Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Kütüphane

Emre Erkmen ve kadrajı

Sanatçının sinematografik gözü bizi yönlendirerek, bakışımızı “saklı olan nedir?” sorusuna doğru çeviriyor. Emre Erkmen’in “A Secret About a Secret” fotoğraf sergisi üzerine.

Emre Erkmen, ARBIL, 12.11.2006.

Emre Erkmen’in sergisi sinematografın gözünden bakıyor dünyaya. Kadraj ve sinemadan gelen gözün işleme koyduğu yatay fotoğraflar dünyanın saklı duran yüzüne doğru dönüyor. Şehirler ve kırsaldaymış gibi duran gecekondu mahallelerinin yaşamına eğiliyor. Sinema dünyasının bakışıyla raportör bakışı arasındaki fark da buradan kaynaklanmakta belki de. Raportör, adından kaynaklandığı gibi ortaya çıkmak üzere yeniden taşıyor gördüğü gerçeğin imgesini. Gerçekliğin peşinde. Halbuki sinematografın gözü gördüklerinin ve gözükenlerin arkasında yatanı düşünmekte ve düşündürtmekte. Nedir gösterilenin ardında yatan? Nereye doğru gidiyor imgenin içindekiler ve nasıl yaşıyorlar? Gündelik hayatın içindeki ışıklı ve karanlık yaşamları nasıl yaşamaktalar? Bu sorular görülenler değil görünmeyenlere ait yönlendirilen sorulardır. Emre Erkmen’in sinematografik gözü bizi yönlendirerek, bakışımızı “saklı olan nedir?” sorusuna doğru çeviriyor. Emre Erkmen her fotoğrafta kendisinin görünmediği bir voyörist gibi bakıyor genelde. Gizi keşfetmek değil ama saklı gize olan bakışı burada ortaya çıkarabilmek için, belki de?

Sergiden görünüm.

İki odaklanma alanı çıkıyor karşımıza sergide: uçakla gidilen şehirler ile arabayla gidilen yollar. Bu ikisi de dünyanın gidişatının içinden geçmekte: Sermaye ve emek arasındaki genel çelişkinin yarattığı sefalet ve büyüme arasındaki eğreti bir dengenin içinden geçmekteyiz. Emre Erkmen bu şekilde dillendirmiyor belki, ancak görülen imgelerin arkasındaki buzdağının altında kalan alan bize ekonomi- politik bir küreselleşmenin yatmakta olup olmadığı sorusunu sordurtuyor. Serginin içindeki tek direkt olarak bize yönlendirilmiş bakışıyla bakan Irak’taki çocuk aslında yaşadığı acılı süreç ile karşı karşıya bırakıyor bizleri. Savaşın acıları ve imkânsızlıkları! çocuk dik dik bakıyor bize, tıpkı Türkiye’de Morkaya’daki yaşlı insanın yer altından fırlamış bakışındaki rahatsızlık gibi. Rahat bırakmıyor; hatta musallat oluyor. Yeraltında delikte nasıl yaşanabilir? Savaş mıdır yoksa başka bir şey mi bunun sebebi? Eruh’taki askerlerin yürüyüşü nedir? Irak Erbil’deki çocuklarınki nedir? Madunların bakışının ardında yatan sessizliğin gizemi sinematografın bakışının baktığı yerdir. Kamera coğrafya ve bulutlu yollar kadar şehir merkezlerindeki insanlar ve yaşamın akışına da hiyerarşisiz bir şekilde bakıyor. Gizemin arkasında neler var olabilir? Bunu dünyanın şekillendiği zamanlardaki olgulara bakarak görmek mümkün müdür? Deneyebiliriz her ne kadar cevap aramaya kalkılmasa da; çünkü.

Emre Erkmen cevap aramaktan çok soru soran bakışı bize göstermektedir. 1980 sonrası dünyanın şekli farklılaşmaya başlamıştı. Öncelikle “soğuk savaş” dönemi kapanmaya başlıyordu. İkili bir denge üzerine kurulu olan dünya güç ilişkilerine eklenen “Üçüncü Dünya” bu değişimden payını almaya başladığı yıllardı bu dönemdeki seneler. “Üçüncü Dünya” ülkeleri Doğu-Batı karşıtlığından Kuzey-Güney karşıtlığına doğru dönmeye yüz tutmaktaydı. Asya Kaplanları kavramı bu sırada batı sermayesinin Üçüncü Dünya’ya açılmaya ve yatırım yapmaya başladığı yıllardı.

Emre Erkmen, DİYARBAKIR, 08.11.2006.

1950’lerde başlayan ve “Otuz Zafer Yılı” olarak adlandırılan dönemin sonuna gelinmişti. Sermaye kendisine yeni bir yol çizmeye doğru yöneldi. Savaş sonrası emek gücünü çağıran ve “misafir” eden sanayi sermayesi misafirliğin sonuna gelmişti. Artık misafirlerin gitme vakti gelmişti; çünkü ev sahibinin kendisi (Grekçedeki anlamı evin sahibi olan Oikos’un sahibi Despotes) seyahat etmeye karar vermişti. Delokalizasyon olarak adlandırılan bu dönemin başlangıcında emek ve sermaye birlikte artık yer değiştirmeye doğru yönelecekti. Tam istihdam ve ulusal tüketim toplumu üzerine kurulu bir anlayış bu anlamda terk edilmekteydi. Bu, aynı zamanda, moda tasarım dünyasındaki dönüşümü de göstermekteydi. Batılı tüketiciler yerine “dünyadaki zenginleşmeye başlayan orta sınıf” tüketici olmaya başladığında tüketici sayısında inanılmaz bir yükselme yaşandığında, Haute Couture’ün de kitleleşmeye başladığı izlendi. Modanın yaratıcılarından her türlü nesne üretilmesi talep edilmeye başlandı. Sanatçı-tasarımcı yerine kitlesel üretim yapacak yardımcı tasarımcılar ustaların yaratıları üzerinden hız vererek, üretimi arttırmaya çalışmaya başladılar (Sergi fotoğraflarındaki giysiler bu döneme aittir: Dolce Gabbana reklamı fotoğrafı bunu vurgulamakta). Bu ekonomi ev sahipliğini kendi ülkelerinde, mesela Fransa’da Paris, İngİltere’de Londra, Amerika Birleşik Devletleri, New York gibi bir çizgiden çekerek üretimi emek gücünün ucuz olduğu ülkelere doğru taşımaya başladılar. Buna küreselleşme adı verildi.

Öyleyse, küreselleşme adındaki dönem Batı merkezli bir yaratı ve üretim sürecini yaymaktaydı. Asyalı moda tasarımcıları Paris, Londra, New York’taki vitrinlerin fotoğrafları üzerinden kopyalayarak imitasyon sürecinde daha ucuz mallar üretmeye başladıklarında, sermaye direkt olarak bu ülkelere yatırım yaparak emek gücünü kullanmayı tercih etti. Bu dönem 1990’larda artık “Megalopoller” olarak adlandırılan dönemde, sermayenin ve emeğin dünyayı yatay bir şekilde kestiği yeni bir dönemin habercisi oldu. Bu süreçte yeni merkezler ve yeni çevre bölgeleri ve şehirleri ortaya çıktı. Üçüncü Dünya denilen güney ülkelerinin şehirlerinin bazıları dünya merkezi olarak sermayenin cirit attığı alanlar oldu. Bu nüfus artışının içinde kendi yolunu çizdi. Şehirler megalopol olmaya başladıklarında ise, artık o yıllarda adını vermiş olduğum “Megalopoller Dönemi” yaşanmaya başladı. Neydi bu? Merkezlerin ülkeler olmaktan çıkıp kapitalizmin ilk ortaya çıktığı 16. yüzyılda olduğu gibi şehir-devlet modeline geçildi. Batı-Doğu veya Kuzey-Güney ekseni değildi bu artık. Sermaye ve emek her yerde (ama sadece bazı yerlerdeydi). Merkez ise ülkeler değil şehirlerden oluşmaktaydı. 19. yüzyıldan beri Paris-Berlin-Londra-New York her zaman vardı. Bunlara eklenenler ise 1980’lerde Asya kaplanlarıydı (Taipei, Seul, Singapur, Hong Kong). “İki haneli büyüme, yüksek ekonomik özgürlük, sıkı siyası rejimler” üzerine kurulu bir ekonomi dünyayı ağlarına almıştı. 1990’lara gelindiğinde daha sonra görünür olmaya başlayacak olan Tokyo, Rio, Buenos Aires, Moskova, İstanbul, Bombay, Kuala Lumpur vb. merkeze eklendiler. Şehir devletler gibi işleyen bir ulus-aşırı dünya iç içe girmeye başlayarak eklemlendiler. Sıkı-otoriter siyasi rejimlerden kaçanlar ise göçe başlamıştı bile. Dünya yer değiştirenlerle ve seyahat edenlerden geçilmiyordu.

Emre Erkmen, MILANO, ITALY, 11.08.2009, 07.50 pm

Bu kuş bakışı, kanımca, Emre Erkmen’in sergisinin arka yüzünü oluşturmakta olabilir. Yer değiştirme ve seyahat kameramanın “röperaj” alanı olarak sinema endüstrisinin bir parçası olarak durmakta. Tarama ve araştırma alanı olarak gözün aradığı filmlerin konularının geçeceği dünya coğrafyası olmuştu. Her dönemde bu yer değiştirme araştırmanın parçasıydı. Bu sergi Emre Erkmen’in çalışma alanında yarattığı imgeler olarak dünya coğrafyasını kat etmekte. Kimi zaman insanlar, kimi zaman onların yaşadığı çeşitli ve çelişkili yerler. Yatay bakış asla dikeye yaslanmıyor; çünkü muhtemelen sinema bakışı ve sahnesinin şekli yataya göre düzenlenmişti.

Emre Erkmen’in çarpıcı fotoğrafları arasından hemen birisi, gelişmelerin takibindeki modern insanların “duası” olarak kabul edilen Torino’daki gazete okuyucuları dikkatimi çekmekte. İki yaşlı beyin hemen bir gazete bayisinin önünde satın alarak okumaya başladıkları ânı gösteren bu fotoğraf sanki bir felaketin takipçileri gibi heyecanla ve merakla haberlere bakanları göstermekte. Ne oldu da bu haldeler? Savaş, ekonomik kriz, devalüasyon, aşırı bir hiper enflasyon? Tabii, hatırlamak lazım ki, bazı ülkeler kendi megalopollerinin içinde her şeye rağmen ülkenin para birimini kullananlar olarak devalüasyon-enflasyon ikilisini incelemekteler. Bizim ülkemizdeki gibi Meksiko City veya Rio veya Buenos Aires veya Moskova şehirlileri bu süreçleri büyüme hızı içindeki yerlerde izlediler. Batı şehirleri ise yeni fakirleri ortaya çıkarmaktaydı. Evsiz-barksızlar her büyük megalopolün içindeydiler daha 1980’lerde sürecin başladığı yıllarda bile. Hiçbir şey tek yönlü değildi bu anlamda.

Emre Erkmen, TORINO, ITALY, 08.02.2011, 10.12 am.

Sergideki fotoğraflara bakıldığında; birinde, mesela, Floransa’da sokakta yatan evsizin yanından geçen alış-veriş yapmış iki kadının ellerinde paketlerle, sırtları dönük ve yüzlerini görmediğimiz ânı yakalayan göz, tam da bahsetmekte olduğumuz “tüketiyorum, o halde varım” sloganını hatırlatmakta. Veya benzerlik taşıyan başka bir fotoğrafta; bir genç kızın sağa doğru diğer genç kızın sola doğru gittiği ve Venedik’te bir Kilise’nin önünden geçtikleri fotoğrafta yerde uyuyan dilenci bir evsiz önünde para atmalarını beklediği siyah kumaştan ceketi sanki umarsızcasına ve ilgisizce bekleyen ama uyumaktan başka bir hareketi göstermeyen bir iletişimsizliği andırmakta.

Marakeş’te Arap iki hamalın çalışmak için bulduğu hamallık gibi preker bir koşuldaki taşıdıkları ağır paketleri gösteren fotoğraf benzer dünya hallerini göstermekte: çalışan ve çalışmayan arasındaki ikili hayatları.

Emre Erkmen, BERLIN, 19.04.2008.

Diyarbakır’da bir camide bile dua etmek yerine uyumayı tercih eden evsiz fotoğrafındaki gibi veya New York’ta durmanın bile yasak olduğu sokakta işemeye başlayan bir gencin umarsızlığındaki gibi veya da arabadan kolunu çıkararak zafer işaretine kayıtsızlıkla bakan Faslı, Marakeşlı bir gencin bakışının arkasındaki Amerikan emperyalizminin, bir zamanlardaki simgesi olan, Coca Cola reklamı gibi yahut Güney Afrika’daki bir sokak gösterisindeki yürüyen gençlerden birisinin yine zafer işareti olarak kolunu havaya kaldırmasındaki gibi konuları birleştirmekte.

Yine aynı şekilde, Meksiko City’de kamusal alandaki caddelerin kenarlarında oturup zaman geçiren, obez veya yarı kötü beslenmiş insanların hayatını görmekteyiz. Yine başka bir fotoğrafta fakir ve dindar insanların Meksiko City’de Kilise’nin içinde dua etmekte oldukları an, onların hayattan beklentilerini başka dünyalarda aramakta olduklarını bize hissettirmekte. Tıpkı New York’ta genç bir çiftin arkadan çekilen fotoğrafında olduğu gibi, buz pateni yapanları seyrederken gelecek yaşamlarını düşünmekte olduklarını izliyoruz.

Emre Erkmen, NEW YORK, USA, 03.11.2016, 08.10 pm.

Veya Stockholm’de iki orta yaşlı kadının bir hamburgercideki hallerinde gördüğümüz an da bize birisinin diğerinin yediğinde gözü olduğunu göstermekte. Neo-liberal özgürlüğün nereden geçmekte olduğunun altı mı çizilmekte? Bireydir varlığın efendisi! Kolektif çıkarlardan çok bireysel ve özel çıkarların nerden geçtiği? Kolektif olduklarında ise, ancak yaşanan bir felakete bakan bir kalabalığı gördüğümüzdeki gibi. Ama başka bir fotoğraf, Amerika’da, New Yorklu borsa simsarları olan Yuppies gençlerin klasik kıyafetlerini “toplumsal kolay yükselme sembolü” olarak görmekteyiz: Mavi gömlekleriyle yolda hızlı bir şekilde yürümekteler. Orta Doğu’da, Irak’ta Maxmur kampında çekilen bir fotoğrafta ise bu sefer mekteplilerin yürüyüşünü takip etmekteyiz.

Gazete haber alma alanı olarak medyanın gücünü göstermekteydi, bu dönemde. Özelleştirmelerle birlikte medya da kendi gücünü göstermeye başlamıştı. Haberleri kendi çizgilerine göre vermeye başladıklarında, “gündem yaratma” adı verilen yeni bir güç ortaya çıkmıştı. Demokrasileri zedeleyecek olan süreç bu dönemde başlamıştı bile. Her medya kendi haberini yapacak ve özgürleşecekti. Her vatandaş özel radyo ve televizyonlarda özgürce fikirlerini söyleyecekti. O zaman şiar şu oldu “Bilgisi olmadan fikri olanlar toplumu”.

Emre Erkmen, STOCKHOLM, SWEDEN, 24.11.2006, 01.46 pm.

Bu süreç kültür dünyasını da değiştirmeye başlamıştı. Müzeler ve galerilerde sergilenen eserler kitle toplumunun yeni ilgi odağıydı. Emre Erkmen’in bir fotoğrafında Venedik’te eserleri görmek için kuyruklar yapılıyor, biletler önceden satın alınıyor ve alışveriş AVM’leri gibi müzelerde satış amaçlı hediyelik dükkanlarıyla tüketimin kültürel boyutunu besliyordu. Bir yandan “must” bir sanat dünyası nerdeyse Hollywood dünyasına kafa tutmaktaydı. Sanat piyasası sanat düşüncesini sollamaktaydı.

Bugün içinden çıkmakta olduğumuz ve aynı zamanda da girmeye başladığımız bir dünya var bu bakışın içinde: Küreselleşmenin sonuna mı gelindi? Kırk yıllık bir sürecin sefaletinin kol gezdiği bir dönemden bir daha olmayacağını zannettiğimiz savaşların içine mi doğru sürüklenmekteyiz? Bu sorular serginin içinden geçen imgelerden sonra düşünmeye başlayacağımız bir süreci mi önümüze sürmekte?

Sorular soruları takip edecektir fotoğraflara bakılırken; sergideki izleyiciler de soruları kendi kendilerine soracaklardır eminim. Sanatçı Marcel Duchamp’ın yüzyıldan daha fazla bir zaman önce ileri sürmüş olduğu gibi sanat eserlerine “Bakanlar da eserleri yapanlardır”.


Bu metin Emre Erkmen’in Mixer’de 10 Haziran-13 Ağustos 2022 tarihleri arasında gerçekleşecek “A Secret About a Secret” isimli fotoğraf sergisi nedeniyle yazılmıştır.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

border_less ARTBOOK DAYS’in altıncı edisyonu, bu sene 3–5 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ev sahipliğinde gerçekleşiyor.

Söyleşi

Larissa Araz ile Versus Art Project'te gerçekleşen “In Hoc Signo Vinces” sergisi üzerine konuştuk.

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.