İnşa ettiğimiz peyzajlar, gerçek (bahçelerimiz) ya da kurgusal (hayallerimiz) olsun, bizim söz oyunlarımızın izlediği aynı yolu izler.
Anne Cauquelin, Peyzajın İcadı, Dost Yayınevi, s. 78.
Quick Art Space’in ilk sergisini binanın mimari özelliklerinden ve konumlanma biçiminden yola çıkarak kurguladım. Geçtiğimiz Nisan ayında Quick Tower’a ilk geldiğimde hem binayı hem de çevresiyle kurduğu ilişkiyi etkileyici bulmuştum. Devasa pencereli lobinin döner kapısından girip çıkan köpekler, binanın çevresindeki yemyeşil, canlı ağaçlar, ağaçlara tüneyen kargalar, içeride uyuyan kediler, buranın insan olmayan canlılar için de bir yaşam alanı olduğunu göstermişti. Viyana’da yaşayan mimar Gerhard Feldmeyer’in tasarladığı, Kozyatağı’nın kalbinde yer alan, her gün binlerce ziyaretçinin vakit geçirdiği ya da gelip geçtiği Quick Tower’ın davetkâr ve kucaklayıcı atmosferi burada beyaz küp deneyiminin ötesinde “beklenmedik sergiler” yapabileceğime beni hemen ikna etti.
Peki, ağaçlandırılan, yeşillendirilen ve dönüştürülen bir mekân olarak buranın “doğal” bir yaşam alanı olduğunu bana düşündüren neydi? Doğa deyince zihnimizde belirenler yalnızca balta girmemiş ormanlar ya da uçsuz bucaksız denizler mi? İnsan eliyle doğru şekilde müdahalede bulunulan, şifalandırılan şehir alanları doğayla ilişkimizi güçlendirebilir mi? Doğa-kültür, insan-hayvan, kadın-erkek, zihin-beden, iş-ev gibi ikili karşıtlıkların dışına ne kadar çıkabiliriz?
Mekânın tanımlandığı, parsellendiği, kategorize edildiği modern şehirlerin yükselişiyle birlikte peyzaj ve manzara kavramları icat edildi. Yapıntı kelime anlamıyla “hayal gücüyle yapılmış şey” demek. Bilge Karasu’nun Ne Kitapsız Ne Kedisiz kitabını okurken bu kelime ve ima ettikleri üzerine düşünmeye başladım. Karasu kitapta yer alan “İmge Üretiminde Roman Hâlâ İlk Sırada” adlı yazısında şöyle diyordu:
Öyle sanıyorum ki yaşamımız, sürekli yapıntı-üretimidir. Sürekli olarak bir yapıntı içinde yaşıyoruz ya da, her yaşadığımız (önemli ya da önemsiz, ağır ya da hafif, güçlü ya da silik bir öğe hâlinde) “yaşamımız” dediğimiz yapıntıyı oluşturuyor. Bu büyük yapıntının öğeleri de daha sınırlı, daha küçük yapıntılar. Kabaca söylendikte, “gerçeklik” adı verilen şey yok mu demek istiyorum? Hayır. “Gerçeklik” adı verilen şeyi ancak birtakım yapıntıların yardımı, aracılığı, varoluşturuluşu algılıyor, kavrıyor, anlamlandırıyor, düşünüyor, anlıyoruz demek istiyorum. Bu yapıntılara, imge adını veriyorum.
Bilge Karasu, Ne Kitapsız ne Kedisiz, Metis Yayınevi, s.17.
Yapıntı Doğa bir anlamda Uras Kızıl ile Summart’ta küratörlüğünü yaptığımız Gerçekte Olmayan Şeylerin Zihinsel Tahayyülleri (2021) sergisinin bir devamı. Özlem Şahinler’in “Ben Sizsiniz” adlı çalışması iki sergiyi organik olarak bağlıyor. Şahinler birbirine bağımlı çoklu türlerin mekânı, ev sahibi ve parazit yapan sakinleri arasındaki bir mikro ekosistem olarak düşündüğü saçlarından yola çıkarak kendi saç tellerinden türeyen bir canlı sisteminin farklı formlardaki var oluş biçimlerini ortaya koyar. Dolayısıyla “ben” olarak düşündüğümüz şeyin aslında “biz” olduğunu vurgular. Kendine özgü formlardaki bu varlıklar ortak bir öz barındıran kimlikleriyle anonim bir coğrafyada nefes almaya çalışırlar. Farklı canlı anatomilerinin “tek bir özden var olup tek bir öze dönüşme” sürecini tahayyül eden bu çalışma değişen ve dönüşen canlıların bir bütün olduğunu hatırlatır.
Nazan Azeri sergide “Unutulmuş Zaman ve Şimdi” serisinden altı resim ile yer alıyor. Sanatçının el yapımı kâğıt üzerine mavi ve kırmızı akrilik mürekkebiyle yaptığı, ilk örneklerine 2021 yazında Ayvalık’ta başladığı bu seri, doğa-kültür ikiliğine bir başkaldırı olarak okunabilir. Kültür (eril) ve doğa (dişil) karşıtlığıyla kurgulanmış eşitsizlik üreten sistemleri sorgulayan Azeri’nin resimlerindeki mavi renk Uzak Doğu’dan Anadolu’ya, Topkapı Sarayı Sünnet Odası çinilerinden Mısır’ın Antik dönem resimlerine kadar çeşitli referanslar içerir. Azeri sanat tarihinde yer alan yapıtlarda, mavi ve kırmızı renklerin içerdiği sembolik anlamları “oyunbozan” bir üslupla yeniden ele alır. “Unutulmuş Zaman ve Şimdi” serisi Yves Klein’in çıplak kadınları, patentini aldığı Klein mavisine boyayıp fırça gibi kullandığı resimleri ya da Leonardo da Vinci’nin erkek insanı dünyanın merkezine koyan “Vitrivius Adamı” çizimini akla getirir. Azeri’nin bu serisi erkek sanatçıların yaptığı/yazdığı sanat tarihi kanonuna sessiz bir feminist yanıt niteliğindedir.
Gülçin Aksoy “yapıntı doğa” ifadesini sıklıkla kullanan bir sanatçı olarak, sergi için “Reticulus volvulus” adlı yeni bir iş üretti. Aksoy’a göre sanat işi yapıntıdır. Daha doğrusu insan-doğa ayrımından yola çıkışla “doğal olmayan” olarak adlandırılan, yani insan tarafından üretilen, doğaya eklenendir. Böylesi bir akıl yürütme insan-doğa ayrımının dışından konuşur ve sanat işi ya da insan bu dünyanın ve evrenin bir parçası olarak var olur. Bu durumda “yapıp etmelerimize” doğaya eklenen doğalar olarak yaklaşabiliriz. Dolayısıyla Aksoy insanın ürettiği doğayla ilgilenir. Bir ağaç temsili gibi görünen şey ortak imgelemde ağaçtır, fakat altında oturabileceğimiz bir ağaç değildir. Keza dokunmuş olan bir ağaç imgelemi de. Demek ki böyle bir ağacı üretmek, dağıtmak, piksellerine ayırmak doğanın dışında bir eylem değildir. Aksoy “Reticulus volvulus” ile yani uydurduğu bir kelime oyunuyla Latince tıp terimlerine gönderme yapar. Biri dokuma, diğeri üst üste yığılarak “doğal malzemelerle” üretilmiş bu diptik iş binlerce yıldır doğadan ayırdığımız insanlık hâlinin yazılı göstergelerini kullanarak kültürün dönüştürdüğü, fakat kendisi de dönüşen bir dünyaya işaret eder. Yazılanlar, çizilenler, buruşturulanlar… Kâğıtla hemhâl olarak dönüşüyorlar. İplikler birbirlerine dolaşıveriyor. Biraz karışık fakat çekici bir dünyaya bulaşıyor gibiler.
Seçil Büyükkan’ın “Kökleri Topraktan Uzak” serisi kapsamında ürettiği ve ilk olarak Atatürk Kültür Merkezi’nde sergilenen işi, yaşam kaynağı olan topraktan ayrılmış ve tek başına devasa bir şekilde karşımıza dikilmektedir. Büyük ve yüce bir katedral gibi dikey duran bu iş Büyükkan’ın linol kalıplar ve tek elle basarak yaptığı, böylece baskı tekniklerinin sınırlarını da zorladığı bir iş olarak baskı tarihimizdeki yerini almıştır. Hem Quick Tower’ın etrafındaki ağaçlarla hem de Gülçin Aksoy’un işiyle diyalog içinde olan “Kökleri Topraktan Uzak” gerçek ve hayal gücü kavramlarının iç içe geçtiğini düşündürüyor ve “resimsel temsil” meselesini sorgulamamıza olanak sağlıyor.
Ekin Saçlıoğlu’nun daha önce artSümer’de Parçalı sergisinde gösterilen, tüm çocukluğunun geçtiği kanepenin ahşap iskeletini dönüştürerek yaptığı “Çocukluk” adlı işi sergiyi güçlendiren bir başka heykel/iş. Saçlıoğlu özellikle pandemi döneminde mütemadiyen evde zaman geçirirken evimizi donatan cansız nesnelerle iç içe geçtiğimizi, birbirimizin birer parçası hâline geldiğimizi düşünerek mobilyaları heykelleştirmeye başlar. Ahşap iskelet üzerinde çizgisel hareketler yapan renkli parçalar Datça’da yer alan Palamutbükü sahiline lodosla vuran ılgın ağacı kökleridir. Atık strafordan yeşil formu müdahale etmeden iskeletin üzerine yerleştirir. Kanepenin üst kısmı ufuk çizgisini, yapıtın tamamı ise gökyüzü ve denizden oluşan panoramik bir manzarayı akla getiren bu çalışma Yapıntı Doğa sergisi vesilesiyle Saçlıoğlu’nun çocukluğunun geçtiği Kozyatağı semtine geri döner. Bir manzaraya baktığımızda onu yalnızca gördüklerimiz üzerinden mi yorumlarız, yoksa manzara belleğimizden ya da otobiyografik anlatılarımızdan etkilenen bir “şey” midir?
Sergide triptik bir video enstalasyon olarak yerini alan, Ahmet Rüstem Ekici ve Hakan Sorar’ın ortak çalışması “Theatrum Mundi” dünyanın bir sahne olduğu fikrinden esinlenir. Bu etkileşimli deneyim giriş, gelişme ve sonuç aşamalarıyla üç ekran üzerinden sunularak izleyiciyi deneyimin bir parçası kılar; onu bir “deneyimci”ye dönüştürür. Bu sahne tek bir açı veya perspektifle sınırlanmadan tasarlanır ve deneyimciye manzarayı kendi tercih ettiği açılardan gözlemleme, ses, renk ve hava koşullarını değiştirme fırsatı sunar. Bu deneyim kontrol mekanizmalarını ve kişisel özgürlüğün sınırlarını düşünmeye teşvik eder. Sanal ve doğal dünya ayrımının belirsizleştiği bu yapay sahnede izleyici şehir ve bedenin izlerini çevresel ilişkilere odaklanarak yönetmen, set tasarımcısı ve ışık teknisyeni gibi roller üstlenir. Deneyimci, panelde bulunan yirmiden fazla kontrol düğmesi ve varyasyonlarıyla manzarayı şekillendirme yetkisine sahiptir. Bu yapıt doğa, yıkım ve bedenin çevresel ilişkilerini sorgulayarak deneyimciye çoklu bakış açısı sunar. “Theatrum Mundi” tek bir perspektifle sınırlı olmayan bir sahne kurarak görüntünün ve merkezin doğasını sorgular.
Yapıntı Doğa sergisine eserleriyle katkıda bulunan sanatçıların hepsi Quick Tower’ı ziyaret etti. Kimiyle lobide kimiyle ağaçların gölgesinde oturarak çay kahve içtik. Bazılarıyla Fatih Sultan Mehmet Hastanesi’nin korusunda yürüdük, kedileri sevdik. Kimiyle de meydanda oturup binanın kedi köpeklerini izleyerek bir sessizliği paylaştık. Eminim ki birbirinden farklı sanat pratiklerini benimseyen yedi sanatçının ortaya koyduğu Yapıntı Doğa sergisine birlikte deneyimlediğimiz, gündelik yaşamımızın eşsiz sıradanlıkları da sızmıştır.