Bor Sanat konuşmaları kapsamında, 14 Aralık Cumartesi günü saat 12.00-15.00 arasında Minoa Pera’da “Türkiye Kültür-Sanat Ortamında Eleştiri Kültürü ve Üslubu” başlıklı bir açık oturum gerçekleştirildi. Küratör ve sanat yazarı Sinan Eren Erk’in moderatörlüğünü üstlendiği bu etkinlikte, Türkiye’nin kültür-sanat ortamındaki eleştiri kültürü ve üslubu, geçmişten günümüze bir perspektifle ele alındı.
Bor Sanat’ın konuşma serisi, ilk olarak 27 Ekim’de “Bir Eleştiri Mecrası Olarak Sanat Yayınları ve Platformlar” başlıklı açık oturumla başlamış, bu oturumun kaydı Bor Sanat’ın YouTube hesabında yayınlanmıştı. Serinin ikinci etkinliği olan bu oturumda, eleştiri kavramı güncel bir bakış açısıyla değerlendirilirken, Türkiye coğrafyasındaki kültür-sanat ortamının eleştiri pratikleri üzerine tartışmalar yürütüldü.
Sinan Eren Erk, oturumun başında, bu konuşmanın serinin ilk etkinliği olan “Bir Eleştiri Mecrası Olarak Sanat Yayınları ve Platformlar” başlıklı açık oturumun devamı niteliğinde olduğunu ve bir önceki oturumda elde edilen çıktılara dayanarak eleştiri kültürünü bir adım ileri taşımayı hedeflediklerini ifade etti. Oturumun amacı ve kapsamına dair açıklamalarda bulunan Erk, eleştirinin geçmişten bugüne nasıl tanımlandığı, bu tanımların hangi koşullarda değiştiği ve günümüz eleştiri anlayışına nasıl evrildiği üzerine düşünceler geliştirmenin bu açık oturumun temel hedefi olduğunu belirtti. Ayrıca, oturumun, tüm sorulara kesin ve yeterli yanıtlar sunmayı amaçlamadığını, ancak kültür-sanat ortamında daha sonraki etkinliklerle cevaplanabilecek sorular için bir kayıt oluşturmayı hedeflediğini vurguladı.
Oturum boyunca, eleştiri kavramına ilişkin birçok sorunun masaya yatırıldığı görüldü. Erk, oturumu şu soruları ortaya atarak başlattı: Eleştirinin ve sanat eleştirisinin tanımı ne olabilir? Geçmişteki eleştirel ortamı bugün nasıl değerlendiriyoruz? Geçmiş dönemin tanıkları bugüne baktığında ne görüyor? Geleceğe baktığımızda eleştiriyle ilgili ne öngörüyoruz? Yerel otoritelerin veya genel siyaset ortamının eleştiriye karşı tutumu nedir? Eleştiri, özgürleştirici bir mecra mı, yoksa otosansüre neden olacak şekilde kısıtlayıcı hale mi gelebiliyor? Bugün eleştiri ne kadar özgür, ne kadar değil?
Beral Madra, oturumda ilk sözü alarak Türkiye’de sanat eleştirisinin geçmişteki durumunu ve kendi deneyimlerini aktardı. Sanat eleştirisine başladığı dönemde, eleştirilerin ağırlıklı olarak dergi ve gazetelerde yer aldığını, ancak açık oturumlar ve konferansların bugünkü kadar yaygın olmadığını belirtti. O dönemde eleştirilerin daha çok akademik bir çerçevede kaldığını, topluma ulaşmasının sınırlı olduğunu ve gazeteciler tarafından eleştirmenlerin genellikle önemsenmediğini ifade etti. Sanat dünyasında erkek egemen bir yapının hâkim olduğunu vurgulayan Madra, eleştirinin temelde sanatçıyı tanımlama, CV’sini ya da estetik anlayışını anlatma şeklinde yapıldığını ve bunların gerçek anlamda eleştiri sayılamayacağını dile getirdi. Eleştirilerde uluslararası bağlamda bir karşılaştırmanın eksik olduğunu düşündüğünü ve sanatçının bilinçaltını yansıtan mesajların ele alınması gerektiğini savundu.
Madra, 1980’ler ve 1990’larda Türkiye’de sanat eleştirisinin yergiden uzak olduğunu, bunun kısıtlı olanaklardan ve sanatın korunma ihtiyacından kaynaklandığını ifade etti. O dönem sanat ortamının dar bir çerçevede ilerlediğini, uluslararası ilişkilerin sınırlı olduğunu ve eleştirinin oryantalist bir bakış açısına sıkıştığını belirtti. 1990’larla birlikte daha realist bir yaklaşımla iletişim ve işbirliğinin arttığını, inisiyatiflerin ortaya çıktığını ve sanat yapıtlarının toplumsal, ekonomik ve kültürel eleştiri içeriklerinin, karşılık bulan eleştirilerle değerlendirildiğini söyledi. Son olarak, yapay zekânın eleştiri alanında giderek etkin hale gelmesinin yaratabileceği risklere değindi.
Sanat tarihçisi Ebru Nalan Sülün, konuşmasında Türkiye’de sanat eleştirisinin 1960’lar ve 70’lerdeki durumuna değinerek, o dönemin daha çok akademi temelli bir yazarlık geleneğiyle şekillendiğini ifade etti. Eleştirilerin, akademideki sanatçı-yazarlar ve akademi dışındaki sanatçı-yazarlar olarak ikiye ayrıldığını belirten Sülün, bu ayrımın yazılara da yansıdığını dile getirdi. Akademi dışındaki sanatçılara dair yazıların genellikle taraflı olduğunu gözlemlediğini vurguladı ve Nurullah Berk’in Fikret Mualla üzerine yazdığı kitabı örnek olarak gösterdi.
Sülün, kişisel ilişkilerin eleştiri yazılarına etkisine dikkat çekerek, akademideki yazarların bazen dostlarını överken sevmedikleri sanatçıları sert bir şekilde eleştirdiğini söyledi. Yazıların dilinin genellikle konuşma diline yakın olduğunu, uluslararası perspektiften felsefi temelli yorumların ise sınırlı kaldığını ifade etti. Bu durumun, sanatçıların sanat eleştirisi yapmasının ne kadar taraflı ya da tarafsız olabileceği sorusunu da beraberinde getirdiğini ekledi.
Küratör ve sanat yazarı Nergis Abıyeva, Ebru Nalan Sülün’ün eleştiri dili ve tarihine dair yaptığı yorumları ele alarak, kendi deneyimlerinden ve gözlemlerinden bahsetti. Sülün’ün 1950’lerde Nurullah Berk ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi isimlerin eleştirilerine değinmesini hatırlatan Abıyeva, 2018’de kaleme aldığı “Türkiye’de Eleştiri Yok mu?” başlıklı blog yazısını gündeme getirdi. Maçka Sanat Galerisi’nde çalışmaya başladığı dönemde, eski kuşak sanatçıların sıkça “Eskiden Sezer Tansuğ gibi eleştirmenler vardı, artık kimse eleştiri yazmıyor” şeklindeki ifadelerini duyduğunu ve bu sebeple Tansuğ’un yazılarını incelediğini anlattı. Abıyeva, incelemeleri sonucunda Tansuğ’un yazılarında cinsiyetçi bir dilin öne çıktığını belirtti ve bu durumu destekleyen bir örnek sunarak Sezer Tansuğ’un kadın sanatçılar hakkında yazdığı şu ifadeleri alıntıladı: “Kanımca bütün sorun, kadın sanatçıların salt bir hatırı sayılma, taassubun hışımından büyük çabalar harcamadan kurtulmuş olma gibi kolay ve güvenlik ortamında sorumsuz ve romantik bir keyif dünyasına alet olmalarıdır. Sanat ortamının sorumlu, kaygılı ciddiyetini çeşitli ellerde, gazete satıcılığının dolambaçlı yollarında laçka edilmesinde, bu ipsiz sapsız kadın sanatçının büyük ölçüde payı vardır.”
Abıyeva, bu tür ifadelerin sanat eleştirisinde ayrımcı ve dışlayıcı bir üslubun örneği olduğunu ve bu tarz bir eleştiri dilinin bugün hala referans alınmasının sorgulanması gerektiğini vurguladı. Eleştirinin, yapıcı ve kapsayıcı bir dille yeniden tanımlanması gerektiğine işaret ederek, ayrımcı bir üslubun eleştiri kültüründe ne denli yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini hatırlattı. Eleştirinin yalnızca keskin bir dil kullanmakla sınırlı kalmaması gerektiğini, aksine yeni bir dil geliştirme çabasının sanat ortamı için büyük önem taşıdığını ifade etti.
Sanatçı ve sanat yazarı Oğulcan Yiğit Özdemir, sanat üzerine düşünmeye ve yazmaya başlamasının, sanat yapma süreciyle iç içe geliştiğini ifade etti. Ürettiği işleri anlamaya yönelik çabalarının, yazma ve eleştiri sürecini başlattığını belirtti. Eleştirinin, yalnızca yargıda bulunmakla sınırlı olmayan, çok katmanlı bir düşünce biçimi olduğuna değinen Özdemir, analiz, tarihsel bağlam, semiyoloji, psikanaliz ve Marksizm gibi yöntemlerle eleştirinin farklı boyutlarda gelişebileceğini söyledi. Eleştirinin, sanatçının yapmak istediği şey ile yaptığı şey arasındaki boşlukta şekillendiğini dile getirerek, bu sürecin eserle, sanatçıyla veya tarihsel bağlamla ilişkilendirilerek zenginleştirilebileceğini ekledi. Özdemir, günümüzde kısa metinlerin yaygınlaşmasının, eleştirinin derinliğini etkileyebileceğini de hatırlattı.
Eleştirinin üslubu konusuna da değinen Özdemir, bugünün sorununun Sezer Tansuğ gibi ayrımcı ve kişisel kaygılara dayalı bir dil değil, otosansüre varan bir üslup kaygısı olduğunu vurguladı. İlişkileri zedelememe adına eleştirinin geri çekilmesinin, kendisinin de deneyimlediği bir durum olduğunu belirtti. Gelecekten bugüne bakıldığında, bugün göz ardı edilenlerin değer kazanabileceğini ifade ederek, yazarken bu bilinçle hareket edilmesi gerektiğini söyledi. Toplumsal yaşantıda şiddet veya ayrımcılık gibi olguların yeniden üretildiğini görmenin, sanat eserlerini toplumsal bağlamda incelemenin önemini artırdığını vurguladı. Eleştirinin dili ve politikası arasında bir bütünlük sağlanması gerektiğini söyleyen Özdemir, toplumsal bağlamı gözeten bir eleştiri anlayışının berrak ve anlamlı bir üslup geliştirebileceğini ifade etti.
Moderatör Sinan Eren Erk, Sezer Tansuğ’un dilinin bugün de eleştiri alanında devam eden bir sorun olduğunu vurgulayarak, bu meselenin henüz çözümlenmediğine dikkat çekti. Eleştiriyi kimin ağzından duyduğumuzun ve hangi seslerin daha fazla duyulduğunun önemli olduğunu belirten Erk, Sezer Tansuğ örneğindeki asıl problemin, onun söylediklerinden çok, bu söylemin talep edilme biçimi ve farklı seslerin yeterince duyulmaması olduğunu ifade etti.
Önceki oturumun moderatörü Emre Erbirer, dönemin üretim dilini ve içeriğini o döneme ait bağlamda değerlendirmenin önemli olduğunu ancak bugünden geçmişe bakarken hala “o dönem öyle oluyordu işte zaten öyle kabul edelim” bakış açısının yaygın olduğunu vurguladı. Bu yaklaşımın, geçmişteki hatalı bakış açılarını sürekli üreten ve çarkın dönmesini sağlayan kişileri beslediğini belirtti. Erbirer, özellikle “bro” kültürü ve abilik üzerinden işleyen bu üslubu eleştirerek, Taviloğlu koleksiyonu sergisindeki metinleri incelediğinde, etrafındaki erkeklerin yönlendirdiği bir koleksiyon yapısının ve serginin içeriğinin bu durumu ortaya koyduğunu ifade etti. Bu bağlamda, geçmişi değerlendirmenin yanı sıra “bugün bunu nasıl ele alıyoruz” sorusunun da önemli olduğunu ekledi.
Oturumun ikinci bölümünde Sinan Eren Erk, bugün eleştirinin özgürleştirici mi yoksa hegemonik yapıya hizmet eden bir araç mı olduğuna dair sorular ortaya attı. Bugün eleştirinin yeteri kadar çok boyutlu olmadığını ve hegemonik yapıya daha çok hitap edebileceğini belirtti. Erk, karşı eleştirinin göz ardı edilen bir noktaya dönüşmüş gibi göründüğünü ifade etti ve geçmişe kıyasla bu konuda gözlemlenen değişimlere dikkat çekti.
Sanat eleştirmeni Evrim Altuğ, eleştirinin başlangıcının tercihlerle şekillendiğini belirterek, eleştirinin sesli bir altyazı olarak yapılabileceğini ve bunun hem olumlu hem de olumsuz ifadeler taşıyabileceğini ifade etti. Eleştirinin en büyük engelinin sanatçının kendisi olduğunu ve sanatçının narsisizminden kaynaklanan zorlukları vurguladı. Altuğ, eleştiriyi kamusallaştırma ve toplumsal bir duruş olarak tanımlayarak, eleştirmenin sadece belirli bir zümreye hitap etmemesi gerektiğini savundu. Eleştiriyi terapik bir söyleşi olarak gördüğünü ve sanatçının müdahalesinin olmadığı bir alan olarak değerlendirdi. Ayrıca, eleştirinin uzunluğu, başlığı ve sıfatlar gibi detaylarla da bağlantılı olarak, eleştirmenin daha geniş bir perspektife sahip olması gerektiğini vurguladı.
Fırat Yusuf Yılmaz, eleştirinin üslubunun sadece teknik değil, sosyal karşılıkları olan bir mesele olduğunu vurguladı. Tarafsızlık ve nötr bir yaklaşımın, güç dinamiklerini tekrarlayarak zarar verebileceğini belirtti. Eleştirinin empatik bir kalkan gibi olması gerektiğini, ancak bu kalkanın kimin korunduğu sorusunun önemli olduğunu söyledi. Ayrıca, eleştirinin ertesi gününde, kurumu eleştiren kişinin veya kurumdaki bireylerin iş yükünün nasıl değiştiği sorusunun kritik olduğunu, eleştirinin sosyal dinamiklere göre şekillendirilmesinin gerektiğini ifade etti.
Evrim Altuğ şöyle konuştu: “Türkiye’de güncel sanat, izah ve mizahı çok ciddi bir şekilde yan yana getiriyor; Karagöz Hacivat duygusuna sahip. Fakat bu da çok hatalı bir şekilde sadece Kürt kardeşlerimize atfediliyor. Kürt güncel sanatı mutlaka güldürecek ama aynı zamanda ağlatacak, tam arabesk müzik gibi. Şimdi bu çok yanlış bir kere onları azınlıklaştıran, onları tam da maddeleştiren ve yurt dışına pazarlayan bir şey ve çok tehlikeli. Bunu Ermeni kültüründe de görüyoruz, çok üzülerek söylüyorum bütün azınlıklarda da görüyoruz. Mesela Venedik Bienali’nde gördük. ‘Hepimiz azınlığız.’ Hadi ya! Baktık, pavyonların hepsi türbe gibi. Herkes günah çıkarmaya çalışıyor ama bunu yaparken de çok ciddi bir pazarlama var. Kimse bunu kabullenmek istemiyor. Ai Weiwei’yi görüyoruz, Baselitz’i görüyoruz. Herkes kendi geçmişinin ekmeğini yiyor, kusura bakmayın.”
Emre Erbirer, Fırat Yusuf Yılmaz’ın bahsettiği “ertesi gün” ve “ertesi günü kime ne oluyor” konusunu eleştirinin otosansürle ilişkili olduğunu belirterek, “Ertesi gün kime veya hangi kuruma ne zarar geleceğini düşündüğümde o zaman otosansür yapmış oluyorum” dedi. Eleştirinin, karar vericilerin verdiği karara bağlı olarak değil, her zaman sistemin içine dahil olmuş bir denetim süreci olarak ele alınması gerektiğini savundu. Ayrıca, araştırma eksikliğinin önemine dikkat çekerek, padişah zihniyetine karşı durarak daha evrensel ve şeffaf bir sistemin kurulması gerektiğini söyledi. Milliyet Sanat’ın eleştirilmesi ve “onu yapmadı ama bunu yaptı” yaklaşımının ise geçerli bir savunma olmadığını belirtti, her iki durumu bir arada tartışmanın önemli olduğunu vurguladı.
Erbirer, yayın yaparken kendi bakış açısını nasıl şekillendireceğine dair sorularla da yüzleştiğini söyledi. Objektiflik ve tarafsızlık arasında bir denge kurmanın, yayıncılar için etik sorulara yol açabileceğini ifade etti. Kurumları sorgulamanın insanları sorgulamaktan daha önemli olduğunu belirterek, eleştirilerin insan yerine kurumlara yönelik olması gerektiğini savundu. Bireysel ilişkilerde empati ve anlayışlı bir tutum geliştirilmesi gerektiğini ve bunun kurumlar üzerinden de geçebileceğini düşündüğünü ifade etti.
Şebnem Kırmacı, Türkiye’deki kültür ve sanat alanında yaşanan zorlukları ve eleştiri metinlerinin çok az sayıda zevkli ve etkileyici olduğunu belirtti. Kırmacı, bu durumun kültürel bir problem olduğunu ve içselleştirmenin zor olduğunu vurguladı. Türkiye’deki ekonomik kriz ve sansürün kültür-sanat alanında çalışanları olumsuz etkilediğine dikkat çekerken, yazarlık gibi entelektüel işlerin düşük teliflerle yapılmasının bu alandaki gelişmeyi engellediğini ifade etti. Ayrıca, kültür sanat üreticilerinin, yatırımcıları Hollandalılar olmasaydı ArtDog’un çoktan kapanmış olacağını belirterek, Türkiye’deki iş adamlarının ve sanayicilerin kültür-sanat alanına daha fazla yatırım yapması gerektiğini düşündüğünü söyledi.
Oturumun sonunda, Argonotlar’ın kurucu yayın yönetmeni Kültigin Kağan Akbulut, Bor Sanat ile birlikte, genç sanat yazarlarına yönelik yürütecekleri yeni bir projeyi duyurdu. Bu proje, özellikle kariyerlerinin başındaki veya orta aşamada bulunan sanat yazarlarını desteklemeyi hedefliyor. Geçen yıl Bor Sanat’ın Argonotlar Almanak 2023’e yönelik desteğiyle başlatılan işbirliği, şimdi daha da genişleyerek bir yıl boyunca beş yazara beşer yazı desteği sunmayı planlıyor. Proje ilerledikçe, genç yazarların gelişimlerine katkı sağlayacak farklı fırsatlar yaratılacak ve belki de bu destek başka şekillerde devam edebilecek. Akbulut, bu sürecin henüz deneme aşamasında olduğunu, ancak gelecekte yeni yazarların projeye dahil olabileceğini, açık çağrılarla yeni işbirliklerinin ve etkinliklerin yapılabileceğini ifade etti. Bu girişim, sanat dünyasında sesini duyurmak isteyen genç yazarlara önemli bir fırsat sunarak, onların kariyer yolculuklarına katkı sağlamak için tasarlandı.