Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Gündem

Kültür ve sanat alanında erkek “olmamak”

Raporun konu edindiği alan profesyonellerinden biri, raporun öznesi olarak Esra Aysun İKSV’nin Kültür-Sanat Dünyasında Toplumsal Cinsiyet raporunun düşündürdükleri üzerine yazdı.

Dokuma atölyesinde grup fotoğrafı, Dessau Bauhaus, 1928. Fotoğraf Bauhaus-Archiv, Berlin.

On beş milyonluk kaotik metropolümüz İstanbul’un yarısını oluşturan kadınlardan biri olarak biliyorum ki her geçen gün korkutucu bir hızla artmakta olan ve bizi tekrar tekrar hayretlere düşüren toplumsal cinsiyet eşitsizliği ortamından irkilmemek elde değil. Dünya Ekonomik Forumu’nun en son 2021 yılında yayımladığı Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre Türkiye, 156 ülke arasında 133. sıraya kadar geriledi ve globalde cinsiyet eşitliğine ulaşmamıza en iyi ihtimalle 136 yıl olduğu açıklandı. İstanbul Sözleşmesi geçtiğimiz yıl tek bir imzayla ortadan kalktı ve nefeslerimizi tutmuş yüzlerce kadın avukatın İstanbul Sözleşmesi’nin haksız iptalinin geçersizliği için yaptığı tarihi savunma ve başvuruya Danıştay’ın yazılı onayını bekliyoruz. Süregiden hukuksuzluğun sembolü haline gelen Osman Kavala davası, Gezi Parkı Davasıyla müebbet ve yedi yeni tutuklamayla daha da karanlıklaşırken kız çocukları ve kadınların cinsiyetleri yüzünden kolayca ve yargı afları teşvikleriyle öldürmelerine dur demek için mücadele eden Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na kapatma davası açıldı.

2017’de tüm dünyaya yayılan #metoo hareketi devamında Türkiye’de de özellikle sinema, TV, tiyatro alanlarında çalışan kadınların dayanışma ağı olan #susmabitsin platformunun sürdürdüğü başarılı kampanyalarla artık kadınlara karşı sürdürülen taciz ve saldırı olaylarının ne kadar içselleştirilmiş ve sıradanlaşmış olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Sadece #susmabitsin sosyal medya hesaplarının tarihçesine bakmanız gündemin ne kadar yoğun olduğunu görmek için yeterli… Her gün, nasıl bir ertesi güne uyanacağımızın belirsizliğiyle yaşıyoruz. Üniversite dönemimde tanıklık ettiğim ‘başörtü’ üzerinden ilerleyen kadın bedeni odağı bugünlerde kadın ‘meme’sinin açıklık ve kapalılık oranına yoğunlaşmış durumda. Nesiller değişiyor ancak kadın bedenine karşı duyulan korku bitmiyor.

#SusmaBitsin eylemlerinden görüntü.

Ben de Türkiye’deki kültür ve sanat alanı ekosisteminde bir ‘kadın’ kültür profesyoneli olma deneyimim hakkında epeydir yazmak istiyordum. Ancak ‘sanat yönetimi’ olarak tanımlanan mesleğimdeki terminoloji karmaşası[1] beni burada da yakaladı ve alanda bir dolu görünür sistemsel eksiklikler varken, LGBTİ+ birey olmayan ve fiziksel bir taciz, saldırı deneyimi yaşamayan bekar ve çocuksuz bir kadın profesyonel olarak “kadın çalışan” olma vurgusunu bir başlık haline getirmek meslektaşlarım arasında bir ayrıştırma yapacak olma endişesiyle bazen gereksiz bazen de abartı geldi.

Ancak İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Kültür Politikaları Çalışmaları kapsamında Prof. Dr. Itır Erhart tarafından hazırlanan ve Nisan ayı itibariyle erişilebilir olan Kültür-Sanat Dünyasında Toplumsal Cinsiyet: Tartışmalı Konular, Yapısal Sorunlar, Çözüm Önerileri başlıklı 10. raporu okumak bana uzun süredir beklettiğim bu yazı için motive edici bir fırsat vermiş oldu. Raporla ilgili düşüncelerimi paylaşmadan önce aslen sadece bir okuyucu olmadığımı, bu çalışma ile kurumsal bir işbirliği ilişkimin olduğunu belirtmeliyim. Son sekiz yıldır Türkiye’deki sanat çalışmaları ekibinin bir parçası olduğum British Council, rapora ‘Politika Geliştirme Fon Programı’ kapsamında katkı sağladı. Raporun ilk bulguları kamuyla ilk kez proje yöneticisi ve Türkiye küratörü olarak bir parçası olma keyfine eriştiğim WOW – Dünya Kadınları Festivali İstanbul[2]’un “Yaratıcı Alanda Eşitlik”[3] başlıklı kapanış panelinde raporun yazarı Itır Erhart tarafından paylaşıldı. Hem sunumları hem de seyirci katkılarıyla epey hareketli geçen panelin yayını yakında paylaşılacak ama bir ‘erkek’ seyircimizin raporun çıktılarını büyük bir özgüvenle sorgulayarak yansıtılan durumun vehametini ‘abartı’ olarak tanımladığını söyleyebilirim. Aslına bakarsanız beni de harekete geçiren işte hep bu abartıları yapan tarafta yer alıyor olmam. Ne mutluyum ki 2017 yılından beri sürdürdüğüm WOW İstanbul yolculuğumda yollarımın kesiştiği birbirinden farklı yaş, kimlik, sosyo-ekonomik durum ve yönelimdeki kadınların yaratıcı üretimlerini ve hikâyelerini paylaşma cesaretlerine tanık olmak beni değiştirdi. Bu sene ilk kez yüzyüze yapabildiğimiz festivalde 5Harfli Sesler panelinde dinlediğim Ahu Öztürk’ün ‘Yazma Utancı’ başlıklı konuşması ise beni kendi sınırlandırmalarım ve korkularımla yüzleştirdi.

10. Kültür-Sanat Dünyasında Toplumsal Cinsiyet: Tartışmalı Konular, Yapısal Sorunlar, Çözüm Önerileri raporundan ekran görüntüsü.

İKSV Kültür Politikaları Çalışmaları departmanının kurucu direktörlüğünü üstlenen ve WOW İstanbul Danışma Kurulu üyesi şapkasıyla festivale büyük emek veren Özlem Ece’nin giriş yazısında belirttiği gibi, alandaki 50. yılını kutlayan ve yaratıcı ekosistemimizin mimarı olan İKSV’nin bu raporu, Birleşmiş Milletler’in dünyada bir kadınlar günü ilan etmesinin 45. yılı olan 2022’de yayımlıyor olması oldukça anlamlı. Tiyatro, sinema ve müzik alanına odaklanarak sanatçı ve sanat profesyonelleriyle derinlemesine görüşme, anket ve odak grup çalışmaları yapılarak hazırlanan rapor, “Türkiye’de yaratıcı sektörlerin nasıl daha eşit, demokratik ve kapsayıcı hale gelebileceğini, İstanbul’un kültür sanat profesyonelleriyle birlikte düşünmeye” çağırıyor. Ben de bu çağrıya uyarak bu yazıyla kişisel bir düşünme yolculuğuna çıkmak istiyorum izninizle. Eminim rapor hakkında akademik değerlendirmeler yapılacak, toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmaları kapsamında incelemeler gerçekleşecektir. Benim amacım raporun konu edindiği alan profesyonellerinden biri, raporun öznesi olarak bu araştırmanın düşündürdüklerini ‘yeni edinilmiş’ cesaretimle paylaşabilmek.

İsterseniz öncelikle araştırmanın derinlemesine görüşmelerine katkı veren 18 kadın profesyonelin Türkiye’de kadın olmayı tanımlama şekillerine bakarak başlayalım: “dışlanma”, “ayrıştırılma”, “erkek diline, egemenliğine, tahakkümüne maruz bırakılma”, “sokakta rahat yürüyememe”, “ciddiye alınmama”, “erkeklerden daha çok çalışmak zorunda kalma”, “susturulma”, “cinsel hayatını saklama baskısını hissetme” ve “biteviye bir mücadele içinde olma””.[4] Tanıdık geliyor mu bu dillendirmeler size de? Hepsini art arda sıralanmış okuyunca sizin de kalbiniz sıkışıyor mu?

Erhart’ın Giriş yazısında Butler’dan yaptığı alıntıyı da okuyalım:

“Kadınlara ve erkeklere biçilen roller, değerler, davranış biçimleri, doğal farklılıklara vurgu yapan bir söylem ile güçlenir, içselleştirilir. Bu söylem kız çocuğunu ve kadını kırılgan, anaç, narin, pasif, zarif, evcimen, sadık, duygularıyla hareket eden cins olarak kurgular (Butler, 1989).”[5]

Son yirmi yıla yayılan kişisel meslek hayatımda, birbirinden çok farklı yönetim modelleri ve yapılarına sahip sanat oluşumlarında çalışma tecrübemde, genelde heteroseksüel erkek olan en üst yönetim kademeleriyle kurduğum iletişimde ağırlıklı olarak öğrenme süreci hiç bitmediği için bir türlü yaş alamayan sadık ve müteşekkir bir kız çocuğu kimliğini üstüme geçirdiğimi görüyorum. Çalıştığım pozisyona, bulunduğum konuma adeta sahip olduğum bilgi, deneyim ve beceriyle değil de bir şans ve bahşedilmeyle gelmişim duygusuyla minnetle şükrettiğimle yüzleşiyorum. Alandaki ilk on yılımda sürdürdüğüm sigortasız, maaşsız ve güvencesiz çalışma döneminde asıl bana inananlar mesleğimdeki tutkuma saygı duyan ve bunu gerçekleştirebilmem için tüm şefkat ve maddi olanaklarıyla beni koşulsuz destekleyen başta biricik annem Günseli Aysun olmak üzere ailem iken sürekli bana tanınan fırsatlar için alana ve ustalarıma minnettar hissederek aslen ne yapsam yetemediğimi, hiç tam olmadığımı düşünerek çalışmış olmam neden? Nispeten eşitlikçi alanımızın biz kadınların toplumsal gerçeklik kabullerimizden ve ne olursa olsun bu alanda kalabilme gayret ve mücadelemizden, alandaki duygusal tatmin duygumuzdan faydalanarak bizi yıllarca yaş almayan kız çocukları olarak ailemizden göreceğimiz desteklere tabi bırakarak devraldıkları bu fasit sistemi sürekli kılan ve bizleri adeta akıntıya karşı kürek mahkumları haline getiren gene o eril yapı değil mi? Hep erkekler kulübünün dış çeperinde hissetmemizin nedeni gene hep o kulübü oluşturanlar ve devam ettirenler değil mi?

Erhart, kadınlığı şu cümlelerle açıyor “ana akımdan dışlanmış, çemberin dışında mücadele veren bir birey olma hissi; bununla birlikte kendini, içinde bulunduğu sosyal çevre içinde sürekli koruma ve ispat etme ihtiyacıyla ilişkilendiriliyor. Bu ihtiyaç sebebiyle de özgürce kendi olamama, kendi gibi davranamama durumu ve sürekli, kalkanlar ve savunma mekanizmaları geliştirme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Simone de Beauvoir’in kadını “İkinci Cinsiyet”, kadınlığı “Başkalık” olarak tanımladığı kitabına (2019) gönderme yapar biçimde, heteroseksüel erkek olmamak, “aslolanın alternatifi olmak”, “yardımcı olmak”, “destek olmak”, “ikincil olmak” gibi ifadelerle tarif ediliyor.”[6]

İşte tam da bu. Alanda yüzleşmemiz gereken gerçek, ağırlıklı olarak heteroseksüel bir erkek olmayarak bize uygun görülen konforlu ve eşitlikçi gözüken ikinci halkada kalmaya mahkum edilmiş olmamız.

10. Kültür-Sanat Dünyasında Toplumsal Cinsiyet: Tartışmalı Konular, Yapısal Sorunlar, Çözüm Önerileri raporundan ekran görüntüsü.

Raporun bence en çarpıcı başka bir tespiti, “çalıştıkları sektörde kadın olmanın kariyerlerine olumsuz etkisi” olduğunu belirtenlerin oranı %53 iken soru farklı bir şekilde kurgulanarak çalıştıkları sektörde erkek olmadıkları için dezavantaj yaşayıp yaşamadıkları sorulduğunda, evet cevap oranının %63’e çıkıyor olması. Bu, yaşadığımız dezavantajları bile dillendirmeyecek kadar içselleştirdiğimizi göstermiyor mu sizce de?

2016’da, British Council olarak gerçekleştirdiğimiz “Kültürde Kadın Gücü” araştırması, iş gücünün yarıdan fazlasının kadın olduğu bilinen kültür-sanat sektöründeki kadın profesyonellerin ve yöneticilerin ihtiyaç ve isteklerini ortaya çıkartmayı amaçlıyordu.[7] En şaşırtıcı sonuç, uzun çalışma saatleri, düşük maaş, güvencesizlik, destek mekanizmalarının eksikliği gibi tüm olumsuzluklarına rağmen alanın yüzde 70’i kadar büyük bir parçasını oluşturan kadın kültür profesyonellerinde diğer sektörlerde gözlemlenmeyen %80-90’lara varan oranda, “hayallerindeki işte çalışmak, üretkenlik, yaratıcılık, entelektüel tatmin ve sosyal fayda” olarak dile getirilen bir mesleki tatmin ve mutluluk olması idi![8] Bu veriyle ilk karşılaştığımda, istediğimiz işlerde çalıştığımız için müthiş bir gurur duyarken bir yandan da değiştiremeyeceğimize inandığımız makus kaderimizi sorgusuz kabul edip alanın sürdürülebilirliği için ‘gıkımızı’ çıkarmadan azimle çalıştığımızı düşünerek müthiş bir hüzne kapıldım. Yurtdışında sürdürdüğüm yüksek lisans programından yaz için eve döndüğümde, boş kalmamak için çalıştığım konser organizasyon şirketi etkinlik sonrasında batınca, iki aylık çalışmamın karşılığını alamamam bir yana, benimle çalışan rehberlerin parasını da, aracı olmaktan dolayı müthiş bir utanç duyarak anneme ödettiğimi düşündükçe güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum! Ah benim sektöre sonsuz destek olan biricik anneciğim! Ödenmeyen sigortalar, alınamayan maaşlar, yapılamayan birikimlerle geçen heyecan ve macera dolu renkli meslek tecrübeleri ve merhaba orta yaş! Annem artık sektörün başarısızlıklarını kapatamıyor, ben de son on yıldır risk alamıyorum. Ancak eğer 2000 başında değil de 2020’lerde alana yeni adım atan bir profesyonel olsa idim, British Council araştırması sonuç önerilerinde vurguladığımız gibi düşük ücret problemi iyileştirilmediği sürece mesleğimde tutunma ısrarım mümkün olamazdı. Kültür ve sanat alanının kapsayıcılığını tehlikeye atan en endişe verici gelişmelerden biri de bu şartlar altında, çalışan ve üretenler arasındaki farklılıkların ve çeşitliliklerin kaybolmaya mahkum olması.

Özet olarak, iki araştırmanın temel bulgularının birbirleriyle oldukça örtüştüğünü söyleyebilirim. 2016 sonuçları, kadın ve erkek profesyonellerin iş deneyimleri ve kariyer beklentileri arasındaki farklara işaret ederek yüksek sayıda kadın çalışanı olan yenilikçi bir sektör olarak görülen alanımızda, eşitsizliğin özellikle “işe alım, terfi, kariyer gelişimi ve ücret gibi konularda” görünür olduğunu ve kıdemli yöneticilerin sektörü daha eşitlikçi algıladığını ortaya koymuştu. Kendimizi hep eşit hissettiğimiz yanılgısıyla yıllarımızı adadığımız alanımızdaki görünür eşitsizlik gerçekten de çarpıcıydı:

“Cinsiyet ayrımcılığı deneyimleri arasında (erkek çalışma arkadaşlarına göre) daha az ücret almak, yetersizmiş muamelesi görmek, daha az desteklenmek, soyutlanmış hissetmek, taciz edilmek, yeterli inisiyatifin verilmemesi ya da terfi alamamak vb. sayılabilir.”[9]

2016’dan 2022’ye benzer verileri yine, yeniden okuyor olmak beni gene o hüzünle sarsmış olsa da, Erhart çok daha kapsamlı bir irdelemeyle aslında hem bu eşitlik yanılgısına hem de kaçınılamayan tekrara ışık tutuyor. İKSV anketine katılan her 10 kadından 7’sinin çalıştıkları sektörde kadınların kendi aralarında eşit olmadığını düşünmesi ve bu eşitsizlik sebepleri sıralamasında ilk üçte mesleki hiyerarşi (%72), sosyo-ekonomik eşitsizlik (%52) ve fiziksel özelliklerin (%51) gelmesi bize yönetici ve karar verici pozisyonlardaki kadınların daha çok değişime sebep olması gerektiğini gösteriyor. İş dünyasında olduğu gibi sanat dünyasında da cam tavanı geçen kadın yöneticilerin, öncelikle kendi kurumlarını bir cinsiyet eşitliği merceğinden geçirerek analiz etmeleri ve olası bir eşitlik uçurumu konusunda gereken değişim adımlarını atmaları gerektiği apaçık ortada. İş gene mi bize, kadınlara düşüyor diyeceksiniz ama bizler kendi aile ortamımızdan daha çok zamanımızı ve hayatımızı adadığımız profesyonel ortamlarımızda bu etik değerimizi savunamazsak emeğimizi nasıl sahiplenebiliriz ki? Başarı hikayelerini paylaşarak örnek olma dönemi geçmedi mi sizce de? Bu ayrıştırıcı ‘ben başardım, çalış sen de başar’ hikayesi yerine artık ‘ben başarırken benden sonra gelecekler için neyi değiştirebildim?’ sorusunun cevabını vererek birlikte neleri değiştirebileceğimizi konuşma zamanı.

10. Kültür-Sanat Dünyasında Toplumsal Cinsiyet: Tartışmalı Konular, Yapısal Sorunlar, Çözüm Önerileri raporundan ekran görüntüsü.

İKSV raporunda, alanımızda cinsiyete dayalı ayrımcılık yaşayanların oranı %52 iken taciz ve mobbing yaşayanların oranı %58 olarak belirtiliyor. Bu vahim tablonun tek olumlu göstergesi ise %62 kadar yüksek bir oranda anket katılımcısının böyle bir durum karşısında ne yapmaları gerektiğini ifade ederek direkt yargıya gitmek yerine öncelikle alandaki kadınların oluşturduğu dayanışma örgütlerine başvuracaklarını söylemeleri.

Sahadan Hikâyeler bölümlerini ise detaylı olarak okumanızı, örnek vakaları titizlikle incelemenizi öneriyorum. Kültür kurumlarımızdaki insan kaynakları departmanlarının bu tip vakaları ele alabilecek donanımları olup olmadığını biliyor muyuz? Alanımızdaki vakaları bizler ne kadar takip ediyoruz. Kendi ya da yakınımızın başına gelmedikçe ilgilenmeyecek miyiz? #Susmabitsin demeyecek miyiz?

Cinsiyet ayrımcılığına yer olmayan daha eşit bir kültür-sanat ekosistemi yaratmak için ankete cevap veren katılımcıların önerilerinin ilk üçü ise kuşkusuz hepimizin hemfikir olacağı gibi; yasal düzenlemeler, eğitim müfredatında toplumsal cinsiyet eşitliğine yer verilmesi gibi geniş çeperli -zaten çoktan olması gereken- uygulamalar ve ne mutlu ki kadınlar arasında daha çok olması gereken örgütlenme isteği. En az bahsi geçen öneri ise pozitif ayrımcılık. Gerçekten de bir türlü tam olarak benimseyemedik bu pozitif ayrımcılığı değil mi? Raporda da belirtildiği gibi kadın profesyonellerin arasında aslen kota uygulamalarından “lütfetme”, “değersizleştirme”, “üstten bakma” gibi çağrışımları nedeniyle rahatsızlık duyanlar ve toplantılarda ilk sözün kadına verilmesi gibi yaklaşımlardan dolayı pozitif ayrımcılığı, insanların cinsiyetlerine indirgenmesi olarak sorunlu görenler var. Yıllarca benim de düşüncelerimdi bunlar, ancak şu an bu rahatsızlıkları aslen içerisine doğduğumuz ‘matrix’in varlığını itiraf etmenin getireceği ağırlıktan kaçış olarak görüyorum. Bugün biz şanslı bir birey olarak eşitlik ayrıcalığını yaşıyor olsak bile varolan sistematik eşitsizlikleri kabul edip herkes için bu mücadeleyi görünür kılmakla yükümlü olduğumuzu düşünüyorum.

Çuvaldızı kendime batırarak beyan ediyorum. Ben profesyonel hayatım boyunca kendimi çok daha görünür olarak tecrübe edilen çeşitli ayrımcılıklardan –LGBTİ+ olmak, derin yoksulluk, etnik ya da dini farklılıklar- muaf sandığımı kabul ediyorum. “Değişemez toplumsal gerçekliğimiz” olarak kabul ettiğim toplumsal cinsiyet eşitsizliği içerisindeki varoluşumu mesleki hayatım mevzu bahis olunca sanki büyülü bir kapıdan geçmişim gibi “sanat tarafından kutsanmış pembe bir eşitlik” dünyasına adım attığımı varsaydığımı şimdi algılıyorum. Ve sonuç olarak da maruz kaldığım ve önemsemekten utandığım çeşitli ayrımcılıkları şanslı konumumdan dolayı görmezden gelerek, bir şekilde bu ayrımcılıkların sürekliliğine katkıda bulunmuş olduğumu kabul ediyorum.

Ne mutlu ki bana, Erhart’ın sonuç ve öneriler bölümünde sıraladığı festivaller başlığında yer alan “kadın sanat üreticilerinin eşit temsilini ve katılımını gözeten çalışma, gösteri ve sergi alanları geliştirmek, içerik ve katılımcı çeşitliliğini artıracak, dezavantajlı grupların katılımının önündeki engelleri aşacak çalışmalar yürütmek” maddelerini birebir hayata geçiren WOW – Dünya Kadınları Festivali İstanbul ile dolan bir mesleki tecrübem oldu. Ben, başkalarının hikâyelerini dinleme sabrını ediniyorum ve alandaki cis heteroseksüel erkek meslektaşlarımdan da dileğim, içerisine doğdukları ayrıcalıkları kabul edip elde ettikleri mesleki başarılarında heteroseksüel erkek olmayan meslektaşlarına kıyasla birçok avantajla, farkına bile varamadıkları destek mekanizmalarıyla çevrili olduklarının farkına varmaları. Kendilerini rahat hissettikleri maskülen suları bırakmalarını, cinsiyetçi dilden, önyargıdan uzak durmalarını, her farklı görüş bildirmek için sesini çıkaran kadın meslektaşlarına “amma abarttın”, “sizin de bitmedi şu mücadeleniz”, “gene mi feminizm, ne alakası var kadın ya da erkek olmakla”, “cinsiyet ayrımcılığı yapma!”, “sanatın cinsiyeti olmaz, başaran başarıyor işte, yapsalarmış, etselermiş” gibi kolay cümlelere sığınarak savunmaya geçmemelerini, başkalarının hikâyelerini dinleyebilme sabrını edinmelerini istiyorum.

Kendimden ve kızkardeşlerimden dileğim ise kültür ve sanat alanında erkek olmayan profesyoneller olarak varolduğumuzu kabul edip bunu açık yüreklilikle dile getirebilme cesaretiyle devam edebilmek ve değişim inancıyla bir arada çalışabilmek. Ve en önemlisi de, ne olur artık bu toprakların sunduğu sonsuz erklik networkleri ile yıllarca bizleri “yaşsız kız çocukları” kendilerini ise “daimi hoca” ilan edenleri hak etmedikleri tahtlarından indirelim artık! Mücadeleyi sadece görünür olan taciz, saldırı ya da eşitsizlikler için değil, örümcek ağı gibi etrafımızı sarmış olan o “köhne” değişmezlikleri değiştirerek verelim. Daha çok konuşalım, daha çok yazalım, burdayız ve birlikteyiz diyelim. İnanın birlikte her şey daha güzel.


[1] Bu konu için ilk ve son baskısı Mart 2014 tarihinde Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılan Sanat Yönetimi Üzerine Konuşmalar kitabımın giriş yazısı olan “Güncel Bir Mesele: Sanat Yönetimi”ne bakabilirsiniz. Aynı metin esraaysun.org adresinde açık kaynak olarak da paylaşılmıştır.

[2] Kadınları ve kız çocuklarını destekleyerek, onların karşılaştıkları güçlükleri ve daha eşit bir dünya için getirdikleri çözümleri görünür kılan WOW Dünya Kadınlar Festivali, WOW – Dünya Kadınlar Vakfı ve British Council ortaklığında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi desteği ile İstanbul’da ilk defa bu yıl fiziksel olarak İstanbul’un kültür mirası ve yeni yaşam alanı Müze Gazhane’de 19-20 Mart 2022’de gerçekleşti.
Kültür ve sanat alanını, yeni diyaloglar ve iş birlikleri yaratmak için sivil toplumla buluşturan festival; müzik, performans, sohbetler ve atölyeler yoluyla farklı alanlardan karşılaşmalara fırsat vererek, kadınların hikâyelerini ve seslerini paylaşan eşsiz bir platform sundu.
Birleşik Krallık’tan ve Türkiye’den katılan toplam 196 sanatçı, konuşmacı, atölye lideri ve 33 sivil toplum kuruluşu ile programlanan WOW İstanbul, sanat izleyicisini festivalin bir katılımcısı yaparak kültürel ve yaratıcı ifadelerin, güvenli, kucaklayıcı ve kapsayıcı bir platformda paylaşılmasını sağlayarak birbirine ilham olmak için #birlikteyiz diyen kadınların değişime ve eşitliğe olan inancını yansıttı.

[3] 19-20 Mart 2022’de Müze Gazhane’de gerçekleştirilen festivalin yayınları da bu sene içerisinde wowistanbul.org adresinde ve British Council YouTube hesaplarında erişilebilir olacak.

[4] https://www.iksv.org/i/assets//iksv/documents/kultur_politikalari_rapor10.pdf, s.8.

[5] https://www.iksv.org/i/assets//iksv/documents/kultur_politikalari_rapor10.pdf, s.17.

[6] https://www.iksv.org/i/assets//iksv/documents/kultur_politikalari_rapor10.pdf, s.29.

[7] Kültür’de Kadın Gücü Raporu’nu okumak için: https://www.britishcouncil.org.tr/sites/default/files/womens_power_in_culture.pdf

[8] https://www.britishcouncil.org.tr/sites/default/files/womens_power_in_culture.pdf, s.12.

[9] https://www.britishcouncil.org.tr/sites/default/files/womens_power_in_culture.pdf, s.19.


Daha fazla Argonotlar içeriği için

İlginizi Çekebilir

Gündem

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kültür alanındaki beş yıllık politika, strateji ve çalışmalarını, açılan müzeler ve düzenlenen etkinlikler aracılığıyla Emre Erbirer kapsamlı olarak ele aldı.

Duyurular

Galeri Siyah Beyaz, 40. yıldönümüne özel düzenlediği “Siyah Daha da Beyaz” isimli pop-up sergiyle 35 sanatçıyı bir araya getiriyor.

Gündem

Şair ve yazar Mayra Santos-Febres'in Afro-Boricua sanatı üzerine Protodispatch yazı dizisi kapsamında hazırladığı yazının Türkçesi Argonotlar'da.

Eleştiri

Sena Başöz'ün bir yıl arayla açılan "Kaçınılmaz Koreografi" ve "İyileşme Olasılıkları" sergilerini değerlendirdik.