Omnia mutantur, nihil interit.
(Her şey değişir, hiçbir şey yok olmaz.)
OVIDIUS, Dönüşümler, MS 8. yüzyıl
Hava ılık. Gün batmak üzere. Atakule’nin ışıkları yanmış, hemen altında bulunan Birleşik Krallık Ankara Büyükelçiliği’ni sarıyor. “Yeryüzünde Minör Titreşimler” sergisinin bir bölümünü ağırlayan büyükelçilik rezidansında henüz içeride Burçak Bingöl’ün yerleştirmesinden habersiz, içinden yürüdüğümüz bahçenin hakikatiyle karşılanıyoruz. Sanatçının Tate St. Ives’ta aynı isimli son solo sergisinin uyarlaması olan ve 7 Ekim-18 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen serginin ana yerleştirmesi ise Ka‘da izleniyor.
Davetlilerin kalabalığı arasına karışmadan önce merdivenlerden çıkarken yaklaşık iki metrelik seramik bir yerleştirme Avatar’ı görüyoruz, yönünü aşağıya doğru çevirmiş öylece duruyor. İşin tam adı ise Avatar St Ives Kök: B’nin Hakedilmiş Krallığı. Burçak’ın büyükelçilik rezidansına, mekâna özel ürettiği bu yerleştirme; St. Tate St. Ives Porthmeor Stüdyoları’nda geçirdiği dönemden izler taşıyor. Bir bahçe gibi karşılıyor bizi, sanatçının kendi bedeninin gölgesine yerleşen bitkilerle birlikte. Bu bitkiler, St. Ives florasının parçaları, aralarında Japon kamelyası, İspanyol sümbülü ve Çin altın ipliği var. Sanatçının, bu bitkileri bizzat toplayarak imajlarını seramik yüzeye aktardığını öğreniyoruz yapıtın künyesinden. Sınırı olmayan bir yer: doğa. Uluslararası bir yolculukla karşımıza çıkıyor burada, bu flora. Bingöl, farklı coğrafyaların birbirinden farklı zamanlarını, malzemenin yanı sıra kullandığı imgeler ve Barbara Hepworth’ün metinlerini doğrudan yüzeye aktardığı dil aracılığıyla birbirine bağlıyor.
Sanatçı, 20. yüzyıl sanatının akıllara kazınan ismi heykeltıraş Barbara Hepworth’ün şimdi müze olan Trewyndeki Stüdyosu’ndan, stüdyonun bahçesinden tanıklıklarını taşıyor kil vasıtasıyla. Geçmiş ile gelecek arasındaki bağlantının kaydını tutuyor malzeme, tıpkı yerin (toprağın) kendisi gibi. Yer’in hakikati Küçük Prens’in gezegenindekinden farklı artık. Biricik olanın biricikliği toprağın yer’ini sorgulatmaz mı? Biricik olan yer’e değil daha çok insana dair mi oluyor bu durumda?
Yerle ilişkilenme biçimimiz dünyaya yerleşme serüvenimiz ile eşgüdümlü gidiyor. Dünya ile buluştuğumuz an’dan (diğer bir deyişle atmosfere atıldığımız an’dan) bu yana yere basmak ile ilgilendik hep. Yerleşmek, yerlileşmek, yerelleşmek, yersizlik, yerinden edilme hepsi yeryüzüne dair; dahası köklenmek üzerine yapılan hamleleri içeriyor. Bireysel ve toplumsal hafızanın kaydında yer’e dair çok şey var. Bunun yanı sıra yer’in kendi hafızası var toprakta. Ve yer’in hafızasının coğrafi, siyasal, sosyolojik katmanları var. Toprakla etkileşimimiz bu katmanları oluştururken zamanın doğrusal olmayan akışı bir döngü kuruyor. Canlı ve cansız tüm doğa parçaları döngüye eşlik ediyor.
Peki, bitkilerin yaşamı? Orada yerle kurulan ilişki, biz ayaklılarınkinden farklı bağlanma biçimi ve yaşam pratikleri bakımından. Bitkilerin yaşamsal dinamiklerinde çift yönlü bir akış var. Yerden atmosfere ve yerden anakayaya doğru, iki karşıt yön. Bu karşıtlık yaşama dair bir aynalama sağlarken beraberinde direnci de getiriyor. Bitkilerin hava ve toprakla ilişkisi, iki farklı yaşamı sürdürmek gibi. Hava ve ışıkla temas eden kısım bizim bildiğimiz dünyanın, diğer kısmı ise toprağın dünyasının içine doğru yol alıyor. Yolculuk esnasında karşılaştıkları her an ve durum kendi içinde bir oluş barındırıyor. İçinde yaşadığımız dünyayı kavrayan ve kapsayan olarak yaşam akışımızda var olan atmosfer ise bitkilerde içeren ve içerilen olarak yer buluyor kendine.
Bu akıştaki iki yönlü hareketi sekteye uğratmak çok kolay değil. Dünyayı anlamak için merkeze bitkileri koyan Coccia’nın onlarla ilgili söyledikleri geliyor burada aklıma: “İnsanlık dünyası karşısında sarsılmaz bir kayıtsızlık hali içindedirler; halkların kültürü, krallıkların ve çağların yer değiştirmesi onları etkilemez.”[1] Her ne kadar kayıtsız olsalar da dönüşümün eşlikçisi oluyorlar her defasında ama tabii ki insan müdahalesiyle. Yer’in bu cüretkârlığı ve direnci dönüşümün taşlarını döşüyor yollara. Burada bireysel ve toplumsal hafızanın yolları birbiriyle dolayısıyla da yerle kesişiyor.
Burçak Bingöl’ün Ka’da görülebilecek olan Yeryüzünde Minör Titreşimler sergisinden görünüm. Fotoğraf: Cemil Batur Gökçeer
Şehrin en yüksek tepelerinden birinde, yer’den uzaklaştığımız ve gökyüzüne bu kadar yaklaştığımız bir lokasyonda Avatar’ı geride bırakarak kalan merdivenleri çıkıp kalabalığa karışıyoruz. Ev sahibi, British Council, Birleşik Krallık’ın kültürel ilişkiler ve eğitim olanaklarından sorumlu kuruluşu. 1940 yılından bu yana Türkiye’de faaliyetlerini aktif olarak yürütüyor. Karşılıklı olarak iki ülke arasında kültür-sanat ilişkilerini ve etkileşimini görünür kılan kuruluşun Türkiye direktörü sevgili Gill Caldicot ve Birleşik Krallık Türkiye Büyükelçisi Jill Morris’in oldukça sıcak karşılamasının eşliğinde rezidansta yer alan diğer işleri izliyoruz.
Tate St Ives Porthmeor Stüdyoları’nda yaklaşık bir ay geçiren Bingöl, bu süreçte temas ettiği birçok yere dair görsel bir arşiv de kuruyor. Bu arşivini bir video aracılığıyla görüyoruz sergide. Parçalanmış zamanların bütünleşmiş görüntüsü olan bu video, Burçak Bingöl ve Nazlı Erdemirel’in çekmiş olduğu görüntülerden oluşuyor. Bize sanatçının oradaki gündelik yaşamına dair ipuçları verirken hareketli görüntünün zamanı dönüştürme ve izlendiği anla eşleştirme hali mekânsal olanı nötrlüyor.
Diplomatik bir kurum olmanın ötesine geçen British Council Türkiye ofisi, özellikle Sanat Bölümü olarak kültür-sanat alanındaki ortaklarıyla doğrudan alanın içinde yer alıyor. Erişilebilirlik, kapsayıcılık ve çeşitlilik kavramlarını projelerinde öncelerken Türkiye’nin kültürel ve yaratıcı sektörüne katkıda bulunmak için sanatla kurduğu teması bu çerçevede genişletiyor. Bu kapsamdaki en güncel odaklarından birisi WOW – Dünya Kadınlar Festivali‘nin Türkiye ayağı ve Yaratıcı işbirlikleri için hibe programı. İki ülkedeki sanat profesyonelleri ve kurumlar arasındaki işbirliklerinin öncüsü olan ve bunu geniş kapsamda destekleyen kuruluş, Burçak Bingöl’ün Tate Stüdyolarındaki süreciyle Ankara’daki sergi süreci arasında da benzer bir köprü kuruyor.
Bu köprü, yalnızca işlerin Türkiye’de ilk kez sergilenmesini değil aynı zamanda da Burçak Bingöl’ün Ankara’yla olan bağlarını da güncelliyor. Bunu, serginin ismindeki titreşimin kaynağını öğrenince anlıyoruz. Sanatçının mezun olduğu Ankara Devlet Konservatuvarı binasının bir buldozerle yıkıldığı ve iş makinesinin enkazı kaldırmak için toprağa vurduğu zamanı, deneyimlenen bir ânı işaret ediyor serginin ismi. Majör bir durumun yaşama yansıma biçimi. Titreşimlerin etkisi zamanın akışıyla daha görülebilir hale geliyor. Bugünlerdeki normalimiz; evden işe yürürken, dahası doğaya karışmaya çalışırken, yürüyüş yaparken bir buldozerin sesini her an her yer’de duyabilir olmak. Enkaz ile toprak arasındaki çizgi, sesin kendisi oluyor. Atmosferi paramparça edip kulağımıza yapışıyor. Ve artık birlikteyiz. Her adımda ritmik bir şekilde dönüşüyor sanki ses. Yaşamımızın bu ânı artık hatırlanacak bir seviyeye gelemeyecek kadar içimizde. Duyduğumuz ses yalnızca yıkımın, peki ya bitkiler? Canlı olan onlar oysaki. Ve merdivenlerden inerken Avatar ile ikinci karşılaşmada Barbara Hepworth’ün şu sözleri imge olarak kalıyor zihnimizde: “I don’t feel alone. The garden is wonderful. The four walls which give the quietness necessary for self-discovery.”
[1] Emanuele Coccia, Bitkilerin Yaşamı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2021, s. 6.