi sanat inisiyatifini kurma macerasına atıl, on yıl boyunca temsil etmediğin yaratıcı kurum, sanatçı, gerçekleştirmediğin kültürlerarası diyalog işbirlikleri kalmasın sonra da kara tahta önüne kalkan küçük kız öğrenci olarak burnunu çeke çeke ezberini yapmadığın için azarını işit! Haftada altı gün soluksuz çalıştığın ve ofiste güneş görmediğin için D vitamini yoksunluğu çekmiş olmana, dosya dosya gelir gider excel’leri tutup muhasebe kursuna girmiş gibi çalışmana, kuruma kendininmiş gibi sahip çıkıp sevmiş olmana, tüm yönetim sistemini kurup asla kabul edilmeyen fonlama ve programlama önerileri geliştirmene rağmen tarihe rakamları bilmeyen Müze Müdiresi Esra olarak geç.
Peki sizce müzeden yolu geçen tüm o ünlü isimler arasında sadece benim bu sayfalarda yer almam, ismimin bu kadar rahat kullanılabilmesi ve yargının bu kadar fütursuzca verilmesinin nedeni benim bir ünsüz bir “Müdire” olmam mı?
Ancak tüm bu sıraladığım tuhaflıklara bakınca aslında diğer profesyonel maceralarımda da benzer olayların ne kadar sık yaşanmış olduklarını görüyorum. New York dönüşündeki akademik kariyer hevesimle özel bir üniversitede sürdürdüğüm kısa dönem araştırma görevlisi pozisyonumda yaşadıklarıma ne demeli?… Entelektüel kişiliği ve tasarım bilgisi ile göz dolduran bölüm başkanının beni yanına not defterimle çağırıp bugün içeriğini hiç hatırlamadığım ama eminim ki çok ama çok önemli olan bir yazısını dikte etmesi, benim uslu uslu o yazıyı bilgisayara geçirip, çıkış alıp yanına gitmem, kendisinin klavyede harcamaya kıyamadığı önemli elleriyle itinayla tuttuğu özel, renkli ve pahalı kalemleriyle yazıdaki imla hatalarımı büyük bir ciddiyetle işaretleyip düzeltmesi! Bu 1950’ler sekreteri oyununu o gün sanırım bir saate yakın -yazı doğru bir şekilde imzasını hak edecek hale gelinceye kadar – oynadık. Ne mi oldu? Bu sefer de durmayan bir bacak ağrısı başladı bende, revire koştum hemen bir kas gevşetici verdi hemşire ve odama geri yolladı… Ama ben o asistan sandalyesine oturur oturmaz ağrı geri geldi ve daha fazla yerimde oturamadığım için istifa ettim. Hoca ise günümüzde etki alanını farklı şehirlere de taşıyarak kariyerini başarıyla sürdürüyor. Sırtı sıvazlanıyor, toplantılara davet ediliyor. Çünkü statü sahibi, çünkü bağlantıları var, çünkü evet bazı gereksiz davranışları var ama canım birkaç asistan ezmiş ne olacak, bizim tatlı haylaz çocuk işte!
Maalesef o kadar çok örnek var ki yıllar içerisinde deneyimlediğim… Sadece birkaç toplantıda bir araya gelme şerefine erdiğim bir başka akademisyen ve kültür yöneticisi beyefendi ile İstanbul’un her taşının altından ümit fışkırdığı 2010 döneminde yeni kurulacak bir koleksiyoner müzesinin çalışma grubuna davet edilenler arasındayız. Aramızdan biri not tutacak ama kim? Yaş ortalamasına bakıp ben kendimi öne atıyorum mecburen biraz da, neden çünkü ailem beni büyüklerimi saymam gerektiğini söyleyerek yetiştirdi… Peki renkli çorapları ile göz kamaştıran beyefendi ben not tahtası önüne geçer geçmez ne dedi biliyor musunuz? “Yaz kızım!” (Devamında özür dilemek zorunda kaldı bakışımı görünce ama zihniyet orada, özrü neye yarayacak?)
Aslına bakarsanız çuvaldızı kendimize de batırmamız gerekiyor. Bu tip “erklik” davranışlarını hiç düşünmeden hayatın değiştirilemez gerçekliği olarak kabul ediveriyoruz. Farkına bile varmadan küçük çocuğunun hatalı davranışını mazur gören annelere dönüşüyoruz zaman içerisinde… Bir nevi “hocadır; ne dese ne yapsa yerindedir” kabullenişi. Bahaneler hazır: O kadar yetenekli, o kadar değerli ki, çevresi o kadar geniş, bağlantıları o kadar kuvvetli ki…İşte pohpohlarla bu hocalar aslen kendilerini hayatın merkezine koyarak bir iktidar kuruyor ve bizleri de dış çembere atıveriyorlar!
Çok yakın bir tarihte dinlediğim bu tarifte bir hoca, kendi büyüdüğü ve şu an olmayan İstanbul’unu anlatırken büyük bir tutkuyla şehri “ırzına geçilen” “tecavüze uğrayan” İstanbul olarak vurguladı. Adeta eski Türk filmlerindeki aşık olduğu fakir kızın kötü yola düşerek bir pavyon şarkıcısına dönüşmesine hayıflanıp gözlerini kör eden acılı bir jön gibi! Ve kendisine şehri neden bir kadın kimliğinde ele aldığı sorulunca da, aslen bu dönüşümü anlatırken bir erkek olsa şehir, ona yapılan tecavüzün bir şiddet olacağını, kadının ırzına geçme metaforunun ise daha yaygın olduğunu söyleyiverdi. Peki kendisini dinleyen hayran kitlesi ne yaptı diye merak edecek olursanız, cevap da vahim maalesef. “Aman hocam ilahi, aaaaaa aşkolsun siz de var yaaaaaaaaa!” ve bunu izleyen tatlı sert dokundurmalı gülücükler, kahkahalar…
Artık örneklere bir son verip yazıyı sonlandırma zamanı. Biliyorum ki sizlerin de başına gelen nice benzer hikâyeler var, bu mobbingle bezeli cinsiyetçi deneyimler maalesef istemeyeceğimiz kadar yaygın. İsimler değişse de hikâyelerimiz benzer. Ben erken profesyonel dönemimde bu üstten bakışla uzlaşamamama rağmen nedenini kendi uyumsuzluğuma verip kurtuluşu çoğunlukla istifa ederek, bulunduğum toksik ortamdan uzaklaşmakta buldum. Maruz bırakıldığım cinsiyetçi konuşmaları ise dehşete kapılmama ya da dostlarla paylaşmama rağmen çoğunlukla kişisel hafızamda saklı tuttum. Ama artık sevgili #SusmaBitsin‘in de dediği gibi, susmayalım ki bu içselleştirilmiş davranışlar bitsin çağrısı ile yazıyorum bu satırları. Artık hayatımızı verdiğimiz bu kültür ve sanat alanındaki süslü kelimelerin ardına gizlenmiş cinsiyetçilik, saygı ve sevgi çemberi çerçevesinde gerçekleşen hareketler mazur görülmesin, kimse gülüp geçmesin. Birbirimizden güç alarak karşı çıkalım, sözümüzü yutmayalım. Maruz bırakıldığımız bu davranışların yanlışlığını telaffuz edebilelim ki bizden sonra gelecek olanlar daha eşitlikçi bir ortamda çalışıp üretebilsinler. Bunu yapabilecek alan, deneyim ve sesimiz var.
Ve bu Müdire Hanım tabirini de benimsemeye karar verdim. Bence ne yaptığını bilen, bildiği doğruları savunan, etik değerlere sahip, adaletli insanları anlatıyor. İnanın, bu erk kişiler nesli tükenmiş bir zihniyeti temsil ediyor artık. Bunlar son çırpınışlar çünkü zaman başka bir zaman, değil mi?
Bu yazıyı beğendiniz mi?
Argonotlar Telif Kumbarası desteğinizi bekliyor!
Çok sesli ve bağımsız güncel sanat yayını Argonotlar, 2025 yılı yazar telifleri için okurlarını desteğe çağırıyor.
Siz de kampanyaya tek seferlik 750₺, 1000₺ ve 2000₺ olmak üzere üç farklı kategoriden sizin için en uygun olanını seçerek destek olabilirsiniz.