Bir sergiden bir sanatçıdan ya da gündelik hayattan bahsederken imgelerin, nesnelerin, kelimelerin, anların, olayların, durumların bir araya gelmiş halinden söz ediyoruz. Söz konusu bir araya gelme halinde sonsuz olasılık içinde her parça bir belge niteliği taşıyor. Siyasi, sanatsal, toplumsal ya da psikolojik tarihyazımında bu parçaları birer envanter olarak belgelendirip kaydediyoruz. Yaşamı parçalara ayırmanın ve o parçaların envanterini tutmanın, onu belgelemenin en kolay yollarından birisi onu günlere ayırmaktır. Her yeni gün yeni bir kurgudur. Dolayısıyla günler aylar ve yıllar bir çeşit belgedir ve bunu pek çok veri üzerinden belgelemeyi mümkün kılar. Hayatın akışında bir zaman aralığına zoom yapmak her zaman çok kolay değildir. Belgelerin içinden aradığını bulmak aslında ne aradığını bilmekle ilgilidir. Üstelik bunu geçmiş zaman içinde değil de tam şu anda yapıyorsanız. Provası yapılmamış bir kayıttır bu. Akan zaman içinde parçalanan, dağılan, toplanan, saklanan, bir araya getirilen nesneler ve anlarla yeni bir dünya yaratmaktan söz ediyorum. Tıpkı Irmak Canevi’nin sergisi “İki Limon Çekirdeği”ndeki gibi. 27 Ocak – 4 Mart 2023 tarihleri arasında gerçekleşen sergiyi oluşturan 366 günlük envanteri ve kurgusuyla eş zamanlı işleyen bu süreci Irmak ile konuştuk.
Sergini gördükten ve seninle bu söyleşiyi planladıktan sonra aklıma şöyle bir şey geldi. Serginin dinamikleri aslında mekâna girdiğimiz andan itibaren bizi sarıyor. 366 gün boyunca her gün topladığın nesnelerle karşılaşıyoruz ilk önce. Bizi bir tanık olarak sergiye ve aslında o bir yıla davet etmiş oluyorsun. Ben istiyorum ki biz de seninle bu sohbeti öyle yapalım. Tıpkı her gün topladığın nesneler gibi sana ve sergiye dair yakalayabileceğimiz veriler bırak. Bu kez biz onları toplayalım. İlk güne gidelim mi, bu 366 gün hangi tarihte ve nerede başladı, nasıl çıktın yola?
2020 yılında böyle bir koleksiyon kurgulamayı planlamıştım. Ama Ocak’ta karar verdiğim için Şubat’ta başladım. Henüz pandemi yoktu. Fakat ona denk geldi. Enteresan da oldu ve bir tür ritüel gibi kafamı ve günümü her gün meşgul etti. Her gün bir şey seçtim ve topladım. İlk nesne “iki cam arası sıkıştırılmış şey”di. Bunu sokakta buldum. Asmalımescit’te yürürken yıkılmış bir binanın molozları, kırılan fayans parçaları gözüme takıldı. Oradan aldım. Daha önce başka projeler için bu tür envanterler toplamıştım. Ama bu bilinçle toplamamıştım. Bu kez bir formül olsun ve bir bilinçle toplayayım istedim.
Lokasyon neresiydi?
Ben neredeysem orası oldu. İstanbul, Saklıkent, Antalya, Datça ve Büyükada.
Yaşam alanın aslında. Kendi yaşamından anlar ve anılardan izler. Diğer yanıyla da sen başkalarının anlarını topluyorsun. Bir şekilde onların tanıklıklarını toplamış oluyorsun. Peki, unuttuğun gün oldu mu hiç?
Evet. Unuttuğum gün olduğunu daha sonra envanteri çıkarıp belgelerken atladığım tarihler olduğunda fark ettim. Hepsinin fotoğrafını çekip organize bir biçimde kutulara yerleştirirken fark edip başımdan aşağı kaynar sular döküldüğü oldu. Bu sergiyi kurarken bile bir parçanın eksik olduğunu fark ettim. Eksiği de şöyle telafi ettim. O güne ait bir fotoğraf buldum telefonumda. Bir kedi fotoğrafıydı, karşı binadan bana bakan bir kedi. Onu bastım, katlayıp koydum. Katlanmış kedi fotoğrafı o günün envanteri oldu.
Biriktirmek, bir nesneye sahip olmak ile ilgili değil sadece. Bir imgeye de sahip olmak ve o kavrama sahip olabilmek belki de. Dolayısıyla yazı da bu işin içine dahil aslında.
Evet mesela bir makale var, simetriye dair. Kitap var, kartpostallar metinler var.
Sen her gün bir şey toplamak üzere yola çıktın. Biz üç yıl sonra seni burada izlerken senin sürecine dahil olduk. Senin baktığın yer ile bizim baktığımız yer çok farklı. Hepimiz sergiyi, sergiyi gezme deneyimini çok farklı inşa ettik kafamızda. Ka’da olması, Ankara’da olması, Cinnah’ta olması gibi çok fazla değişken ve dinamik var. Ben şunu çok merak ediyorum; senin bu sergiye dair deneyimin ne, süreçle birlikte düşünürsen?
Bazı şeyler bir araya daha kolay geldi. Mesela bu kolajlar aklımda zaten vardı. İsviçre’de bir misafir sanatçı programına gitmiştim. Bu kolajlar üzerinde çalışmayı düşünerek gittim, malzemeleri yanımda götürdüm. Bunlar daha kolay ortaya çıktı. Kırpık, ortası boş bir takım kesilmiş fotoğrafların üst üste getirilmesinden oluşan işlerden bir tanesi bir tesadüf sonucu ortaya çıktı. Sonra ona bir kardeş yapmayı düşündüm. Diptik oldular ve arkasındaki sarı boyaya burada karar verdik.
Peki bu envanteri sergileme biçimine nasıl karar verdin? Buradaki yapı, Ka’nın mekân deneyimiyle özdeş bir sürece sahip diye düşünüyorum. Kendi başına bir yapıt. Bu formu planlamış mıydın? Yapının inşa sürecinden söz eder misin?
Beni en zorlayan şey, envanterin nasıl sergileneceği sorusuydu. Daha önce (Mixer’deki sergide) duvarlara çiviler çakarak gridler üzerine yerleştirmiştim envanterimi. Burada farklı bir şey denemek istedim. Bu beyaz süngerler de İsviçre’de karşıma çıktı. Resim paketlemede kullanılıyor, zarar görmesin diye. Bunları kullanarak oyuncak bir lokomotif bile yaptım. Hikâye şurada başlıyor; 2022 yılında İsviçre’de yaşayan bir arkadaşımla karşılıklı bir misafir sanatçı programı organize ettik. Önce o benim atölyeme geldi. Sonra Kasım’da, birlikte, onun atölyesine İsviçre’ye gittik. Tren yolculuğumuz bir hafta sürdü. Evinin arkasındaki bahçenin en dibinde kullanılmayan bir kulübe keşfettim. Bu kulübe eski tren istasyonunun şefinin eviymiş. Tek göz bir kulübe. Her gün oraya kaçtım ve tren temasını devam ettirmeye karar verdim. Lokomotif maketleri inşa etmeye başladım. Program sonrasında bu kolajları sergilerken bu lokomotifleri de kulübede sergilemeyi planladım. Bu malzemenin hikâyesi bu. Bu sergi fikri ortaya çıktığında İstanbul’da bu malzemeyi sipariş ettim. Kesip biçip üzerinde oynayabileceğim bir malzemeydi. Bunları kullanarak duvarda bir konstrüksiyon yapmak yerine heykel olarak biçimlendirdim. Bunun provası yapılmadı İstanbul’da. Levhalar bölünüp parçalanarak Ka’ya geldi. Malzemeyi büyük parçalar halinde kullanmak istedim fakat bel verdi ve beni sınırladı. Parçaları küçülttüm. Sonra tellerle birleştirdim. Mekânda çoraplarımla birkaç gün bu konstrüksiyonu inşa ettim. Spontane biçimde bir yapı oluştu. Yuvarlak detayları olan bir kütle hayal ediyordum. Ona yaklaşmaya çalıştım. Ortaya çıkan sonucun kalabalık gözükmesini istemediğim için farklı yollar denedim. Örneğin gizli raflar ve kuytu odalar inşa ettim enstalasyonun içine. Beyaz konstrüksiyon ortaya çıkarken acaba Guggenheim’a mı benziyor diye düşündüm. İsmini bittikten sonra koydum; “Bir Müzem Olsaydı”. Bir müze inşa etmiş oldum diyebilirim. Mimariye merakımla da ilişkisi var tabii ki bunun.
Keskin köşeleri ve kenarları olmayan, yuvarlak detayların hakim olduğu bu akışkan yapıya nesneleri nasıl yerleştirdiğini sormak istiyorum. Günlerin sıralı bir biçimde yerleşmesinin hem nesnelerin boyutları hem de içerikleri açısından mümkün olmadığı seziliyor. Bu durumda tüm parçalar için tek tek karar vermek zor olmuş olmalı. Bunun formülü neydi bu sergide? Yapı ile nesnelerin ilişkisi nasıl gelişti?
İstanbul’dan gelirken birtakım kutular hazırladım. İlk ayrımı orada yaptım. Peki, en çok göz önünde olmasını istediğim koleksiyon neydi? Bana en ilginç gelen nesneleri bir kutuya koydum. Onlar en üstte ve göz önünde olanlar, ilk karşılaştıklarımız. İkinci kategori taşlar, metaller ve tahtalardı. Onların da bir arada iyi duracağını düşündüm. Üçüncü kategori ise hiç beğenmediğim ve görmek istemediğim şeylerdi. Yerleşimi yaparken perspektif önemliydi. Mekânı göz önüne alarak camdan, vitrinden, kapıdan girildiğinde nasıl görülebilir diye düşünerek yerleştirdim.
Nesnelerin bellek ile ilişkisinde ağırlıklı olarak koku, ses yanı sıra imgeler rol oynar. Bilinçten bağımsız olarak onlara anlamlar, duygular yükler ve öyle kaydederiz belleğimize. Buna bağlı olarak sormak istediğim şey şu; görmek istemediğin şeyleri nasıl ve neden topladın? Bu istememe durumu o günün hikâyesine ya da duygusuna dair mi yoksa nesnenin kendisine dair miydi?
Aslında hikâyesi ile ilgili bir sorun değildi. Bana ilginç gelmeyen şeylerdi onlar. Öyle günler oldu ki evden çıkmadık. Sıkıcı bir gün. İlham gelmemiş. “Bugün de bir şey toplamam lazım. Aaa mendil kutusu bitmiş bari onu koyayım.” Ya da deterjan kapağı, “tamam bu da topladığım 20. kapak falan ama olsun işte kırmızı.”
Görmeyi hiç istemediğin bir nesne var mı? Çok ilginç ya da sıra dışı olması ile ilgili değil de bir duygu olarak soruyorum, o günün duygusundan kaynaklı görmek istemediğin bir nesne oldu mu?
Farklı bir şey aklıma geliyor. Aktur’da bir balık kemiği toplamıştım. İlk aldığım gün korkunç kokuyordu. Kumsala yeni vurmuştu sanırım. Balık kokusundan öte çok fena bir kokuydu. Şekli hoşuma gittiği için almıştım. Kurutarak sakladım. Dolayısıyla bir süre sonra kokusu gitti. Hatta bir kısmı da un ufak oldu.
Peki, en ilginç ve bu 366 gün içinde bu fikrin zirvesi bu dediğin bir nesne var mı envanterde? Nedir o?
İki limon çekirdeği diyeceğim galiba. Evet, evet onlar. Geçenlerde bir dizi izledim. Dizide bir ilişkiden bahsediliyor. Çift, ilk tanıştıklarında içtikleri cin tonikteki limon çekirdeklerini bir saksıya ekiyor ve limon ağacı büyüyor. İlişkilerini o ağaç temsil ediyor. Bir anekdot olarak bu geldi şu an aklıma.
Kullandığın köpük, bir yalıtım malzemesi. Bir taraftan sesi kokuyu ısıyı birçok şeyi içine hapseden bir malzeme/yapı. Tıpkı arkadaşının atölyesindeki gibi bizim de evlerimizde atölyelerimizde kullandığımız, ona dair pek çok tanıklığımızın olduğu bir malzeme. Peki, bu malzemenin buradaki konumu bu nesnelere bir zemin oluşturmak ve bir sergileme biçimi yaratmak mı yoksa bunun ötesinde içerik olarak da yukarıda söz ettiğim anlamda onlara kattığı bir şey var mı? Saklamak, toplamak, müze ya da koleksiyon ile malzemenin bir araya gelişinde bir nüans var mı?
Var evet. Ben bu serginin ismini ararken, bu serginin Ankara’da olması ile ilgili bir arayış içine de girmiştim. Çocukluğum Ankara’da geçti, babam burada görevliydi. Biz sürekli taşınırdık, babamın işi gereği. Kutular yapılırdı, ambalaj malzemeleri, kutular, vs. Polietilenin bir ambalaj malzemesi olması hali de buna uygun diye düşündüm. Hatta bu malzeme üzerinden isim arayışına da gittim. Bu malzemenin taşınma ile alakasının olması da benim için önemliydi.
Limon çekirdeği (kağıt) heykelleri nasıl ortaya çıktı?
İsimden sonra ortaya çıktı. Bu yaz papier mache kullandım ve birtakım heykeller yaptım. Bir şekilde bu sergiye yeni malzemeler ve çalışma biçimlerini de dahil etmek istedim. Hem bu enstalasyon, hem envanterin fotoğrafları, hem kolajlar, hem de papier mache hepsi bir araya gelsin ve burada sergilensin istedim.
Hem malzeme hem de bir aradalık üzerinden şuraya çekmek istiyorum konuyu. Buna bir nadire kabinesi demek mümkün mü? Biraz detaylandırmam gerekirse, bir nadire kabinesinden söz ederken 15. yüzyıla kadar gidiyor olmalıyız. Oradaki tuhaflık, acayiplik, sıra dışılık ile senin nesnelerindeki sıradanlık arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Ya da buradaki nesnelerin izleyiciye sıradan geliyor olması ile sana ilginç geliyor olması arasında nasıl bir ilişki/etkileşim var? Diğer tarafta da şöyle bir şey var; nadire kabinelerinin çıkış noktasının sıra dışı nesneler olması ile vardığı yerin müze gibi (bana kalırsa) son derece sıradan bir yer olması söz konusu.
Bence mümkün, diyebiliriz. Kuzenim ben burada yokken gelip sergiyi gezmiş ve bana yazdı. Okuduğu 1001 gece masallarının tercümesinde eşyaların temsil ettiği hikayeleri hatırlatmış ona bu sergi. Rakamsal bir simetri de var burada aslında. Bu objelerin hepsi benim için bir şey ifade ediyor; değişik geliyor bana. Toplamayı, bir araya getirmeyi seviyorum, bir vitrin diye düşünebiliriz bunu. Nadire kabinesi ile ilişkisi belki şuradan yakalanabilir; inşa edilen bu yapının üzerinde bir koleksiyonun sergilenmesi söz konusu. Aynı zamanda o koleksiyon bu enstalasyonun yapı taşını da oluşturuyor. Ama ben bu pembe kapağı seçerken ileride başka bir şeyin/koleksiyonun parçası olacağını düşünüyorum, hayal ediyorum. Mesela ben küçükken lego oynardım ve okul tatil olduktan sonra Legolarımı boyutlarına ve renklerine göre dizerdim. Bence o çalışma şekli, belki de oynama şekli devam ediyor. Hibrit bir durum söz konusu burada da. Yalnızca bir kabine değil ama kabinenin kendisi de içindekilerle birlikte bir yapı; bir inşaat var burada. Sadece beyaz süngerlerin kendisi değil üzerindekiler de bu yapının parçası haline geliyor diye düşünüyorum.
Biriktirmek, saklamak bir taraftan hiç farkında olmadan sıklıkla yaptığımız bir şey. Ama bir tarafıyla da çok sıkıntılı bir şey. Çünkü biriktirmek ve saklamaktan söz ediyorsak ayıklamaktan, atmaktan da söz ediyor olmalıyız. Mesela bu süreç içinde envanteri toplarken bir gün çıktın ve birden fazla nesne seçtin, karşına çıktı ya da toplamak istedin. Sürecin toplama kısmından ayıklama kısmına geçtin mi hiç?
Tabii. Bu en son listemi oluştururken, hatta fotoğraflarken her gün için bir obje fotoğrafladım. Ama bazı günler 5-6 şey toplamışım, belki bir tanesini daha çok severim diye almışım hepsini. Evet, çok topladığım oldu ve tabii ayıkladığım da.
O zaman şöyle diyebilir miyiz? O (topladığın gün) günün duygusuyla onları bir araya getirdiğin, fotoğrafladığın, belgelediğin günün duygusu farklı olabilirdi, muhtemelen de olmuştur. Bu aşamada hangisini seçeceğine nasıl karar verdin? Örneğin, bazılarında bugünün nesnesi bu, kavramı bu, imgesi bu dedin belki net bir biçimde. Birden fazla topladıklarında da 366 gün sonra dönüp de bugünün duygusuyla bunu seçmiyorum dedin mi?
Hepsi birden aslında. Bazıları çok kolay seçildi. En güzeli budur zaten diğerlerini atabilirim dediğim oldu. Bazılarında tercih ederken çok büyük acı çektim. Şunu da eklemeliyim; her gün aynı gerekçe ile toplamadım nesneleri/eşyaları. Bazıları duygusal tercihin sonucu oldu. Mesela kırık fincanı Aktur’da ormanda yürürken buldum. Annemin vitrinindeki porselen fincanlarla olan duygusal bağım ile ilgisi vardı onu alışımın. Çünkü belleğe işaret ediyordu. Diğer taraftan da doğal bir ortamda insan yapımı bir nesneydi bulduklarım. Bazen de sadece rengini ya da formunu beğenip seçtiğim oldu. Toplanan eşyaları çöp olmaktan çıkarıp, çevre ile olan ilişkilerini normalize ederek düzeltme endişesi var yaptığım bu tür kurgularda. Bir şey plastik kapak olmaktan çıkıyor ve oyuncak (benim dilimde sanat) haline gelerek belki daha sevimli bir hal alıyor.
Bu yapının etrafında döndük, içine girdik çıktık. Aslında hepsinin hikâyesini merak ediyorum. Ama şunu soracağım. Hiç unutmadığın ya da hikâyesi ile var olan nesneler var mı burada?
Üzerinde sarı boya olan dal enteresan bu anlamda. Büyükada’da yürüyüş yaparken karşıma çıktı. Orada yeni sarı şerit boyanmış. Fakat boyanırken yerde bir dal kalmış ve sarı şerit dalın üzerinden de geçmiş. O kadar güzel bir şeydi ki resim de okumuşum zaten. Ready-made bir nesne, boyanmış bir biçimde önüme çıktı. Hemen aldım çantama attım onu. Görür görmez yakın hissettiklerim olduğu gibi topladıktan sonra yakınlaştığım nesneler de oldu.
İzleyici ile bu serginin etkileşimi hakkında bir şey sormak istiyorum. Sergiyi gezerken nesnelere dokunup bazılarını elime aldım. Dürüst olacağım; onlara dokunmanın yanında yerlerini de değiştirmek istedim. Şu ana kadar konuştuklarımızdan ötürü izleyiciyi pasif konumda tutmak istediğini tabii ki anlıyorum. Fakat diğer yandan bu sergi büyük kısmıyla interaktif bir yapı olarak da okunabilir mi ne dersin? Yani birisi gelip yerlerini değiştirse (buna halen alışamadık tabii izleyici olarak) ya da bir izleyici senin envanterinden bir nesne alıp gitse, hatta alıp yerine de kendinden bir parça bıraksa ne hissedersin? Böyle bir değişikliği fark eder misin?
Eklenen şeyi göreceğimi düşünüyorum, ama eksilen şeyi görmeyebilirim çok mühim bir şey değilse.
Bu sergide, nesne imge kavram her biri birer temsil. Temsil ile ilgili ne düşünüyorsun? Kolajlar, envanterin belgesi niteliğindeki fotoğraflar, yerleştirme, heykeller, tüm bunlar arasında nasıl bir akış/ilişki var temsil açısından düşündüğünde?
Fotoğraf ile iyi bir iletişimim var. Yaptığım bir şeyin detaylarını fotoğraflamak sonra onu dönüştürmek ve tekrar onunla çalışmak hoşuma gidiyor. Bunu bir dönüşüm olarak yorumluyorum. Bir şeyin fotoğrafının çekilmesi, fotoğrafın onun temsili olması aslında onu dönüştürmek anlamına geliyor. Ben bu kısmıyla ilgileniyorum. Burada, tek tek çektiğim nesnelerin fotoğraflarından kolajlar ortaya çıktı. Hepsinde bir başlangıç noktası var. Bazılarında manipülasyon yok; doğrudan kullandım. Bazılarında ise bir dönüşüm var. Mesela nesneyi topladığım ay içerisinde biriktirmiş olduğum nesnelerin detaylarını onun üzerine uyguladım. Topladığım şeylerin kendisine de böylelikle müdahale etmiş oldum. Kolajlar aylarla isimlendirildi; Ocak, Şubat, Ağustos, Ekim var. Birisi Pazartesi, çünkü onu pazartesi toplamıştım. Kolajların oluşturulmasında farklı bir teknik ve metodoloji var aslında.
Aslında bu serginin, dolayısıyla yaşamın kendisini ifade edebilecek en doğru kavramlardan birisi kolaj. Burada biz senin yaşamının kolajına tanık oluyoruz. Bizim için bu yalnızca bir teknik belki. Buradan baktığımızda ise teknik olarak kolaj en zor tekniklerden birisidir. Neyi ekleyip neyi çıkaracağına karar vermek ile ilgili aslında tamamen. Kolaj sonsuz olasılıkta ilerleyen bir teknik ya da kavram bence. Yaşamsal olarak düşündüğümüzde de anların bir araya gelmiş halinde birçok olasılık var, tıpkı kağıdın bir araç/malzeme olarak bunu sunması gibi. Her koşulda bir kağıt var hayatımızda. Özel yapım kağıtlar da marketten aldığın bir şeyin ambalajı da malzemeye dönüşüyor. Üzerine bir şey yazmanın ya da çizmenin ötesinde sadece dokunarak bile kağıdın bir izi hapsetmesinden söz edebiliyoruz. Bunun yanında word dosyasında bir A4 açıp üzerinde çalışma fikri de kağıda dair bir durum. Bir şekilde ona temas etme fikrimiz ne kadar gündelik ve sıradansa dijital A4 de o kadar sıradan, gündelik ve kolay. Yani kağıt aslında bir araç oluyor. Dolayısıyla onunla ilişkimiz son derece samimi ve doğrudan.
Kağıtla çalışmayı çok seviyorum. Kolaj o açıdan bana çok keyif veren bir teknik. Kolajda bir iş birliği var aslında. Sanatçı için kendi tercihlerinin iş birliği söz konusu, farklı imgeler bir araya geliyor, yan yana konuyor, kopartılıyor, kesiliyor, onların birlikteliği kurgulanıyor.
366 günü kapsayan bu süreçte İstanbul, New York, Londra, Cenevre, Ankara gibi pek çok kent var. Sürece doğrudan ya da dolaylı olarak dahil olanlar var muhakkak. Kentle etkileşimini ve iletişimini merak ediyorum, kentle nasıl bir iş birliğine gittin?
Bu sergiyi kurarken şunu fark ettim. Bu ikinci kişisel sergim. İlki 2010’da İstanbul’da oldu. İkisi arasında büyük bir ara var. İstanbul’daki sergimde de aynı şeyi yapmışım. O zaman da Beyoğlu’nda dolanıp yaşadığım mahallenin detaylarının fotoğraflarını çekmiştim. Bir fotoğraf albümü oluşturmuştum. Bu albümü kullanarak bir enstalasyon kurgulamıştım. Yani şu anda burada yaptığım şey çok farklı değil. Yine bir fotoğraf albümü kurguluyorum. Yine topladığım şeyler var. Yine onları kullanarak ve dönüştürerek kurguladığım bir yerleştirme, bir süreç var. Ama öte yandan kentle ilgim şöyle bir parantezi içeriyor. Bir şehri gezerken özellikle de Türkiye’de bir şehri gezerken devamlı bir tarafını düzeltme, yeniden inşa etme dürtüsüyle dolanıyorum. Şu kaldırımın şurası şöyle olsa, şu lambayı alsak da o tarafa taşısak diye, bir şehir planlamacısı şeklinde geziyorum. Ama hüsrana uğramış, elinden bir şey gelmeyen bir şekilde, yapsaydık güzel olurdu diye geziyorum. Neden yerleştirmek, bir şeylerin içine başka bir şeyleri koyup organize etmek ile bu kadar ilgiliyim, neden bunu çok seviyorum diye düşündüm. Taşınma anılarım aklıma geldi. Biz Ankara’da yaşarken lojmandan lojmana taşınırdık. Annemin vitrinleri vardı ve o vitrinlerin içini annemle birlikte yerleştirirdik. Oradaki her parçanın yerine birlikte karar verip düzenlerdik.
Bu koleksiyonu görsel olarak belgeleme fikri nasıl oluştu? Bir şekilde izleyiciye temas etme hali var burada. Bu arşiv buradan çıkıp kendine başka bir yaşam alanı oluşturmaya devam ediyor. Aslında kente temas etmesi ve buranın hafızasına dahil olması da söz konusu.
Öncelikle koleksiyonumu belgelemek istedim. Emin değildim eşyalarla ne yapmak istediğimden. Bir eşya koleksiyonu olarak mı kalsın yoksa varlığına fotoğraf albümü olarak mı devam etsin diye soruyordum kendime. Bir tür dönüştürme projesiydi aslında eşyaları fotoğraflamak. Fotoğraflardaki temsiliyetleri üzerinden var olmaya devam edebilirdi eşyalar. Fotoğrafları telefonumla çektim. Çektiğim resimler yan yana geldiklerinde bir tür grid ortaya çıktı. Telefon ekranına baktığımda o fotoğrafların hepsinin bir arada görünür olma hali çok hoşuma gitti. Zaten gridlerle ilgileniyordum. Daha önce yaptığım çivili gridler üzerinde kurguladığım düzenli enstalasyonların bir yansıması olarak düşünmeye başladım fotoğraf karelerinin yan yana gelmiş halini.
Bu imajla ilgili aklımda hep başka bir format vardı. Afişlerin üst üste yığıldığı, bir nevi heykelleştiği başka bir tür iş düşünüyordum. Örneğin Félix González-Torres aynı hafta içerisinde tabancayla öldürülmüş 460 kişinin portresinin yer aldığı siyah beyaz afişlerini sergilemişti yerde blok halinde. Bu afişlerden seyirci alıp götürebiliyordu. Çok ilginç, bunu şu ana kadar düşünmemiştim ama bir tür tüketim formülü söz konusu aslında bu ve benzer işlerde. Siz afişleri alıp götürdükçe sanat eseri de tükenmiş oluyor. González-Torres’in şekerlemelerden oluşan “Ross’un Los Angeles’taki Portresi” gibi başka eserlerinin de seyirci tarafından fiziki olarak tüketilebilir oluğunu görüyoruz.
Sadece görsel bir belgeleme değil bu afişler. Arkalarında da bu envanterin bilgisi var. Her nesneyi sırasıyla tanımladığın, isimlendirdiğin bir metin var. Bu metni nesneleri toplarken mi yazdın, yoksa belgelerken mi?
Notumu alıyordum eşyaları topladıkça ne olduklarını unutmamak için. Bu notlar koleksiyon tamamlandığında elimde vardı. Daha sonra bunları temize çektim. Notlarımı ilk önce İngilizce tuttum. Başka bir proje vardı aklımda. Sonra Türkçeye çevirdim. Türkçeye çevirirken bir tür şiiri çağrıştırmaya başladı metin. Notlarımı derleyip toparlarken daha espirili ve nüktedan bir şekilde yazmaya çalıştım. Sonuçta afişin arkasının şiir gibi okunduğunu düşünüyorum. Bu metin benim için bir şiir diyebilirim.
Neden 365 değil de 366?
2020 yılı Şubat 29 gün çekmiş çünkü.
Nesneler üzerinden düşündüğümüzde ölçek olarak sınır neydi?
Bir ölçek kriteri vardı. Toplama faaliyetine pragmatik yaklaşmam gerekiyordu. Örneğin yazlıkta geçirdiğimiz süre içerisinde eşya biriktirmeye çalışırken bir araba lastiği toplayıp İstanbul’a getirmenin pek de mümkün olmayacağını biliyordum. Toplaması daha pratik, daha ufak parçalar seçtim bu yüzden. En küçük parça limon çekirdeği. Burada bir itirafta bulunmam gerekiyor. En büyük parça kayboldu. Çünkü en büyük parça bir karton kutuydu. Sergide yer alan sünger parçaları ve kolilerdeki koleksiyon parçaları Ankara’ya bir nakliye firması tarafından taşındı. Sanırım nakliyeyi yapan firma aslında koleksiyonun parçası olan kutuyu nakliye için kullanılan gerçek bir koli zannetti ve çöp diye attı. Dolayısıyla burada aslında 365 parça var.
Bu sürecin performatif bir yanı da var diyebilir miyiz? Sen bir eylemlilik hali içinde bu koleksiyonu çok farklı yerlerden topladın. Sonra Ankara’ya geldi bu eşyalar. Gelirken bir parçası kayboldu. Muhtemelen başka bir dolaşıma girerek eylemliliğine devam ediyordur bir yerlerde.
Performansın gündeme gelmiş olması çok hoşuma gitti çünkü ona çok yaklaştık aslında, etrafında dolanıyoruz. Aklımda olan bir şey bu. İşlerimdeki performatif özelliğin altını nasıl çizebilirim, performansı biraz daha inceleyip nasıl pratiğimin parçası haline getirebilirim onu düşünüyorum.
Senin çalışma biçimin de buna imkân veriyor aslında. Performatif bir kurgu söylemek istediğim. Hatta bunun için bir sergileme mekânına da ihtiyacın olmayabilir. Mekâna dair sınırlarlar kaldırılabilir. Burası her ne kadar alternatif bir mekân olsa da sergi alanına girdiğimiz anda sınırlarının farkına vardığımız ve bu sınırlar dahilinde hareket etmeye başladığımız bir yer.
Bu söylediklerin bende şunu çağrıştırıyor. Daha önce yaptığım enstalasyonlar hakkında da benzer yorumlar yapılmıştı. Bir şekilde işi aktive etme ihtiyacı hissediliyor sanırım. Koleksiyonlar yerleştirildikleri teşhir mekanizmaları içerisinde sabitmiş gibi duruyorlar. İş statik bir görüntü sergiliyor. Belki sınır konusu da bu yüzden tartışılıyor. O kadar düşünülerek yerleştirilmiş şeyler ki bunlar seyircide bir şekilde eşyaları yerinden oynatma isteği uyandırıyorlar. Fakat bu işlerin o kadar da statik olmadığı kanaatindeyim ben. Her fırsatta eşyalar enstelasyondaki yerleri üzerinden birbirleriyle iletişime sokuluyor. Yuvarlak nesneler aynı köşede kümeleniyor veya oval bir delikten gözlenebiliyor. Renkli bir parça sabunun hemen ötesine aynı renkte bir mum saplanıyor. “Annihilation (İmha)” adlı siyah kaplı bir kitabın üstüne ağır bir kömür kütlesi yerleştiriliyor. Kedi temalı plastik bir kutunun içerisine bir köpeğin oyuncak topu saklanıyor. Demek istediğim şu ki, birtakım paslaşmalar üzerinden envanteri aktive etmeye yönelik ufak teşebbüsler var.
Evet, aslında bizim onu algılama biçimimiz statik. Biz kendimizi doğadan başka bir yere koyuyoruz. Biz üstünüz. Merkez biziz. Diğer her şey bizim için birer araç. Baktığımız yerden; insan merkezci bakış açısından statik görünüyor baktıklarımız. Dediğin şey o kadar doğru ki. Ben mesela şöyle bir şey hissettim. Tam bir inşa hali bu en başta da söylediğim gibi. Topladığın doğal ya da insan yapımı nesneler, düşünceler, fikirler, anlar. Onları bir araya getirerek yeni bir dünya inşa ediyorsun. Bu yeni bir şey. O çekirdek artık o limondan bağımsız örneğin; varlığına başka bir şekilde devam edecek.
Yeni bir dünya demen çok hoşuma gitti. Ben de işlerimi öyle düşünüyorum. Yeni dünyalar kurgulamak peşindeyim. İçerisinde biraz gizem de olsun. Tam da anlamayalım. Hemen tüketemediğimiz şeyler olsun bunlar derdindeyim. Anlamak ve tüketmek doğru orantılı diye düşünüyorum. Anladığınız anda tüketmiş de oluyorsunuz işi.
Çünkü kontrol etmek istiyoruz. Ancak anladığım şeyi kontrol edebilirim. Kontrol edebildiğim şeye hükmedebilirim. Anladığım şey üzerinde iktidar kurabilirim. Dolayısıyla onu tüketirim.
Ürkütücü değil mi? Öte yandan bilim kurguyu da çok seviyorum. Bu gizem merakı onun bir yansıması olabilir. Bilim kurgu filmi ararken daha önce görmediğim şeylerin peşindeyim aslında. Değişik bir form, bir dünya, olağandışı bir yaşam görmek için izliyorum bu filmleri. Diğer insanların hayal gücünü merak ediyorum sanırım en çok. Ben de imkânlarım dahilinde alışılmamış dünyalar kurgulamaya çalışıyorum kendi işlerimde. Merak ettiklerimden ilham alıp merak uyandıran yeni yerler yaratmaya çalışıyorum eserlerimde. Algımızı gıdıklayan formüller geliştirmeye çalıştığımı da düşünüyorum. Çok alışık olmadığımız birtakım şeylere bakma ihtiyacım var. Sizi de buna dahil etmek, bu şeyleri sizlere de göstermek derdindeyim.
Evet, kafamızı başka bir yere çevirme ihtiyacı bu, değil mi? Çevirdiğimizde başka bir yerin başkalığı, gördüğümüz şeyin de başkalığı aslında. Serginin izleyicisi olarak sen nasıl görüyorsun sergini?
Sergiyi kuran sanatçı işine dışarıdan bakarken ne görüyor? Zor bir soru bu. Potansiyel görüyorum. Her sergiden bir şey öğreniyorum. Bir sonraki sergiler için fikirler topluyorum. Bilemiyorum; belki de bu kaçamak bir cevap oldu. Zamanlama olarak tabii birtakım üzüntülerim var. Sadece iki kez sergimle beraberdim aslında. Farklı bir şehirde sergi yapmanın da bir sonucu bu. İstanbul’da olsaydı bu sergi her gün gelip bakabilirdim; sergide daha çok vakit geçirebilirdim. Araya dört hafta girmiş oldu. Açılışı yaptık ve ben sonra İstanbul’a döndüm. Sanatta her sanatçı için farklı türde akışlar vardır mutlaka. Ben de bu iş şimdi neye evrilecek diye düşünüyorum. Bu yapılan iş neye ilham verecek? Sergi ne tür sorulara cevap verdi? Ne tür problemler ortaya çıktı? Neler çözülemedi? Neler daha iyi çözümlenebilirdi? Öğreniyoruz yaptığımız her şeyden. Akış biraz da böyle bir şey bence.
Bu yazı bir Avrupa Birliği projesi olan CultureCIVIC: Kültür Sanat Destek Programı’nın desteklediği “Sanat Haberciliğini ve Eleştirisini Yerelden Geliştirmek” projesi kapsamında Argonotlar tarafından komisyon edilmiştir.