Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri

Elli yıl sonra yeni sorularla: Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?

Yayınlanmasıyla beraber sanat tarihi anlatısını değiştiren Linda Nochlin’in “Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” makalesini bugünden değerlendiren bir soruşturmayla tekrar düşünüp tartışmaya açıyoruz.

Linda Nochlin’in “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” (Why Have There Been No Great Women Artists?, ArtNews) makalesi 1971 yılında yayınlandığında hem sanat tarihsel hem de güncel anlamda kadın sanatçının yerini sorgularken doğru cevaplar bulmak için doğru sorular sormanın önemine de değiniyordu. 

Nochlin makalesinde beyaz erkek egemenliğinin gerçekten adil bir toplumsal düzen kurulabilmesi için düzeltilmesi gereken birçok entelektüel çarpıtmadan yalnızca biri olduğuna değiniyor; “Geçmişin ve bugünün düzeni, kadınlarla birlikte, beyaz, tercihen orta sınıf mensubu ve her şeyden önce erkek olarak doğma şansına erişmemiş herkes için, yalnızca sanat alanında değil daha başka yüzlerce alanda da engelleyici, baskıcı ve cesaret kırıcı” olduğunun altını çiziyordu. 

Nochlin’e göre, “kadınların ya da siyahların yüz yüze olduğu olağanüstü zor koşulları göz önünde bulundurduğunuzda, beyaz erkeklerin ayrıcalıklı alanları olan bilim, politika ve sanat gibi alanlarda yine de pek çoğunun büyük bir başarı elde etmiş olması” mucizeydi ve makalenin yayınlanmasının üzerinden geçen elli yılda farklı alanlarda, sisteme rağmen birçok mucizenin gerçekleştiğine tanık olduk, oluyoruz.

Argonotlar olarak elli yıl önce sanat tarihi anlatısını değiştiren ve hâlâ güncelliğini muhafaza eden makaleyi bugünden değerlendiren bir soruşturma hazırladık. Nochlin’in ele aldığı toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunu bugünün sanat dünyasında tekrar düşünmek ve tartışmaya açmak istedik.

Geçen elli yılda, özellikle son on yıllık süreçte, birçok sanat kurumunun koleksiyonlarındaki yaygın cinsiyet eşitsizliğini giderme çabasında olduğunu, bu bağlamda sergiler, etkinlikler düzenlediklerini görüyoruz. Makalenin yayınlanmasının 50. yılında dünyanın dört bir yanında Sophie Taeuber-Arp ve Georgia O’Keeffe gibi makalede de adı geçen sanatçıların retrospektifleri ile Barbara Kruger, Judy Chicago, Paula Rego gibi sanatçıların büyük ölçekli sergilerinin yapılması planlanıyor. 

Diğer yandan “geçmişin ve bugünün düzeni, kadınlarla birlikte, beyaz, tercihen orta sınıf mensubu ve her şeyden önce erkek olarak doğma şansına erişmemiş herkes için” hâlâ farklı alanlarda farklı düzeylerde zorlukları beraberinde getirmeye devam ediyor. Bugün makaleden hareketle, beyaz erkek olmayan sanatçının, kadınların, LGBTİ+’ların, azınlık olarak adlandırılan ırk ve dine mensup kişilerin sanat ortamındaki yerine dair nasıl sorular sorabiliriz diye düşündük ve bir haftayı bile bulmayan kısa bir zamanda yanıtlamaları üzere sanatçı, sanat yazarı, sanat profesyoneli ve akademisyenlere aşağıdaki soruları yönelttik:

Bugün “neden büyük kadın sanatçı yok” sorusunu sormak eskisi kadar mümkün mü? Neler değişti, neler görünür oldu, neler görünmezleşti? Sizce bu sorunun yerini ne aldı? Bugün beyaz erkek bir sanatçı olmamanın, Türkiye bağlamında kadın, queer ya da Kürt sanatçı olmanın zorlukları nelerdir?  Bugün temsil edilmeyen, “görülmeyen” sanatçı kimdir? 

Soruların her birinin ayrı ayrı üzerine uzun uzun konuşulacak, yazılıp tartışılacak sorular olduğunun farkında olarak katılımcılardan birkaç paragrafı geçmeyen, kişisel deneyim ve perspektiflerinden beslenecek cevaplar vermelerini rica ettik. Yeni, bağımsız ve butik bir yayın olarak gönlümüzden geçen olabildiğince çok kişiye temas etmek olsa da sanat ortamında toplumsal cinsiyet ve kimlik meselesi üzerine düşünen, üreten herkese ulaşamadığımızı üzülerek fark ettik. Bunu da tartışmayı tüm yıla yayılan bir yazı dizisine dönüştürme motivasyonumuzu artıran bir eksiklik olarak kaydettik.

Ulaşabildiklerimizin bir kısmı son derece haklı bir şekilde iş yoğunlukları ya da cevap vermek için daha uzun zamana ihtiyaç duydukları sebepleriyle katılımlarının mümkün olmayacağını iletti. Bir kısmı cevap veremeyecek olsa da Argonotlar ekibi olarak makalenin 50. yılı dolayısıyla tüm yıla yaymayı arzuladığımız tartışmaya yazı, söyleşi ve etkinlik önerileriyle katkı sunma isteklerini dile getirdi. Hepsine günümüzün “engelleyici, baskıcı ve cesaret kırıcı” ataerkil düzenine, bugün devlet eliyle sistematikleşen ve yaygınlaştırılan şiddet, ayrımcılık ve nefrete rağmen açmak istediğimiz alana katkılarından dolayı teşekkür ederiz. 

Angelica Kauffmann, The Sorrow of Telemachus, Tuval üzerine yağlı boya, 83,2 x 114,3 cm, 1783.

Burçak Bingöl

Konuyu yapısal açıdan inceliyor olması nedeniyle, Nochlin’in 50 yıl önce yazdığı makalesi hâlâ son derece geçerli ve isabetli saptamalar yapıyor; vurguladığı “sorun kurumlarımızda ve eğitimimizdedir” saptaması, bugün de geçerliliğini koruyor. 

O günün kadın olarak tanımlanan ‘öteki’sini bugün kadın, Kürt, queer, göçmen vs. gibi çeşitlendirmek mümkün ve kendini ifade etmek konusunda eskisinden daha fazla alanı olduğu bir gerçek…

Kendine özgü üretimiyle, bireysel olarak varolmaya çalışan, belli bir grubun parçası olmayan -ya da olamayan- sanatçıların, olanakların zaten az olduğu bir çevrede kendine yer bulması da çok kolay değil. Yaşadığımız toplumun ezici çoğunluğu sanatı hâlâ dehayla ilişkili bir faaliyet olarak görürken diğer kısmı var olan az sayıda kurumun ürettiği düşünce kalıplarıyla sanatı anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor. Bu kalıplarla uyumlu bir üretim faaliyeti içinde olmak da şüphesiz görünürlüğü artırıyor.

Bana göre bir diğer görünmezlik alanında da olgun sanatçılar var. Yaşadığımız sanat ortamı maalesef orta ve ileri yaşlarına kadar sanatını bir şekilde sürdürebilmiş sanatçılara çok şey vadedemiyor. Yeni ve yeniliğin fetiş gibi yaşandığı bir kültürde, görsel sanatlar alanında uzun süre üretebilme direncini gösterebilen sanatçıların, -eski ve yeni- üretimlerini hak ettiği şekilde ve sıklıkta görebildiğimizi düşünmüyorum. 

Barbara Kruger, Untitled (It’s a small world but not if you have to clean it), 1990.

CANAN

Bu soruyu bana daha önceden sormuşlardı. Ben aslında “neden hiç büyük kadın sanatçı yok” sorusunun mesnetsiz olduğunu ve toplumsal bir algı yanılgısı olduğuna inanıyorum.
Bir sene önce British Council’un düzenlediği WOW festivalinde bir kadın sanatçı şunu demişti: “Biz nereden biliyoruz duvara ilk resim yapanın bir erkek olduğunu? İlk boğa resmini yapanın bir erkek olduğunu nereden biliyoruz? Belki de bir kadın yaptı.” Bu makale 1971 yılında yazıldı ama ondan önce Frida Kahlo, Käthe Kollwitz gibi birçok kadın sanatçı tarihte yerini almış ve ünlenmişti.

Bunları nasıl yok sayabiliriz ve neden büyük kadın sanatçı yok sorusunu sorabiliriz? Bu aslında bizim, kadınların, kadın sanatçıların görünür olmadığına dair yaşadığımız bir zihin yanılgısı. Daha önce ben de böyle düşünüyordum. Bir kadın sanatçı olarak görünür olmadığımı düşünüyordum. Bizi, kadın sanatçıları bir kulvara koyup o kulvarda karşılaştırdıklarını düşünüyordum. Ama şu anda ben hiçbir kadın sanatçıyla veya erkek sanatçıyla kendimi karşılaştırmıyorum. Benim Marina Abramović’ten, Michelangelo’dan, mağara duvarına ilk resmi yapan insandan farkım yok. Ben çağımın sanatçısıyım.
Şimdi bunu böyle gördükten sonra, yani bir sanatçı olarak cinsiyetimin dışında kendimi bir sanatçı olarak gördüğümde kadın olmam, biyolojik varlığım sanatçı olmamın önüne geçmiyor.

Tabii ki kendi biyolojik durumumdan düşünerek yapıtlarımı üretiyorum ama bu bende bir eksiklik duygusu yaratmıyor, kadın olarak görünürlüğümü kaybettiğim duygusu yaratmıyor. Kadın olmamdan, bedenimden, cinsiyet kimliğimden gurur duyuyorum. Eksiklik ya da öteki duygusu yaşamıyorum. Sen kendine böyle bakınca dünya farklı algılamaya başlıyor.
Ünlü sanatçılar listelerine baktığımızda kadın erkek oranı yarı yarıyadır mesela.
Marina Abramović, Kiki Smith dünyanın en çok kazanan sanatçılarındandır. Yayoi Kusama 80 yaşında dünyanın en görünür sanatçılarından. Bunlar hemen aklıma gelen öncü isimler. Bu sadece benim algımla alakalı da değil.

Marina Abramović, Türkiye’ye geldi, Türkiye sallandı. Benim çok beğendiğim bir sanatçı değildir ama ses getirdiğini görmek gerek. Türkiye’den de Gülsün Karamustafa, Füsun Onur, Hale Tenger, Şükran Moral, Nalan Yırtmaç, Fulya Çetin, Leyla Gediz gibi birçok kadın sanatçı sayabilirim. Türkiye sanat tarihine de baktığımızda birçok kadın sanatçıyı görebiliriz.

Soruda Kürt kadınlardan da bahsetmişsiniz. Zehra Doğan Tate Modern’de sergi yapıyor. Nasıl görünür olmadığını düşünebiliriz. Onun Kürt kimliği zenginliği. O bir sanatçı. Bir sanatçının da devlet, iktidar tarafından mağdur edilmesi sanatçı kimliğini etkilemez. İyi bir sanatçı olmasa Tate Modern’de sergi açamaz.

Aynı şekilde LGBTİ+ sanatçı dediğimizde de önce ötekileştirip sonra da mağdur kimliği nedeniyle görünmüyor demiş oluyoruz. Dünyada da, Türkiye’de birçok LGBTİ+ sanatçı var. İnsanların cinsel yönelimi, kültürel kimliği, biyolojik varlığı sanatçı olarak görünürlüklerini engellemiyor. Bu bir algı yanılmasıdır. Ben görünür olduğuma inanıyorum. Benim gördüğüm birçok kadın sanatçı kendilerine güveniyor. Ben de onları örnek alıyorum. Mağdur ya da başarısız olarak değil, ben ne yapabilirim duygusuyla yaşıyorum. Bu insanı güçlü kılan ve cinsiyet kimliğinden dolayı uğradığı mağduriyetten çıkaran bir şey.

Hangi sanatçılar görünür değil? Kendini görünür görmeyenler görünür değil. Neden? Çünkü görünür olmak için başkasının kendisini keşfetmesine ihtiyaç duyan insanlar kendilerini görünür hissetmezler. Başkalarının beni göstermesine gerek yok. Ben bir tavuskuşu gibi kuyruğumu açar kendi zenginliğimi gösteririm.

Günebakan, Seramik, metal, Her biri 28 x 30 x 40 cm, Sanatçının izniyle Zilberman Gallery ve SAHA – Çağdaş Sanatı Destekleme Girişimi’nin destekleriyle üretilmiştir, 2017. Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Çelenk Bafra

Üniversitede hocamız yazar Enis Batur, “neden edebiyatta kadın başkahraman yok?” diye sormuştu sınıfa, elbette yapmak istediği tartışma açmaktı, bense sinirle kalkıp “Euripides’in Medea’sından âlâ başkahraman mı olur” diye isyan etmiştim. Medea, ancak çocuklarını öldürerek mi bir tragedyaya adını verebilmişti, (anti-)kahraman mıydı, lanetlenmiş miydi, yoksa toplumsal rollere isyan mı ediyordu, uzun uzun tartışmıştık. Ne zaman “büyük kadın sanatçı” ve benzeri tartışmalar ayyuka çıksa aklıma Medea gelir.

Soruları basit birkaç soruyla yanıtlayacağım. Bugün hâlâ cinsiyet de dahil olmak üzere tür, dil, din, ırk, kültür, inanç ve her tür kimlik ayrımcılığı devam ediyor mu? Üstelik tüm gezegende ve her alanda devam ediyor mu? Evet. 

Küresel kapitalist dünyamızda bugün “aşı” ve “sağlık” politikalarında bile birebir gördüğümüz üzere ne kadar yok saysak da sınıf ve kimliğe dayalı eşitsizlik ve adaletsizlik düzeni geçerli mi? Aynen devam. 

Hak mücadeleleri, örgütlenme, eşitlik politikaları, 0 tolerans ve pozitif ayrımcılık bunlara deva oldu mu? Kısmen. 

O zaman, bugün “temsil edilmeyen” ve “görülmeyen” sanatçı, bunlara karşı isyan etmeyen, örgütlenmeyen, toplumun ya da mevcut düzenin dayattıklarını kabul eden sanatçıdır. 

Zehra Doğan, Toqa Lanetê, Adet kanı, saç, kara kalem. Tarsus Cezaevi 2018.

Derya Bayraktaroğlu

İnsan yaşamına, cinsiyet, ırk, sınıf vb. kategorik düzenekler ile değer biçiliyor olduğuna göre, mümkün. Feminist hareketin ve düşüncenin eleştiri hattı ile talepleri zaman boyunca genişledi, önerileri de öyle. Bugün o önerilerden beslenen yeni soruları nasıl kuracağımız, gezegenin yaşama ev sahipliği etmeyi sürdürüp sürdüremeyeceğinden tutun da nasıl bir toplumda yaşayacağımız, dolayısıyla nasıl bir sanat endüstrisi içerisinde varlık göstereceğimiz konusunda belirleyicidir. Konuyu sayı/skor ile katetmenin handikapları var. Günümüzde ‘kadın’ sanatçıların ya da feminizm temasının popüler kültürde, sanatta görünürlüğü feminist hareketin kazanımlarıyla orantılıdır ve eskiye kıyasla fazladır, soru sormayı bırakacak mıyız? Yalnızca görünürlüğe odaklanan yüzeysel pratiklerin, hakim kurumsal eğilimler ve temsil yaklaşımlarının yol açtığı krizi tartışmayalım mı? Sanat kurumlarının, program ve yayınlarının feminist yöntem ile ilişkilenmeksizin feminist veya queer düşünceyi topluma aktarma işini üstlenmesi (kadın ya da gey sanatçıların üretimlerini içermesi) onları bu konuda etkin veya yetkin kılar mı?

Sunduğu portfolyoya olumlu, olumsuz gelmeyecek yanıtı bekleyen bir trans birey-sanatçı, elitist sanat ortamlarının ana akım giyim kodlarıyla inancı gereği uzlaşmayan, çalışma yerinde belirli saatlerde ibadet etme gereğindeki sanatçı, ürettiğinin sanat olup olmadığına meşru, evrensel kriterlerle değil, etnik kökeni, politik söylemi ve o söylemi sergilemenin riskleri hesaba katılarak karar verilen bir kadın sanatçı ya da hak savunucusu-sanatçı görülmeyendir. Öte yandan sanatçı, izleyiciden ya da sanat endüstrisi çalışanından ayrı, bir üst varlık değil. Kamusal alan niteliği taşıyan bir sanat mekânını kolaylıkla katedemeyen engelli birey, bir sanat yapıtına baktığında ne düşünmesi ve anlaması gerektiği önden hazır edilen, iradesi ve cesareti böylelikle azaltılan güncel sanat izleyicisi görülmeyendir. Benzer şekilde, herhangi bir kişisel ya da kamusal yarar uğruna sanat sermaye ilişkisi üzerine düşünmeyi ve eleştiri üretmeyi gözden çıkarmayan bağımsız, güvencesiz, kurumsuz küratör, yazar… Feminizm herkes içindir, soruyu herkes için sorar. Ne var ki yaşamayan biri, varlık gösteremez. O halde yarım yüzyıl önceki soruyu genişletir ve tekrarlarız çünkü, neresinden tutup sorarsak soralım ilksel bir cevap ile belirecektir. Sanat endüstrisinde ya da dünyada kadın olarak varolmanın koşullarını ortaya koyan bir cevap… Buyursunlar; Ana Mendieta’ya ne oldu?  Gülistan Doku Nerede?

CANAN, Şeffaf Karakol 6, Kâğıt üzerine gravür, 23 x 29,5 cm, 1998.

Derya Yücel

Toplumsal cinsiyet egemenliği, politik ekonomiye ve politik kültüre, devlet aygıtlarına ve kamu alanlarına çok uzun zamandır yerleşmiş bir olgu. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet hiyerarşisi ile toplumsal cinsiyet mücadelesi, yaşamın her alanında karşımıza çıkmakta. Linda Nochlin, sanat dünyasında da cinsiyet ayrımcılığı temelinde bir sistemin yerleşmiş olduğuna 1971 yılında dikkati çekmişti. Nochlin’in de işaret ettiği gibi günümüzde de yalnızca cinsiyet temelli değil, “norm”un dışında kalan her türlü “kimlik” için sanat yapmanın koşulları belli bir toplumsal çevrede gelişir. Sanat yapmak, toplumsal kurumların dolayımından geçer ve belirlenir. Bu durum da belirli parametrelerin hâlâ işlediğine, yani temsil edilmeyen, “görülmeyen” kimliklerin hâlâ var olduğunu gösterir. Yine de toplumsal düzende farklılığı temsil eden ve itaati meşrulaştırmak için kullanılan hâkim formları yapı söküme uğratma imkânları 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’de sanat alanına yansımaya başladı. Her kimlik, ötekileştirme, baskılanma, dışlanma ve şiddete karşı yürüttükleri bireysel, grupsal, örgütlü mücadeleyle bir konum üretti. Kadın, Queer, Kürt, Ermeni, azınlık, alt kültür, vb. kimlikler üzerinden yürütülen “kazanılmış” bir mücadelenin sonuçlarını sanat alanındaki üretimlere, sanat tarihi yazımına ve kurumsal sisteme baktığımızda (kısmen de olsa aşama kaydetmiş olarak) görebiliyoruz. Bu nedenle, bugün “neden büyük kadın sanatçı yok” sorusunun mağduriyeti yeniden üretme riski olduğunu düşünüyorum. Sanatçı vardır ve günümüz sanatını yeni duyumlar yaratan ve yeni politik öznellikler ortaya çıkaran deneyim biçimleri olarak tanımlamak yerinde olacaktır. 

Direniş ve eylemsellik içeren sanatsal pratikler, yeni bir tür paylaşım ekonomisi formları ve sanat biçimleri geliştirmeye devam edecektir. Bugün temsil edilmeyen ve “görülmeyen” kadın, queer, kürt, ermeni sanatçı yoktur. Görmezden gelinen şey, “temsil”in toplumsal ve politik algılarla doğrudan bağlantısıdır. Sanat alanı, küresel kapitalizm yarattığı sosyal dengelerden bağımsız düşünülemez ve sanat taviz veriyorsa bu da kurumsal sistem ve sınırları ile sisteme bağımlı ilişkiler karşısındaki tavizdir. Sistemin oluşturduğu bu sınırların hatalı bir kurgu olduğunun gösterilmesi ve bu kurguyu yapı bozuma uğratacak olanakları açmak her zaman aciliyet taşıyacaktır.

Linda Nochlin Paris’te, 1978. Fotoğraf: Marion Kalter.

Ebru Nalan Sülün

Günümüzde kadın sanatçıların ifade biçimleri, gücü, yöntemleri ve dilinin 1971 öncesine göre daha güçlü olduğunu düşünüyorum. Kadın sanatçıların toplumsal sorunlara daha duyarlı, farklı bir düşünsel ve biçimsel yaklaşıma sahip oldukları kesin. Bana göre kadın sanatçılar sayesinde kadın ve toplum sorunlarını sanatta görmeye başladık. Sanat tarihi izlendiğinde de; kadın sanatçıların sanat dünyasında varlığının öne çıkması ile birlikte biz temalarda da değişim olduğunu izleriz. Sanatın her disiplininde gerçekleşen üretimler bir nevi kadının toplumsal sorunlarının bir belleğini de oluşturmakta. Elbette, kadın sanatçıların tümüne bir genelleme yapmıyorum. Fakat; bazı isimler üretimlerinde sadece kadının toplumsal sorunlarını üretimlerinde ele almakta. Bu durumu da oldukça değerli buluyorum.

Bana göre “neden büyük kadın sanatçı yok” sorusunun yerini “neden sanatta evrensel bir dil yok” sorusu aldı. Sanat üretimlerindeki, ideolojik, cinsiyet, ırk, dil, din bağlamında oluşturulan ayrıştırıcı dil; sanatın bütünsel ve evrensel algılanması boyutuna zarar vermekte. “Sanatçı” kimliğinin nasıl “kadın sanatçı” olarak sınıflandırılmaması gerekiyorsa “kürt”, “siyah”, “queer” olarak da sınıflandırılmaması gerekmekte. 

Bugün temsil edilmeyen, “görülmeyen” sanatçı; kendisini sanat piyasasından arındırmış ve popüler sanat ortamından uzak tutan, temsil sorunu yaşayan ve bunu başaramayan isimler. Türkiye’de; merkezde- merkez dışı şehirlerde üretimine kuytu köşelerde devam eden, sanat dünyasında görünür olan isimlerden çok daha özgün ve başarılı eserler üreten sanatçı kitlesi mevcut.  Kısaca; popüler olana sırtını çevirmiş kitle belki de bizim asıl konuşmamız gereken kitle. Sanat piyasasının desteklediği isimler üzerinden yazılan sanat tarihi ya da oluşturulan sanat ortamının “görülmeyen” sanatçı kitlesini iyiden iyiye perdelediğini düşünmekteyim. Ve şunu da eklemek isterim ki; Batılılaşma döneminden günümüze pek çok eser üretmiş ama sanat tarihi yazımı dışında kalmış isimler de “kayıp sanatçılar”dır. Biz sanat tarihçilerin bu isimleri karanlık tarihten çıkararak sanat tarihine kazandırma görevinin de olduğunu düşünüyorum. Hem günümüzde hem sanat tarihinde sanırım artık bu bağlamda da ezber bozmak gerekmekte….

Käthe Kollwitz, Anneler (Die Mütter), Bej üzerine siyah mürekkeple gravür, orta derecede kalın, düz, dokuma kâğıt, 35,2 x 40 cm, 1922-1923.

Eda Yiğit

Kadınlar büyükler ve birlikte güçlüler. Burada elbette erkin BÜYÜKLÜK tanımından bin fersah uzağız! Kadınların aleminde büyüklük, sanat alanında erkin kendini kutsallaştırdığı tarihine girmeye çabalamak gibi değil artık; aksine kendi tarihini yazmak, onu yazarken de erkin eşitsizlik ve şiddet dolu tarihini de deşifre etmek.

Kadınlar kendi zamanlarını kurarken ve yaşam alanlarını genişletmeye çabalarken onlara gölge düşürmeye ve ezmeye çalışan köhnemiş bir zihniyetin zamanı da işlemeye devam ediyor. Erkek sanatçı miti, bazen ayan beyan bazen de perdelerin arkasında ve detaylarda göz göze geldiğimizde bize pis pis sırıtıyor. Toplumsal cinsiyet mücadelesinde değişen birçok şey olduğu gibi değişmeyen de çok şey var. Örneğin edebiyat dünyasından sonra kültür sanat alanına köşesinden bulaşan ifşaların durumundan söz açalım. İfşa süreçlerinde kadınların sindirilmesinin ve susturulmasının görünmezleştirilme yöntemleri bakımından iğrençlik ve yaratıcılıkta sınır tanımadığına tanık olduk. Taciz, kendini bilmeden, bir anda oluveren, asla tekrarlanmayacak olarak gösterilirken, olası itibar kaybı hesaplanarak tasarlanmış özür metinlerinin niyetleri kadınların zihinlerinde berrak. Çünkü kadınlar gerçek ve samimi özürleri, itibar risklerinin ve ekonomik endişelerin şekillendirmediğini biliyorlar. Bu bilginin içinde kadınlara özgü deneyimler, sezgiler ve kavrayışlar var. 

Ben soruyu şimdiki zamanda yani şuanın güncelliği içinde şöyle sormayı tercih ederdim: Sıradan bir kadın sanatçının hayatta kalmak için neler yapması gerekiyor? Neleri feda etmek, nelerle mücadele etmek ve kendini özgür ve özerk hissetmek için sanat alanında karşı cinsten farklı olarak nasıl bir emek sarf etmek gerekiyor? ve eşitsizliği gidermenin yolları neler? Kadın sanatçılar, büyük olmaktan ziyade sanat alanında sınanmadan ve sorguya çekilmeden eşit koşullarda var olmanın biçimlerini aramak zorunda kalıyor. Kadın sanatçıların kendi içlerinde örgütlenmelerinin ve kendi alanlarını açmalarının değeri olduğu kadar, sanatın erkeklik gururuyla donatılmış, kurumsal ve “büyük” alanlarını sabote etmenin ya da sekteye uğratmanın da değeri var. Kadın sanatçıların dertleri sayısal dengelerden öte… Sergilerde erkek sanatçı listeleri hazırlandıktan sonra eklenen kadın sanatçıları, feminist bir tepkiye maruz kalmamak için kalkan olarak kullanan zihniyetten söz ediyorum. Ancak gerçek ve içselleştirilmiş bir kadın temsiliyeti ayrımcılık ve nefret söylemine karşı panzehir olabilir. Sanat ortamında LGBTİ+ dostu tavırların varlığı da bir diğer panzehir. Eşitlikçi ve farklılıklardan dayanışma üretebilen bir yapı böylelikle mümkün olabilir. Sürekli kendini haklı sayan erkeklik gururuyla örülmüş sanat alanında, gücü elinde tutanların karar verici olduğu ve kurumsallaştığı bir ortamda, kadın mücadelesinin orantılı olarak güçlenmesi zorunlu ve kaçınılmazdır. 

Bir kimlik kategorisi olarak kadın, queer, Kürt ya da azınlık mensubu bir sanatçı olmanın (sınıfsallık katmanının da belirleyiciliği göz ardı edilmeksizin) evet zorlukları var. Aslında bunu ana akım olan erkek, muhafazakar ve heteroseksüel alanın dışında kalan herkes için söyleyebiliriz. Kendi kırılganlıklarını farkında, yaşam seçenekleri ve yaratıcı direnişi bitmez tükenmez bir topluluktan söz ediyoruz. Bu topluluğa baktığımda, bir yandan kendi arasında duygusal suistimale açık mağduriyet dilini pekiştirmekten öte kendi neşesi ve soğukkanlılığını örgütleyebilen bir ortaklıklar dünyası, rengarenk bir kolaj görüyorum. Diğer yandan sürekli gelişen bir yaratıcı ruh hali, toplumsal cinsiyet perspektifiyle daha etkili ve belirleyici bir dil oluşturuyor. Son olarak kimliğimizi oluşturan, kendimiz belirleyemediğimiz ve seçme şansımız olmayan niteliklere dair yergi, baskı ya da övgü ile değerlendirilmediğimiz zamanlar uzak değil. Bunun için sanat alanında özneleri ve kurumları sorumluluk almaya mecbur bırakmak ve yüzleşmeye çağırmak zorundayız. Bu durum sadece sanatçıları değil, toplumun tüm kesimlerini özgürleştirme potansiyeli taşıyor. 

Esra Aliçavuşoğlu

Linda Nochlin’in uzun zaman elimizden bırakamadığımız bu kültleşmiş metninin satır aralarında değindiği pek çok olgunun hâlâ kendini hissettirdiğini düşünüyorum. Evet kadın sanatçılar bugün görünüyorlar ama bu sistem istediği için mi yoksa sanatsal üretim koşullarının daha eşitlikçi olmasından dolayı mı, daha ciddi düşünmek gerek. Nochlin metninde sanat tarihinin temelde eril bireye tapan, monografilerde üretilen mitlerle azizler yaratan, elitist tavrına karşı ciddi bir eleştiri getiriyordu. Divino Artista hep erkekti. Evet belki şimdilerde daha eşitlikçi bir hava varmış gibi görünüyor ama hâlâ en “büyük” sergilerde sayı erkeklerin elinde.  Bu arada Türkiye’de çok uzun zamandır en cesur, en tepkisel, en zor işleri “beyaz erkek”in dışındakiler üretti, üretiyor. Deus Artifex çoktandır cinsiyetsiz.

Sevil Tunaboylu, Leman, Perde üzerine yağlı boya, nakış, 146 x 190 cm, 2015.

İpek Yeğinsü

Kendi adıma bu soruların yanıtlarını genellemeler üzerinden ya da içgüdüsel olarak vermeyi sağlıklı bulmuyorum. Bu nedenle sanatçılara yöneltilmesi gerektiğini düşündüğüm, her biri ayrı ve kapsamlı birer araştırmanın konusu olabilecek şu soruları sormayı tercih ediyorum.

Soru 1: Günümüzde “büyük sanatçı” olmak sizce ne demek? 
İsminizin geniş kitlelerce bilinmesi mi? 
Sosyal medyadaki takipçi ve beğeni sayıları mı?
Meslektaşlarınızın takdiri mi?
Uluslararası ortamda görünürlük mü?
Yapıtların yüksek fiyatlara satılması mı?
Belli başlı sanat kurumlarında sergi açmak mı?
Bazı küratörlerin tercih listesine girmek mi? 
Bienale katılmak mı?
Eleştirmenlerden tam not almak mı? 
Özgünlük mü? 
Teknik ustalık mı? 
Üretkenlik mi?
Bağımsızlık mı?
İstikrar ve uzun vadede kalıcılık mı? 

Soru 2: Kariyerinizde ilerlemeye çalışırken karşılaştığınız en büyük engeller hangileri?
Yaşadığınız ülke ya da kent mi?
Mezun olduğunuz okul mu?
Yabancı dil bilmediğiniz için uluslararası gelişmeleri yeterince yakından izleyememeniz mi?
Yaşamınızı sürdürebilmek için ek işler yapmanız ve sanatınıza yeterince zaman ayıramamanız mı?
Kurumların ve/veya küratörlerin belli sanatçılarla çalışmayı tercih etmesi ve projelerinde size yer vermemesi mi?
İşlerinizin fazla politik ya da dekoratif olması mı? 
İşlerinizin yeterince politik ya da dekoratif olmaması mı?
Erkek/kadın/queer olmanız mı? Ya da bunlardan herhangi biri olmamanız mı?
Türk, Kürt, ya da Gayrimüslim olmanız mı? Ya da bunlardan herhangi biri olmamanız mı?
Fazla genç/yaşı fazla ileri olmanız mı?
Siyasi duruşunuz mu?
Bir galeri tarafından temsil edilmeniz ya da edilmemeniz mi?
İşbirliği yaptığınız galerilerin, koleksiyonerlerin talep ettiği gerçekdışı indirim oranlarını kabul etmeleri mi?
Müzayede evlerinin fiyat dengelerini olumsuz etkileyen politikaları mı?

Bu sorulara verilebilecek yanıtların çeşitliliği karşısında, belki de doğru soru “Neden bu kadar çok büyük sanatçı var” olmalı. En azından bizimki, bu soruyu hak eden bir çağ ve ülke.

el ele tutuşan ellerin heykeli
Louise Bourgeois, The Welcoming Hands, Heykel, gümüş nitrat patine kaplı cilalanmış bronz, 18 x 89 cm, 1996.

Leman Sevda Darıcıoğlu

Elbet bir şeyler değişti, elbet artık bildiğimiz kadın ve LGBTİ+ sanatçıların görünürlüğü sayılı olmakla beraber bir zamanlara kıyasla çok daha fazla lakin tam da bu sayılı sanatçıların varlığıyla acaba sanat alanının beyaz, heteroseksist, erkek yapısının meşruluğu mu sağlanıyor? Batı’nın büyük okullarından mezun olmadan, Batı’nın galeri/müzelerine bir şekilde girmeyi başarmadan, durmaksızın iş üretmeden ve kendinden bahsettirmeden kadın/LGBTİ+/Kürt… ve büyük bir sanatçı olmak gerçekten mümkün mü? Bu sorular halen güncelliğini koruyor. Başarının göstergesi kabul edilen Batı sanat piyasasına erişim toplumsal hayattaki eşitsizliklerin değişmeden mümkün olmayacağı sanat alanından sorduğumuz tüm bu soruları, açıkça heteroseksist kapitalizme bağlıyor. Egemen beden/cinsellik normlarının dışında, queer feminist bir bakış açısıyla iş üreten kadın/queer sanatçının yolu beyaz, cis ve heteroseksüel bir erkek sanatçının yanında çok daha yoğun bir kendini ispatlama mücadelesinden geçiyor, bir queer sanatçı olarak queer feminist bir söyleme alan vermek isteyen, bu “riski” almak isteyen sanat alanlarının azlığı bunun temel nedeni. Bir şekilde işini üretecek alanlar bulduğunda ise büyük erkek sanatçıların da içinde olduğu bir grup tarafından neden yalnızca bu konu ile ilgilendiğini cevaplaman, bu indirgemeci ve küçümseyici bakış açısına karşı mücadele edecek güce ve enerjiye sahip olman gerekiyor. “Herkese” açık olduğu iddiasındaki sanat alanında yükselmenin yolu dişli, zorluklara ve imkânsızlıklara karşı yılmadan kendini gösterebilmekten geçiyor.

Be the Doctor, Practice Nursing, 2016, 6’24” single channel video, Commissioned by SPOT production fund for Produce 3.

Melis Tezkan

Kadın, queer ya da Kürt sanatçıların merkeze varabilmek için verdikleri mücadelelerin birbirinden farklı olduğunu düşünüyorum. Bu durum karşısında karşılaştıkları engellerin de. Ancak engeli var edenler uluslararası ölçekte aynı yüz gibi. Gücü bırakmak istemeyen yüzler birbirine benziyor. Bu yüz bazen bonkör gözükmek istiyor; sanatçıları kendi reklamını yapmak için kullanıyor. Var olan sistemi ya da sanat tarihi kanonlarını değiştirmek için çaba sarf ediyor mu? Bu tip stratejilere direnen sanatçılar oldu; bazıları sanat tarihinden silindi, bazıları sonradan hatırlandı, bazıları alternatif tarihlerin içinde yer almaya devam ediyor. Kadın queer sanatçı olarak Claude Cahun’i düşünüyorum; onu sonradan hatırlayan tarih onun iş ortağı kadın arkadaşını hatırlama görevini yarım yamalak yaptı. Feminist sanatçıların içinde yer almayıp (feminist olmadığı için değil, sadece bir kadın sanatçı olarak anılmak istemediği, minimalizmin temsilcilerden olmak istediği için) kendini işiyle var etmeye çalışan, tarihin çok sonradan hatırladığı ancak hak ettiği bilinirliğin yüzde birini gören Rosemarie Castoro’yu düşünüyorum. Tüm bu kadın sanatçılar -Sürrealizm (Claude Cahun), Minimalizm (Rosemarie Castoro) gibi – beyaz erkek sanat ekollerinin en özgün en yaratıcı işlerini yaratıp seneler sonra 2000’li yıllarda büyük müzelerde (Paris, Barselona vb.) kişisel sergileriyle hatırlanabilmiş sanatçılar. Hak ettiklerinin ne kadar altında! Merkezi reddedip alternatif tarihin içinde kalmış siyah, kadın, queer sanatçılar ise marjinalize bir şekilde hatırlanıyorlar.

Uluslararası ölçekte baktığımızda kadın sanatçılar 50 sene öncesine göre artmakta olan bir görünürlük kazanıyorlar mutlaka ancak her yerde ve eşit yoğunlukta var olabilen bir cinsiyet eşitsizliğini giderme çabasından bahsedebilir miyiz bilmiyorum. Türkiye’deki sanat eğitim kurumlarına hâkim değilim. Fransa’ya baktığımda, kimliklerini özgürce ifade eden, bu mücadelede önlerine çıkan engelleri kendilerinden emin bir şekilde göze alan genç kuşaktan, onlara bu yolda eşlik eden eğitimcilerden bahsedebilirim. Ancak bu durum, bu soruyu halen ve oldukça net bir şekilde sorduğumuz günümüzde, beyaz erkek egemenliğindeki bu sistemi değiştirmek için verilen mücadelenin karşısındaki engellerin absürtlüğünün önüne perde çekebilmekten uzak. Benim için bu absütlüğe verilebilecek en güzel cevaplardan biri Şener Özmen ile Erkan Özgen’in 2003 tarihli Road to Tate Modern videosu. Onun üzerinden ise 18 sene geçmiş.

Laura Wheeler Waring, Woman with Bouquet, Tuval üzerine yağlıboya, 76,2 x 63,5 cm, 1940.

Merve Akar Akgün

Benim düşünceme göre bundan 50 yıl önce Linda Nochlin’in makalesinin başlığı olan “Neden hiç büyük kadın sanatçı yok?” sorusunu sormak eskisi kadar mümkün değil çünkü bugün rahatlıkla “büyük kadın sanatçılar” var diyebiliyoruz. Son 50 yılda çok şey değişti şüphesiz ama bir durumu bir grup insanın anlamasıyla bütün dünya nüfusunun anlaması arasında ciddi zaman farkları olabiliyor. Bunu teknolojiden sanata pek çok alanda görüyoruz. Aslında söylemek istediğim son 50 yılda bir grup insan için çok fazla şey değişirken bunlar diğerleri için o kadar değişmemiş olabilir. Hâlâ erkeklerin kadınlardan üstün olduğunu düşünen insanlar var, hâlâ bir yapıt gördüğünde ilk tepki olarak “bunu ben de çizerim” diyen insanlar var…

Son 50 yılda en çok değişenin iletişim hızı olduğunu düşünüyorum. Bu da bahsettiğim zaman alma meselesinin lehine işleyecek bir durum. Artık adaletsizlikler, haksızlıklar çok daha görünür oldu. Her ne kadar olumsuz yönleri olsa da sosyal medya insanlara fikirlerini daha kolayca beyan etmek üzere bir ortam hazırladı ve aktif olarak çok sayıda insan tarafından kullanılıyor. Bu açılma ve farkındalıkların yaygınlaşması bazı insanları daha görünür yaptı. Sistemlerin boşluklarından faydalanmak isteyenler tabii ki bunları kullanarak ön plana çıkmaya çalıştılar/çıktılar da ama bence bu davranış şekli sadece sanat dünyasına özgü değil insana özgü bir şey, her yerde olabilir. Azınlık olmanın avantajını kendi çıkarları için kullananlardan bahsediyorum…

Son 50 yıl içinde Türkiyeli sanatçıları bağlayacak bir değişiklik olarak Türkiye çok değişti… Eskiden sorun teşkil etmeyecek durumlar ciddi sorun haline dönüşmüş olabilir. Bugün Türkiye bağlamında sorudan alıntılayarak “kadın, queer ya da Kürt sanatçı” olmak durumunu normalleştirmenin tek yolunun artık bunları her an telaffuz etmemekten geçtiğini düşünüyorum. “Nerelisin?” sorusunun bir insanla tanışınca akla gelen ilk soru olduğu bu topraklarda/dünyada artık kimin nerede doğduğunun peşini bırakmamız gerektiğini ve o insanı olduğu gibi etiketler yapıştırmadan tanımaya odaklanmamız düşünüyorum. Bu konuda gelecek nesillerden çok ama çok umutluyum. Bugün gençlerin birbirlerine bambaşka şekillerde bağlandıklarını gözlemliyorum ve çok hoşuma gidiyor. Açılan her sergideki sanatçıların tek tek etnik kökenleri ya da cinsel yönelimlerine göre incelenip yorum yapılması hatta sergiye seçilirken bile bu özelliklerin baz alınması beni çok rahatsız ediyor. Elbette bütün bu mevzular konuşarak bugünlere gelebildik ama artık beyaz erkek üstünlüğü çok şükür çöküşte, yaratılan farkındalık çok güzel işliyor. İşlemeye de devam edecek, gittikçe büyüyecek. Ben umuduma sahip çıkıyorum. 

Sorunuzun yanıtını ilk okuduğum andan itibaren yanıtı yalnızca seçmeden sahip olduğumuz özellikler açısından değil isteyerek oluşturduğumuz karakterlerimiz açısından düşünebiliyorum. Bugün temsil edilmeyen/görülmeyen sanatçının kendi promosyonunu kendisi yapmayan ya da bir başkasına yaptırmayan, sosyal medyada az takipçisi olan, nazik, görgülü, diğerlerine karşı hassas ve saygılı insanlar olduğunu zannediyorum. Piyasa o kadar saldırgan ki iyi bir network olmadan kimse iş yapamaz/işini gösteremez oldu. Benim de cevabını merak ettiğim bir soruyla bitirmek istiyorum; gerçekten iyi bir network’ümüz, bolca paramız ve/veya gücümüz varsa etnik kökenlerimiz ya da cinsel yönelimlerimiz ne kadar belirleyici oluyordur?

Leman Sevda Darıcıoğlu, Canlı performans (5 saat), Performistanbul’un küratöryel desteği ile, SoliTsoli, Nawara ve Gay Shame tarafından düzenlenen “Glitter and Grief” kapsamında, 2020. Fotoğraf: Derin Cankaya.

Necla Rüzgar

Bugün artık çok daha berrak olarak görüyoruz ki sanat tarihi Linda Nochlin’den önce ve Linda Nochlin’den sonra olmak üzere iki döneme ayrılıyor. Nochlin’in “Neden hiç büyük kadın sanatçı çıkmadı?” sorusu sanat dünyasına bir göktaşı gibi düştüğünden beri geçerliliğini koruyor. Çünkü geçmişin düşünce kalıntıları hâlâ üstümüzde duruyor ve içselleşmiş cinsiyet ayrımcılığı, görünmez güç akıntıları hâlâ devam ediyor. Bu soruyu sormak, geçmişi yeniden elden geçirmek ve hesaplaşmak açısından hâlâ çok önemli. Ama bundan daha çok geleceğe dönük bir bakış açısı inşa etmek açısından önemli. Yani retrospektif değil, prospektif bir bakma tarzı oluşturmak için.

Geçen elli yılda ne değişti? “Deha” kavramının, beyaz erkek ayrıcalığıyla sarılıp sarmalanmış bir takma ad olduğu yüksek sesle ifade edildiğinden beri “büyüklük ve deha” kavramını tanımlama biçimimizin ve bu kavramlarla ilişkimizin değiştiğini söyleyebiliriz. Bazı sanatçıların diğerlerinden daha keskin bir içgörüye, daha büyüleyici bir imge yaratma tarzına sahip olduğunu inkâr edemeyiz. Ama bir sanatçının sahip olduğu bu bireysel parlaklığın ya da yeteneğin tek başına “büyüklüğü/dehayı” yaratmadığını da biliyoruz. Yetenekli olmak belki işin sadece yarısı. Geri kalan yarımda; bazı sanatçıların gelişimine yardım eden onlarca insan, o sanatçıların temsilini mümkün kılan onlarca kurum ve sınırsız olanaklar var. Tam da bu nedenlerle “sanat dehası” ifadesi artık pek çok insana aşırı şişirilmiş, aşırı yüceltilmiş geliyor. Hiçbir sanatçı eleştirinin ötesinde değil. Başarısız olduğunda ya da etik bir ihlalde bulunduğunda bir sanatçıya başarısız olduğu söyleniyor. Böylelikle sanatçılar kendilerini asla kötü iş üretmeyen, kusursuz varlıklar olarak algılamıyorlar. Çünkü onları böyle düşünmeye teşvik eden destekçilerin çoğu ya geri çekildi ya da bakış açısını değiştirdi.  

Dehayı/büyüklüğü tanımlama biçimimiz değiştiğinde, daha önceleri normal sayılan ve görünmez olan şeyler de görünür oldu. Örneğin; deha dediğimiz sanatçılar çoğunlukla kınanacak eylemlere eğilimli olmuşlardır ve hatta bu davranışlar sanatsal dehanın mitosunu inşa etmiştir. Tarihçi Martin Jay bu durumu “estetik mazeret” kavramıyla ifade eder. “Dahi” bir sanatçının estetik mazereti vardır ve sanat suçu mazur görür. Böylelikle dahi sanatçı bilişsel ve etik olarak kendisine tanınan bu toleransı sınırsız olarak yorumlamıştır. Bu sınırsız yorumlamanın içeriği de genellikle kadınlara kötü muamele etmek üzerine kuruludur. 

Kadın, queer, Kürt, Asyalı, Latin Amerikalı, siyahi gibi cinsiyetlendirilmiş ya da  milliyetlendirilmiş tanımların temel derdi; düşünme ve yaratma tarzı dikkate alınmamış, dışarıda bırakılmış, görmezden gelinmiş ve dolayısıyla kültüre dahil olmamış cinsiyetlerin/grupların kültüre dahil olmasını sağlamak. Bu tür tanımlamalar içselleşmiş ayrımcılıklarla mücadele stratejisi olarak kullanılıyor. Dolayısıyla eşitlik sağlandığında bu nitelemelerin tümünün de ortadan kalkmasını bekliyoruz. 

Kuşkusuz eşitlik için bütün mücadeleleri her zaman bizzat kendimiz vermiyoruz. Ama bu, sahip olduğumuz hakların mücadele vermeden kazanıldığı anlamına gelmiyor. Bugün sahip olduğumuz birçok fırsat, bizden önceki nesillerin verdiği mücadele ve gösterdikleri cesaretle mümkün oldu. Sahip olduğumuz her eşitlik için birileri büyük bir mücadele verdi ve hâlâ veriyor. Örneğin; sanat dünyasında eşitliği sağlamak için sadece sanatçıların ve sanat emekçilerinin değil, Pamela Joyner, Barbara Lee gibi aktivist koleksiyonerlerin de uzun yıllardır çabaladıklarını biliyoruz. Bazı koleksiyonerler sadece sanat eseri almak istemiyorlar, bunu yaparken dünyayı değiştirmek de istiyorlar. Böylelikle aktivist koleksiyonerlik misyon temelli ve dünya sanatını şekillendiren bir yaklaşıma dönüşüyor.

Ancak bütün bunlara rağmen eşitsizliğin hâlâ devam etmekte olduğu bir gerçek. Örneğin; “Toplumsal cinsiyet bakan kişinin gözlerinde mi? Sanat müzayedelerindeki fiyatlara bakarak kültürel tutumları teşhis etmek?” başlıklı çalışmanın sonuçları Nochlin’in öne sürdüğü tezleri doğruluyor ve kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığının hâlâ sürmekte olduğunu belgeliyor. 

Bu çalışma için 1970-2013 yılları arasında 45 ülkede 62.442 sanatçının eserlerinin yer aldığı 1,5 milyon müzayededeki satışlar inceleniyor ve kadın sanatçıların eserlerinin açık artırma fiyatlarının, erkek sanatçıların fiyatlarından çok büyük ölçüde düşük olduğu tespit ediliyor. Çalışma, cinsiyet eşitsizliğinin daha fazla olduğu ülkelerde açık artırma fiyatları arasındaki farkın da daha yüksek olduğunu belgeliyor: Ne kadar eşitsizlik o kadar fiyat farkı…

Greg Allen’ın yazdığı gibi: Kadın sanatının neden erkeklerden daha ucuza satıldığını sormak, sonu gelmeyen, bazen çelişkili nedenlerle uzun ve karmaşık bir yanıt ortaya çıkarır. Ancak kısa ve basit bir yanıt da var: Kadınların eserleri kadınlar tarafından yapıldığı için daha düşük fiyata satılıyor.

Hito Steyerl, How Not to be Seen: A Fucking Didactic Educational .MOV File (Ekran görüntüsü), Video, 14 dakika, 2013.

Övül Ö. Durmuşoğlu

Hito Steyerl artık bir klasik haline gelmiş How Not to be Seen: A Fucking Didactic Educational .MOV File videosunda görünür ve görünmez olmanın, temsiliyet politikalarının ideolojik tutarlılık ve tutarsızlıkları üzerine epey döktürür. En başında şöyle der: “Bugün dünyada önemli olan şeylerin büyük bir kısmı görünmez hale gelmeyi istiyor. Sevgi görünmez, savaş görünmez, kapitalizm görünmez.” Bu videonun yapılışının üzerinden sekiz yıl geçmiş, dünyanın her yerinde gösterilmiş, hınzırlığıyla tüm izleyenlerini gülümsetmiş. Bu dönemde Amy Winehouse medya ve müzik endüstrisinin onu kapattığı görünürlük hapishanesindeki tutsaklığına dayanamayarak otuzuna varmadan intihar etmiş. Ne acayip bir çelişkidir ki kapitalizm kendisini görünmez kılmaya çalışırken onu gerçekten ayakta tutan bütün elemanları da görünmez kılarak onları değersizleştirmeye, anlamsızlaştırmaya çalışıyor. İçerisinden geçtiğimiz pandemi sürecinde de, öncesinde gerçekleşen ırk, sınıf, cinsiyet üzerinden eşitsizlik ve adaletsizlik ayaklanmalarında da, hem sevgi, hem savaş, hem de kapitalizm görünür hale geldi. Ayıpların üzeri örtülemez hale geldi yani. Çok fazla kaçacak yer kalmadı. Sanat dünyasında yaşadığımız hayat düzeni ve adaleti üzerine gerçekten düşünen, bunlardan kaygılanan pozisyonlara gösterilen genel kinik burun kıvırma yerini anlamaya ve pozisyon almaya çalışmaya bıraktı. Bunun kurumsal anlamda Batı dünyasındaki en görünür örneklerinden biri de Guggenheim’da yaşandı. Irkçılık suçlamaları üzerine uzun yıllardır sürdürdüğü direktör ve bas küratör pozisyonunu bırakan Nancy Spector yerine, kuşağının dinamik kuratörlerinden Naomi Beckwith atandı. Böylelikle kurumda ilk defa beyaz olmayan bir isim böyle bir yöneticiliğe getirildi. Bu zaten olması gereken durumu yaşamamız için 2021 olması gerekti.

Türkiye için ise muhtemelen beklediğinizden farklı bir cevap vereceğim. Türkiye’nin kırılgan sanat ortamında sanatçıların en hassas meselelerinden biri görünür, görünmez olmak. Bu yerleşmiş kaygının da toplumun gücü nasıl algıladığıyla biçimlendiğini düşünüyorum. Yani Türkiye gibi tek adam rejimiyle şekillenmiş toplumsal bilinçaltına sahip olan bir ülkede mesele derin. Gücün hep patriyarkal olarak algılanması, maddi manevi anlamda sürekli merkezleşme eğiliminde olması, bunun sivil toplumdaki aktif birimler üzerinden çoğunlukla farkında olmadan çeşitli şekillerde teyit ve tekrar edilmesi, sanatta da kesin kategorilere girmeyen ya da dahil olmayı tercih etmeyen üretimlerin görünmez olmasına neden oldu ve eskisi kadar şiddetli değilse de olmaya devam ediyor. Bu döngü, eleştiri formlarının hem dil hem metod olarak kısır kalışını da tetikliyor. İçeride ya da dışarıda hep beraber el vererek öğrenmemiz ve aşmamız gereken bir süreç.

Steyerl, videosunun ‘kaybolarak görünmez olma’ kısmında çeşitli tekniklerin arasında süper kahraman olmayı ve 50 yaşını geçmiş kadın olmayı da sayıyor. Genç, yeni ve tüketilmemiş olmakla takıntılı toplum yapısının içerisinde elli yaşının üzerinde bir kadın olmak ve süper kahraman olmak oldukça benzer durumlar. Bunun bir versiyonunu ise pandemi sürecinde ‘nedense’ sadece 65 yaş üzeri insanlar için uygulanan sokağa çıkma yasağı sırasında gördük. Mesela yıllardır enerjisini kaybetmemiş annemin birdenbire görünür şekilde nasıl yaş aldığını ve yavaşladığını gözlemledim WhatsApp ekranından. Sanat ortamına geri dönersek, Autostrada Bienali için gittiğimiz Priştina’da proje ortağım Joanna Warsza ile beraber yaşadığımız çok anlamlı bir tanışmayla sözlerimi tamamlamak isterim. Valbona Zherka’nın işleriyle Tirana’nın National Gallery’sinde gördüğümüz çeşitli kuşaklardan kadın sanatçıları bir araya getiren “Ambitions” sergisinde karşılaştık. Serginin kuratörleri Valbona’nın Piriştina’da yaşadığını, bazı işlerinin Prizren’deki Arnavut Ligi Müzesi’nde olduğunu söylediler ve bize telefon numarasını verdiler. Valbona bizimle görüşmeyi hemen kabul etti, onu nereden bulduğumuza çok şaşırmıştı. Karşılıklı dolan gözlerle tamamladığımız sohbette otuz yıl önce Piriştina Sanat Akademisi’ndeki öğretim pozisyonu için masterli tek sanatçı olarak nasıl başvurduğunu, başvuru için gönderdiği işlerinin yedi yıl açık kalan arama süresinde nasıl kaybolduğunu anlattı bize. Ama diye ekledi sonunda, sizin gibi genç kuşak kadınlar gelip beni bulabiliyorsa demek ki umut var. Yolculuk varsa, umut da var.

Georgia O’Keeffe, Ram’s Head, White Hollyhock-Hills (Ram’s Head and White Hollyhock, New Mexico), Tuval üzerine yağlı boya, 76,2 x 91,4cm, 1935.

Sena Başöz

Nochlin’in bu makalesini her zaman çok önemli ve bugün için geçerli buldum. Üniversite’de verdiğim sanat derslerinin müfredatına da bu nedenle hep ekledim. Yani 50 yılda illa ki çok yol yapılsa da “neden büyük kadın sanatçı yok?” sorusunu sormanın hâlâ gayet mümkün ve önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bazen öyle bir şey oluyor ki pek yol yapılmamış gibi hissedebiliyor insan. Korkunç ayrımcılıklara, tacizlere rastlayabiliyorsunuz. Bu ülkede zaten kadın sanatçı olmaya gelmeden kadın olmakla ilgili pek çok zorluk var. Ancak bu makale gücünü bu soruda kadının yerine başka özneler konabileceği önerisinden alıyor. “Neden büyük Siyahi Amerikalı sanatçı yok?” diye soruyor Nochlin. “Niye büyük Litvanyalı caz piyanisti yok? Eskimo tenis oyuncusu yok?” diye soruyor. Biz derste öğrencilerimle bu cümleleri arttırırdık ve Türkiyelileştirirdik. Bu bağlamda queer ya da Kürt sanatçıyı da bu cümleye yerleştirebiliriz. Temsil edilmediğini, görülmediğini hisseden her grup kendini bu cümleye yerleştirebilir ve sistemi sorgulayabilir. Parçası olduğumuz sistemdeki yapısal zorlukları ortaya koymak ve konuşmak çok değerli ama beni bu makalenin en çok son bölümü etkiliyor. Bu nedenle izninizle ben zorlukları saymak yerine makalenin konuyu nasıl bağladığını hatırlatmak istiyorum.

Nochlin büyük kadın sanatçı olmaya tüm yapısal engelleri ortaya koyduktan sonra diyor ki haklısınız zor ama bu size bir bahane olmasın. Bu haksızlığa uğramış kurban pozisyonunda kalmayın, pozisyonunuzun farkında olarak devam edin, yanlış olanı düzeltin, daha iyi kurumların kurulmasında rol oynayın. Bu söylediği bana hayatın her alanında, her zaman güç verdi. Tabii ki haksızlığa, ayrımcılığa uğradığım oldu, oluyor, yine olabilir. İnsanın bunların farkında aktif bir özne olarak yoluna devam etmesi ve sistemi içeriden bir oyuncu olarak dönüştürme çabası çok değerli. Bu makaleyi öğrencilerimle paylaşmamın nedeni de tam bu. 

Necla Rüzgar, İç Katmanlar 11, kâğıt üzerine suluboya, 65 x 50 cm, 2017.

Sevil Tunaboylu

Linda Nochlin aynı makalede “neden büyük kadın sanatçı yok” sorusunun arka planında sinsice gizlenen “çünkü büyük olmak kadınların kapasitelerini aşar” yemini yutan feministlerin dilemmasından bahseder. Feministin bu soruya cevap olarak, aklındaki kadın sanatçıları bir bir tarihin tozlu sayfalarından bulup çıkarmaya meylettiğini ve tam da bunu yaparak meselenin özünü kaçırdığını söyler. Kendi adıma yemi yutmamak için epey çabaladım, gene de bolca yuttum. Öğrencilik yıllarımda “sende erkek bileği var” diyerek sözde iltifat eden hocamı hiç unutmadım. Sanat tarihi yazımıyla hesaplaşmalarım bitmedi. Konularımı kadınlık, kadın olmak, kadın sanatçı olmak üzerinden ayrıştırdığım oldu. “Mansplaining/erilleme” yapan erkek meslektaşımla toplantıda ya da rakı sohbetinde sopa yutmuş gibi gergin ve kavga etmeye hazır otururken, ne içtiğimden ne de yediğimden bir şey anladım. Üniversitede sanat okuyacak öğrencilerime müfredatta kopyaları yaptırılmak üzere bekleyen Picasso resimlerini değil de, ısrarla Georgia O’Keeffe, Nur Koçak ve Leonora Carrington resimlerini gösterdim.

Kadın olmak, queer olmak, siyah olmak, kürt olmak hâlâ, devletlerce ve toplumlarca hazmedilmesi güç kimlikler olarak manzaramızı kapatan, yarım kalmış inşaatlar gibi. Buna karşın kadınların siyasi, dini, gelenekselci yaptırımlara rağmen kimliklerini, inatla çalışmaya devam ederek beslediklerini, yasak ve sansüre, ipe sapa gelmez davalara neşeyle direndiklerini görüyorum. İçinde bulunduğum zamanda yemi yutmak pahasına gidilen ve varılan yolun az buz olmadığını düşünüyorum. Kimi kurumların “revaçta olan”a uyumlanmaktan ya da “politik olarak doğrucu” olmak kaygılarından ötürü dahi olsa, yüzlerini biraz da kadınların ya da queer bireylerin sanatına doğru dönmeleri de iyi bir gelişme olarak sayılabilir. Ve bu bir gelişmeyse eğer, kaynağını kadın ve queer sanatçıların talepkâr ve direngen oluşlarından alıyor. 

Ne var ki, Türkiye’de sanat yaparak var olmanın zorluklarını sadece kadınlık üzerinden okumak istemiyorum. Bu ülkenin son beş yılına ait öylesine kapanmayan, iyileşmeyecek gibi görünen açık yaralarımız var ki, sırf kadın olduğum için yaşadığım türlü haksızlıkları da bunlara eklersek, “neden, niçin” soruları ancak önüme taş koyar. Bunun yerine yaralarımı tımar etmek isterim; dilediğimin peşinden saf bir hevesle gitmeye devam ederek.

Linda Nochlin’in “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” makalesi Türkçede ilk kez 1998 yılında Sanat / Cinsiyet – Sanat Tarihi Ve Feminist Eleştiri kitabı içinde Ahu Antmen’in çevirisiyle yayımlandı. Makalenin 50. yıl dönümüne özel Why Have There Been No Great Women Artists? baskısı Thames & Hudson tarafından yayımlanırken makalenin “Neden Hiç Büyük Kadın Çıkmadı?” başlığıyla yer aldığı Kadınlar, Sanat ve İktidar kitabı Yapı Kredi Yayınları tarafından Süreyyya Evren’in çevirisiyle Ekim 2020’de okurla buluştu.

İlginizi Çekebilir

Gündem

Feminist sergileme pratiklerinin tarihi, mekânı, kategorileri bozan ve yeniden kuran; kavramları tarihsel bağlamlarla ele alan; karşıtlıkları ve çatışmaları bir arada kullanan yöntemlerine bir bakış.

Eleştiri

Hara, ilk grup sergisinde Sena Başöz, İnci Furni, Ekin Kano, İrem Nalça ve Cansu Yıldıran'ın "güvenli alan" fikrinden hareketle ürettikleri eserlerini bir araya getiriyor.

Söyleşi

Bor Sanat'ın hikâyesini ve ilk sergisi "Parçalar & Haller"i serginin küratörü Ebru Nalan Sülün ve Bor Sanat genel koordinatörü Missem Canmutlu'dan dinledik.

Gündem

BASE 2023’ün öne çıkan 10 sanatçısına eğitimlerini, BASE’e katılma sebeplerini, işlerinde hangi konulara, kavramlara odanlandıklarını ve sergideki eserlerini sorduk.