Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri

‘Yeni düzen’den şeffaflık istemek çok mu naif bir düşünce?

Fulya Baran, Olağanüstü Hallerde Kent, Kültür Mirası ve Katılım yazı dizisi kapsamında pandemi sürecinde yaşanan tartışmaları değerlendirdi.

Tarihi, estetik, bilimsel ve sosyal değerler barındıran kentsel kültürel miras alanları, bazen uluslararası kurumların da desteğini alarak, ulusal düzeyde yukarıdan gelen politik yaklaşımın bir uzantısı olarak korunurken; bazen de sivil alanın hak mücadelesine rağmen çoğunlukla siyasi ve ekonomik çıkarlar doğrultusunda yok ediliyor. Miras yönetiminde katılımın amacıysa bu değerlerin korunması ve yaşatılmasına ilişkin uluslararası kurumları, merkezi ve yerel kamu kurumlarını, özel sektörü ve sivil alanı içerdiği çeşitli aktörlerle bir araya getirerek diyalog yaratmak. Bu diyalogu da tek yönlü bir ‘haber verme’ eyleminden çıkarıp tabanı karar verme aşamasında sürece dahil ederek sürdürülebilir ve kalkınmacı bir yönetim modeli oluşturabilmek. Katılımın demokratik bir araç olarak işlevini gerçekleştirebilmesi içinse en önemli gerekliliklerin başında aktörler arasında bilgi aktarımı ve karar verme yetkisini elinde tutan kurumların işleyişinde şeffaflık ilkesinin uygulanması geliyor.

Geçtiğimiz bir ay içerisinde, dünyada ve Türkiye’de kent ve kültürel miras alanında pek çok gelişme yaşandı, alanın öncü aktörleri tarafından salgına yönelik adımlar atıldı ve tedbirler alındı. Fakat bu adımlara geçmeden önce, İstanbul’un kentsel kültür mirasının yönetiminden sorumlu kurumlar ve katılımcı mekanizmaların salgın öncesindeki ‘normal’ süreçte ne ölçüde işlediğine bakmakta fayda görüyorum. Ardından salgın süreciyle birlikte daha da önem kazanan, katılımın en öncelikli şartlarından olan şeffaflık olgusuna dair bir sorgulama yapalım istiyorum. 

UNESCO – Dünya Mirası Haritası Kaynak: unesco.org.jpg

UNESCO’nun ilk olarak 13 Nisan’da yayınladığı ve her hafta güncellediği haritaya göre Dünya Miras Listesi’nin %90’ı virüsün yayılmasını önlemek üzere tamamen veya kısmen ziyarete kapandı. Topkapı Sarayı, Ayasofya, İstanbul Arkeoloji Müzeleri gibi tarihi yapılarıyla Sultanahmet Kentsel Arkeolojik alanı; geleneksel Osmanlı evleriyle Süleymaniye Camii ve çevresi; Doğu Roma döneminden kalan Pantokrator Manastırı Kilisesi adıyla da bilinen Zeyrek Camii ve çevresi, ‘İstanbul’un tarihi alanları’ başlığıyla 1985’ten beri bu listede anılıyor.

UNESCO ‘Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunması Sözleşmesi’ne taraf devletlerden biri olarak Türkiye, bu sözleşmenin bir gerekliliği olan katılımcı ve bütüncül yaklaşımı sağlamak adına tarihi alanların yönetimine ilişkin birtakım yasal düzenlemeler yaptı. Bunlardan biri 2005’te yayınlanan yönetmelikle İstanbul Sit Alanları Alan Yönetimi Başkanlığı’nın kurulmasıydı. UNESCO, yine bu sözleşme gereğince, Dünya Miras Listesi’ne aday gösterilecek olan alanların bir alan yönetimi planı bulunmasını zorunlu hale getirdiğinden 2011’de İstanbul’un tarihi alanlarının yönetimine ilişkin İstanbul Tarihi Yarımada Yönetim Planı hazırlandı ve uygulamaya kondu. Aradan geçen beş senelik uygulama sürecinin ardından tekrar hazırlıklara başlandı ve 2018’de bu yönetim planının ilk revizyonu yayınlandı. Alan başkanlığının görevi, uygulama sürecinde uygulamadan sorumlu kurum ve kuruluşların koordinasyon içinde olmasını ve bu kurumlar arasında eşgüdümü sağlamak olarak tanımlanıyor. Kamu tarafında İstanbul’un tarihi alanlarında uygulamadan sorumlu kurumların başında merkezde Kültür ve Turizm Bakanlığı, yereldeyse İstanbul Büyükşehir Belediyesi geliyor. Planda ayrıca uygulama süreci ve araçlarının bir parçası olarak listelenen sivil toplum kuruluşları var. Bu kuruluşlar şöyle sıralanıyor: Tarihi Kentler Birliği, ÇEKÜL Vakfı, TURİNG Kurumu, TAÇ Vakfı, İnsan Yerleşimleri Derneği, Arkeologlar Derneği, Ulusal Ahşap Birliği, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı, Dayanışmacı Atölye, KUMİD, İKSV, Tarih Vakfı, Bilim ve Sanat Vakfı.

STK’ların, katılımcı süreçleri gerçekleştirmek adına taban ve tavan arasında iletişimi kolaylaştırmaya yönelik kritik bir rol üstlenmeleri gerekiyor. İşte bu önemli rolü ne ölçüde oynayabildiklerini anlamak adına yönetim planının uygulamada olduğu 2011 ve 2018 yılları arasında İstanbul’un tarihi alanlarındaki katılımcı pratikleri tez çalışması kapsamında STK’lar ile görüşerek incelemeye çalışmıştım. Akademik araştırmaya dayanan aşağıdaki değerlendirmeyi Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi yüksek lisans programında hazırladığım “Kentsel Kültürel Mirasın Yönetiminde Sivil Toplum Kuruluşlarının Rolü: İstanbul Tarihi Yarımada Örneği” başlıklı tez çalışmasından referansla aktarıyorum.

2018 İstanbul Tarihi Yarımada Yönetim Planı Kapak Görseli – Kaynak alanbaskanligi.gov.tr.jpg

İstanbul’un Tarihi Alanlarının Yönetiminde Katılımcı Mekanizmalar

STK temsilcileriyle yaptığım görüşmelere göre bu kurumlar, yönetim planında katılımcı mekanizmalar olarak tanımlanmış odak grup toplantıları, danışma kurulu toplantıları ve çalıştaylar dışında kamu kurumlarıyla temas edebilecekleri bir ortamın olmadığını söylüyor. STK’ların bu mekanizmalara ne ölçüde dahil olduğuna ise yönetim planındaki veriler üzerinden bakabiliriz:

Planın uygulanma sürecinde gerçekleştirilmiş odak grup toplantılarına toplam katılan 151 kurumun sadece 11’i (%7’si) STK. Örneğin “risk yönetimi” başlığındaki toplantılara davet edilen hiç STK yok.

Odak grup toplantılarının ardından gerçekleştirilen çalıştayda katılımcı 63 kurumun sadece 3’ü STK (Bunlar: ÇEKÜL, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı, Turizm Yatırımcıları Derneği). Davet edildikleri odak grup toplantılarının tümüne katılan bir STK temsilcisi ise çalıştaya çağrılmama sebebini bilmediklerini söylüyor.

Danışma kurulu üyelerine baktığımızda bunların sadece %13’ünün (4 kişi) STK temsilcisi olduğunu görüyoruz. Görüştüğüm temsilcilere göre yönetim planı kapsamında oluşturulan danışma kurulunda yer almak, yapılanlardan haberdar olmak adına önemli olsa da, kurul toplantılarında tavandan tabana tek yönlü bir iletişim mevcut. “Toplantılarda dinleyici rolündeyiz, fikir söylesek de bir etkisi yok” diyor bir temsilci.

Planda tanımlanmış 65 eylem var, bu eylemlerin 27’sinin (%42) ilgili aktörler listesinde STK’lar geçiyor. Fakat sadece bir eylemde ismi ve görevi belirlenmiş STK var. Diğer eylemlerde yönetim planının atadığı bir iş, net tanımlanmış bir görev yok. Bu da STK’ların alan yönetim planını rehber bir belge olarak görmemelerine, dolayısıyla proje gerçekleştirirken planı dikkate almamalarına yol açıyor.

Belki daha da önemlisi, planda adı geçen STK’ların çok büyük bir kısmının, zaten İstanbul’un tarihi alanlarına ilişkin herhangi bir çalışma yürütmüyor ya da bundan vazgeçmiş olması. STK’lar bunun sebepleri arasında İstanbul’un bir rant alanı olarak özel sektör ve kamu iş birliğinde kapalı süreçlerle yönetimini ve bu sürece dahil olmanın imkansızlığını gösteriyor. “Anadolu’da yerel ve sivil paydaşları dahil ederek bir proje geliştirmek İstanbul’a göre çok daha mümkün ve karşılığını görebildiğimiz bir çaba.” diyor bir vakıf temsilcisi.

Katılımın önündeki en büyük engellerden biri de nerede, ne zaman, ne yapılacağının bilinmemesi. Bilgi akışının yetersizliği ve aksaklığı. Projelerin uygulanmaya başladıktan sonra, kurumların e-posta kutularına gönderilen mesajlarla bilgilendirilmesi. Bu bilgilendirilme ya da bilgi alma meselesinin sorunlu oluşu, bir araştırmacı olarak sadece alan başkanlığı ve belediye yönetimleri ile değil İKSV ve Tarih Vakfı gibi köklü STK’larla da iletişim kurmaya çalıştığımda karşılaştığım önemli bir engeldi.

Öte yandan, İstanbul’un tarihi alanlarında etkin STK’ları ve katılımcı pratikleri belirlemek üzere yönetim planından uzaklaştığımızda Sulukule’de pek çok dernek ve platformu kültürel miras değerlerini merkeze alarak bir araya getiren “40 Gün 40 Gece” oluşumunu unutmamalı; Fener-Balat-Ayvansaray’da bir mahalle derneği olan FEBAYDER’in ‘Evime Dokunma’ sloganıyla ulusal düzeyde etki yaratarak başarılar elde etmiş kent mücadelesini hafızalarımızda canlı tutmalıyız. Ya da Yedikule Bostanları’nı korumak üzere bir araya gelmiş, yaşam alanlarını kültürel değerler üzerinden korumaya çalışan Yedikule Halkı’nı ve onlarla birlikte yürüyen derneklerin deneyimlerini dinlemeli ve paylaşmalıyız. Bu dernekler içerisinde yönetim planında adı geçen Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi ile İnsan Yerleşimleri Derneği’nin olduğunu da söyleyelim. İstanbul’da tabandan gelen bu katılım talebi, yerel ve kaynakları kısıtlı sivil topluluklar tarafından hayata geçirildi. Avrupa Komisyonu’nun 2018’de yayınladığı, kültürel mirasın yenilikçi yönetişim modellerini tespit etmek üzere yaptığı araştırmaya göre katılım, Avrupa Birliği ülkelerinde çoğunlukla tavandan gelen ve tabanın ilgisini çekmek için kamu kurumlarının çaba harcadığı bir model. Oysa yukarıdaki örnekler, İstanbul’da bunun tam tersi bir atmosferin varlığını gösteriyor. Bu da aslında kentte söz söylemeye mecbur bırakılanların olduğunu göstermenin dışında; kültürel değerler ekseninde insanların bir araya gelebilme ve etki yaratabilme potansiyelinin varlığını kanıtlıyor.

Salgın dönemi

Halihazırda problemli olan kentsel miras alanlarının yönetimine, şimdi salgın döneminde, yukarıda saydığımız çeşitli aktörler ve katılım mekanizmaları üzerinden bakmaya çalışalım. Bakanlık tarafından sanal erişime açılan müzeler, sosyal medya mecralarından yayınlanan performanslar, canlı yayınla müzisyenlerin bir arada çaldığı konserler… Bunlar kültüre erişim için olumlu adımlar fakat katılım için yeterli değil. Örneğin sanal ziyaret edebildiğimiz bu müzelerin içerikleri nasıl belirlendi? Kent müzelerinde öne çıkarılan geleneksel anlatımları kim, hangi kriterlere göre kurguladı? Ya da Türkiye’nin yurtdışına tanıtımı vesilesiyle açılan, Karaköy ve Nişantaşı’nın moda temasıyla anlatıldığı liveturkey.com isimli web sitesinin içeriği nasıl hazırlandı? Türkiye’nin tarihi zenginliklerini ve kültürel çeşitliliğini dünyaya Saffet Emre Tonguç’un rehberliğinde mi anlatmalıyız?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ve katılımı sağlamak üzere yeni yapılanmaya başlamış İstanbul Kent Konseyi’ne bakalım. Yaptıkları çalışmaları takip etmek için ay sonu bültenlerini mi beklemeliyiz? Konseye biz de girebilir miyiz? Nasıl? Evlerde kaldığımız bu süre boyunca İstanbul’un tarihi alanlarında yürütülen projeler için biz de sesimizi duyurabilir miyiz? Bu projeler, henüz fikir aşamasındayken (ki ideal katılımın temelinde bu var) biz de dahil olabilir miyiz?

Öte yandan salgın döneminin sivil örgütlenme ihtiyacı doğurduğuna ve bu ihtiyacın karşılık bulduğuna da tanıklık ediyoruz. Tabanda mahalle örgütlenmeleriyle başlayan, dayanışmacı ruh ve gönüllükle yola çıkmış, salgının doğurduğu zorluklara karşı eyleme geçmek üzere yapılanan bu yeni sivil oluşumlar çözüm üretmeye çalışıyor. 2016’dan bu yana çalışmalarını gönüllü sivillerle sürdüren Dünya Mirası Adalar Girişimi ise, Açık Radyo programları ve sosyal medya kanallarıyla içerik üreterek belediyeyle iş birlikleri kuruyor ve salgın döneminde Adaları kültürel değerlerine de vurgu yaparak korumaya çalışıyor.

Fakat salgının derinleştirdiği ekonomik krizin, önümüzdeki süreçte STK’ları etkileyeceğini de göz ardı edemeyiz. TÜSEV Genel Sekreteri Rana Kotan, Sivil Sayfalar’da yayınlanan röportajında daha küçük, yerel ve kısıtlı kaynaklarla faaliyet gösteren kurumların daha dayanıklı olabileceğini, sivil toplumun kendini duruma adapte edip yeni bir yaklaşım geliştirmek zorunda kalabileceğini söylüyor.

Katılımın ideal düzeyde gerçekleştirilmesi sadece İstanbul için değil dünyanın pek çok kenti için de öğrenmeye devam edilmesi gereken bir pratik. Üstelik, katılımcı yaklaşımla bir kentin tarihi alanlarını yönetmek, kararlı adımlarla kesin ulaşılabilecek ve her kesimin tam fayda sağlayabileceği bir mutlu son da değil. Deneme yanılmanın olduğu, tecrübelerin aktarımıyla öğrenmenin katlanarak ilerleyeceği ve sürekli değişen ihtiyaçlar çerçevesinde kendini güncel tutma mecburiyetinde olan bir süreç. Alanı sürekli eleştiriye açık, tartışmalara sıcak tutmak gerekiyor. Bunun için de merkezi ve yerel kamu kurumlarının bu etkileşime kapı açacak bilgi akışını sağlaması gerekiyor.

Salgın döneminin bize gösterdiği çok önemli bir şey var: İnternet ve dijitalleşmenin sağladığı olanaklar, kamu kurumlarının halkla etkileşime geçmek için kullanabildiği etkin bir alan. Dolayısıyla kamu kurumlarının bu araçları, kalabalığın sosyal medya mecralarında toplandığı şu dönemde tanıtımın da ötesine geçirerek kent ve kültür politikaları alanında bilgi vermek ve katılımı sağlamak üzere kullanmasını da beklemeliyiz.

Tabi bu noktada ister istemez şu soru akla geliyor: Kamu kurumlarının kent sakinlerine bilgi pompalayan, bunu ayırdığı kaynaklarla önceliği haline getiren bir yapıya ulaşmasını beklemek, bu şeffaflığı istemek naiflik mi, yerinde bir yurttaş talebi mi? Bunun cevabını en çok önümüzdeki süreçte salgın sebep gösterilerek yapılan yasal düzenlemeleri izlerken göreceğiz.


Yazı dizisinin diğer bölümlerine aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz:

Fulya Baran’ın kaleme aldığı giriş yazısı Olağanüstü Hallerde Kent, Kültür Mirası ve Katılım

Baran’ın mimar Korhan Gümüş’le yaptığı Bir virüsten düzeni değiştirmesi bekleyemeyiz başlıklı röportaj.

Asu Aksoy’un kaleme aldığı Ekolojik altyapı olarak şehir: Bir post-covid tahayyülü başlıklı yazısı.

Baran’ın kaleme aldığı serinin son yazısı Katılımın ‘Nasıl’ı.

İlginizi Çekebilir

Kütüphane

Herkes Z kuşağını konuşuyor. Peki, Y kuşağı sanat dünyasında nerede?

Söyleşi

Loft Art Project'te gerçekleşen "İçimdeki Şarkılar" vesilesiyle sanatçı Nazan Azeri ve küratör Nergis Abıyeva'yla konuştuk.

Gündem

BASE 2024’ün öne çıkan 10 sanatçısına eğitimlerini, BASE’e katılma sebeplerini, işlerinde hangi konulara, kavramlara odanlandıklarını ve sergideki eserlerini sorduk.

Eleştiri

Yazar Şebnem İşigüzel, Alp İşmen’in Gülden Bostancı Gallery’de gerçekleşen “Aşk İle” sergisini değerlendirdi.