Almanya’ya Türkiye’den giden misafir işçilerin hikâyelerini emek tarihi ve sosyal entegrasyon üzerinden inceleyen birçok belgesel film izlemiştik. Ancak misafir işçilerin Almanya’daki serüveninde konut hakkı, kentsel dönüşüm stratejileri ve kent mücadeleleri de bu süreçte önemli bir yer tutuyor.
Güncel sanat alanında video, performans ve enstalasyon çalışmalarıyla tanıdığımız Pınar Öğrenci ilk belgesel filmi Gurbet Artık Bir Ev’le İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel Yarışma’da yer aldı. Mimarlık arşivlerinin, günümüzde yapılan röportajların ses kayıtlarının ve edebi eserlerin eşlik ettiği film yakında Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde, Brücke Museum Berlin’de ve SALT Online’da yeniden gösterilecek. Öğrenci’yle filmin hikâyesini konuştuk.
Almanya’daki misafir işçilere dair şu âna kadar birçok belgesel yapıldı. Ancak sen mimari dönüşüm, konut hakkı ve kentsel dönüşüm üzerinden sürece bakıyorsun. Öncelikle bu belgesel fikri nasıl oluştu? Neden böyle bir konuyu anlatmak istedin?
2018 yılının Haziran ayında Berlin’e göç ettim. Bir iki ay sonra Esra Akcan’ın Open Architecture: Migration, Citizenship and Urban Renewal of Berlin-Kreuzberg by IBA 1984-87 isimli kitabıyla karşılaştım. Kitap Berlin’deki ilk günlerime yoldaşlık etti, hatta kılavuzluk… Bu kitap sayesinde yaşadığım yeri, yani Kreuzberg’i ve benden önceki Türkiyeli göçmen kuşakları tanıma fırsatı buldum. Misafir işçiler, sürgünler, Kürtler, Aleviler, şehirli ya da köylü göçmenler… Kreuzberg’teki Türkiyeli insan profilini tanıdıkça, sanki Türkiye’nin siyasi tarihini yeniden okur gibi oldum. ’60 darbesinin getirdiği fakirliğin ardından yaşanan ilk işçi göçü, ’80 darbesinin hemen öncesinde ya da sonrasında Türkiye’den kaçan sürgünler, 90’lardaki çatışma ortamının zorla yerinden ettiği Kürtler…
Berlin’e 1969 yılında göç eden şair Aras Ören Kreuzberg’i anlamak için kapitalizmi anlamak gerek diyor 70’lerin başında, emek ve ücret ilişkilerine gönderme yaparak. Ben buna şöyle bir ekleme yapmak isterim bugün. Kreuzberg’in tarihini anlamak için Türkiye’nin tarihini anlamak gerek. Kreuzberg’i biçimlendiren, bugünkü karakterini kazandıran Türkiyelilerdir ve ilginçtir ki Almanya’ya göçün yaşandığı 60 ve 70’li yıllarda İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlere de göç başlıyor. Köy ya da taşradaki emeğin mobilizasyonu üzerinden Berlin tarihini okurken İstanbul’u da benzer bir çerçeveden yeniden düşünmek ilginç bir deneyimdi benim açımdan. Yaklaşık iki yıl boyunca aralıklarla Akcan’ın kitabında bahsedilen sokaklarda dolaşıp söz konusu binaları tespit ettim. Yeni yapılan IBA binaları (International Bau Austellung/Uluslararası Yapı Sergileri) ilgimi çekmedi, Aldo Rossi’den, Rem Koolhaas ve Peter Eisenman’a kadar birçok ünlü mimarın inşa ettiği, konut mu yoksa işyeri ya da fabrika mı olduğu anlaşılmayan yapılar…
Ancak eski yapıların restorasyonu ile başlayan modernizasyon süreci çok daha ilginç geldi, zira mimarların aktivist bir tavırla Senato kararlarını mahalle sakinlerinin lehine dönüştürdükleri bir süreç… Araştırmam 70’li yıllara kadar uzandığında bambaşka bir Kreuzberg ile karşılaştım. Fakir misafir işçiler ve işgalciler dışında kimsenin yaşamak istemediği bir kenar mahalle, Berlin Duvarı’nın tam dibinde. IBA için çalışan mimar Heide Moldenhauer’ın 80’lerde çektiği fotoğrafların şehir arşivinde olduğunu öğrendiğim anda bu fotoğraflar üzerinden bir iş yapmaya karar verdim. Salgının ilk aylarıydı ve arşivdeki fotoğraflara ulaşmak çok zor oldu. Peki ne yapmalıydım bu fotoğraflarla? Kırk küsur yıl önce çekilmiş hiç tanımadığım bu insanların imajlarını film diline nasıl tercüme etmeliydim? Bütün bu soruların cevapları üzerine düşünürken içimdeki ses beni sokaklara yönlendirdi, aradığım cevabı ancak sosyolojik terimle ‘saha’da bulabilirdim. Kreuzberg sokaklarına düşüp fotoğraflardaki insanları aramaya karar verdim. Fotoğrafların çekildiği sokaklardaki evlerin kapısını çalmaya başladığımda farkettim ki tıpkı yıllar önce mimar Heide Moldenhauer ve araştırması sırasında Esra Akcan’ın yaptığı gibi kapı kapı dolaşıyorum, zira onlar da aynı yöntemle çalışmıştı.
Benden önce birbirini tekrar eden bu iki kadının izinden gitmek bana güç ve umut verdi. Fotoğraflardaki insanların büyük bir çoğunluğunu bulduğumda hikâyeler birbirini kovaladı, yani kısacası film sokakta doğdu, 40-50 yaş civarındaki bu insanların çocukluk fotoğraflarıyla ya da ebeveynlerinin gençlik halleriyle karşılaşıp o günlerin anılarını anlatması benim açımdan çok heyecan vericiydi. Artık ne yapacağımı biliyordum.
Filmde temsil edilen farklı kimlikler hakkında ne söylemek istersin?
’80 darbesinin doğuya sürgün ettiği öğretmenlerin yetiştirdiği bir kuşaktan geliyorum, ilk gençlik yıllarım 90’ların şiddet ortamında Van’da geçti. Dolayısıyla hep anlatıldığı şekliyle sadece misafir işçilerin değil, siyasi mültecilerin de hikâyesini anlatmalıyım diye düşündüm. Ayrıca Almanya’daki misafir işçi göçü sadece Sünni Türkler üzerinden yazılan bir tarih, Kürt ve Alevilerden pek bahsedilmez. Benzer şekilde kadın işçiler de göç tarihinin gölgesinde kalmış, kadının evdeki emeği kadar işteki emeği de göz ardı edilmiş. Bu yüzden Türk, Kürt, Alevi farklı kimliklerin temsil edildiği ve kadın hikâyelerinin baskın olduğu bir film yapmak istedim.
Film iki kanaldan ilerliyor. Birincisi arşiv görüntüleri ve sesleri, ikincisi de senin yaptığın görüşmelerin ses kayıtları. Böyle bir anlatım fikri nasıl oluştu?
Kafamdaki en büyük soru işareti şuydu; bir mahallenin kentsel dönüşümünü anlatan akademik bir anlatım dili ile insan hikâyelerini, günlük hayata dair detayları nasıl birleştirebilirim? Salgının ilk üç ayında misafir işçi fenomeninin edebiyat ve müzikteki karşılığını araştırmaya başladım ve böylece şair ve oyuncu Aras Ören ile yazar ve tiyatrocu Emine Sevgi Özdamar’ın kitaplarına ulaştım. Aras Ören’in 1973’te yazdığı Niyazi’nin Nauny Sokağı’nda İşi Ne? isimli şiir kitabı ve Emine Sevgi Özdamar’ın Aynadaki Avlu hikâyesi elimdeki fotoğrafların edebiyattaki yansımalarıydı âdeta…
Aras Ören’in proleter bakış açısı ve direnişçi dili, Emine Sevgi Özdamar’ın özellikle kadın hikâyelerine yönelik ironik yaklaşımı ve her ikisinin de göç anlatılarında Türkiye’nin 70’lerdeki siyasi atmosferiyle kurdukları ilişki, film açısından belirleyici izlekler oldu. Böylece Esra Akcan’ın akademik sunumunun ses kaydı ile birlikte Aras Ören’in şiirleri, benim yazıp okuduğum hikâyeler ve yaptığım röportajların ses kaydı birbirinin içine sızdı.
Çok dramatik bir hikâye anlatıyorsun. Ancak filmin ilk dakikası ironik bir giriş. Neden böyle bir girişle başladın?
Film bir gazetedeki ‘Ev Aranıyor’ ilanı ile başlıyor. Hüseyin A. isimli bir göçmen 70’lerdeki yabancı düşmanlığını hicvetmek için tam da Almanların önyargılarına karşılık gelen bir aile olarak kendini tanıtıp ev aradığını söylüyor. İlanda bahsedilen avluya asılı çamaşırlar ve oradan oraya koşturan çocuklar fotoğraflardaki karşılığını bulunca böyle bir başlangıç yapmanın iyi olacağını düşündüm. Cem Karaca’nın aksanlı sesi -ki bu ağır aksanın da bilinçli olduğunu düşünüyorum- bu ironik dille birebir örtüştü.
Neden böyle bir giriş yaptığıma gelince bu bir tür cevaptı aslında, bir tür isyanın dışavurumu… Berlin’e geldiğimden beri tam altı kez taşınmak zorunda kaldım ve birçok ayrımcı muameleyle karşılaştım. Almanların Türkiyelilere yönelik önyargıları hâlâ güncel. Mutfak ve yemek alışkanlıklarımız, Almanca ile ilişkimiz, duygularımızı ifade ederkenki ‘aşırılıklarımız’ ile ilgili şikayetleri defalarca yüzüme vuruldu, hem de son derece politik, sözüm ona aktivist, eğitimli, sanat ve akademi çevresindeki insanlar tarafından… Bu filmi yapmamın altındaki temel dürtü aslında kendi göç deneyimimdir. Karşılaştığım ve asla kabul etmediğim ayrımcı önyargıların temellerini merak edip benden önceki kuşakların deneyimlerini dinlediğimde aradan 40-50 yıl geçmesine rağmen hâlâ aynı şekilde muamele gördüğümüzü fark ettim.
Benzer bir önyargının Berlin’e son dönemde göçen şehirli ve eğitimli Türkiyeli göçmenlerin bir kısmında da olduğunu söyleyebilirim. Politik ancak sınıf bilinci olmayan bazı grupların eski göçmen kuşakları muhafazakârlık, köylülük, gettolaşma, Türkiye’deki mevcut rejimi destekleme gibi bahanelerle hor gördüğüne defalarca şahit oldum. Göçmen kuşakların emeği, yaşam mücadelesi ve dayanışmasından öğreneceğimiz çok şey olduğunu düşündüğüm için verdikleri mücadeleyi en iyi bildiğim tarafından yani mimarlık ve kentsel dönüşüm teması üzerinden anlatmak istedim.
Filmde birçok arşivden faydalanıyorsun, bunlardan biraz bahseder misin?
Öncelikle Esra Akcan’ın kişisel arşivinden faydalandım. Esra Akcan bir mimar, yazar ve akademisyen, Cornell Üniversitesi’nde profesör. Onunla ilk karşılaşmam mimarlık yaptığım dönemlerdeydi, Çeviride Modern Olan: Şehir ve Konutta Türk Alman İlişkileri isimli kitabını okumuştum. Türkiye’deki erken dönem Cumhuriyet mimarisindeki Alman etkisini incelerken, “Batılı” ve “Doğulu” kavramlarını masaya yatıran şahane bir kitaptı. Open Architecture kitabını okuyup filme dair fikri oluşturunca kendisiyle iş birliği yapma isteğimi paylaştım ve sonrasında beraber çalışmaya başladık; ihtiyacım olan imajları, Heide Moldenhauer ile yaptığı röportajı, IBA ile ilgili yaptığı sunumun video kaydını benimle paylaştı Esra. Son derece cömertti, hakkını ödeyemem…
Bir taraftan dans çevreleriyle iletişim kurarak Heide Moldenhauer’ı bulmaya çalıştım, zira Heide mimarlık kariyerini bitirip dans etmeye başlamış ilerleyen yaşlarında. İlk başlarda yaşayıp yaşamadığından bile emin değildik ancak bir süre sonra telefonla iletişim kurmayı başardık. Heide’nin de desteğiyle Landes Archive (Berlin Şehir Arşivi)’e verdiği IBA fotoğraf arşivinden, renkli, çözünürlüğü çok yüksek olmayan yüzlerce fotoğraf arasından bir seçki oluşturdum. Diğer taraftan Friedrichshain Kreuzberg Müzesi salgın dolayısıyla ziyaretçi kabul etmediği halde araştırmama ciddi bir destek verdi. Küçücük bir arşiv mekânında, birkaç kişilik kadroyla nasıl ciddi bir iş yaptıklarına şahit olmak benim açımdan inanılmazdı. STERN isimli bir şirketin çektiği siyah beyaz cephe fotoğraflarını ve 70’lerin işgal hareketine ait fotoğraf ve film kesitlerini bu müzeden aldım. Bir diğer arşiv de yine IBA için çalışan mimar Cihan Arın’a aitti. Ağustos ayının başlarında kendisini mimarlık firmasında ziyaret edip bir röportaj yaptım. Kreuzberg’le ilgili araştırma ve yazılarını paylaşması karşılığında İngiliz sektörüne ait askeri bir helikoptere binerek Kreuzberg’i havadan görüntülemiş, benimle bu görüntüleri paylaştı. Böylece sadece sokak ve cephe düzleminde değil, Kreuzberg’e kuşbakışı bakma şansım da oldu.
Bahsettiğin üzere araştırma ve çekim süreci salgın döneminde gerçekleşti. Salgın şartlarında çalışmak nasıldı?
2020 yılında Berlin’de yaşayan küratörler Eylem Şengezer ve Carolin Adler’den Kunstraum Bethanien Kreuzberg’te yapacakları Porous City sergisine katılmam için bir davet geldi. Filmi yapmaya Mart başlarında karar verdim ve tam o günlerde salgın başladı. Ağustos ortasında bitirmem gerekiyordu. Karantina ilk başta avantajlı gibi geldi, Aras Ören ve Emine Sevgi Özdamar’ın hemen bütün kitaplarını İstanbul’daki eski kitapçılardan Berlin’e getirtmeyi başardım. Evden neredeyse hiç çıkmadan kitap okuyordum.
Tekrar sokağa çıkmaya başladığımız Haziran ayında Heide Moldenhauer ve Aras Ören’e nihayet ulaşmıştım ancak ileri yaşta olmalarından dolayı buluşmaktan çekindim. Buluşmamız Haziran sonunu buldu. Şehir Arşivi’nden imajları almam ise Temmuz başında gerçekleşti. Hemen ardından röportajlar için sokak araştırmasına başladığımda Nauny Sokağı’ndaki göçmenlerin çoğu Türkiye’ye tatile gitmeyi başarmıştı. Salgından dolayı bütün röportajları sokak ya da avlu gibi dış mekanlarda yapmak zorunda kaldım. Hatta bir röportajı Whatsapp üzerinden kaydettim. Salgın şartları çok zorladı ancak filme spontan, kendi koşullarından doğan bir esneklik kazandırdı.