Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

Annelik, sanat emekçiliği ve arasında sıkışan her şey

Sanatçı, küratör ve yazar kimlikleriyle sanat dünyasında yer alan Larissa Araz, Didem Yazıcı, Nazlı Gürlek Hodder ve Sibel Horada’yla annelik ve sanat emekçiliği üzerine.

Louise Bourgeois, Maman, National Gallery of Canada, 2005

Hamileliğim öncesindeki anne/sanatçıya ya da anne ve sanatçıya dönüşme korkusundan, hamileliğim sırasında artık karikatürize edilen “kadın sanatçı” olarak tüketilme kaygısından, doğum esnasında yaşanılan doğum travmalarından, bebeğin ilk aylarında bir canlıya bakım vermenin getirdiği müthiş yalnızlıktan ve de bütün bu süreçte kontrolümden çıkan bedenim, beynim ve hormonlarımın kırılganlığından hiç susmadan konuşmak istiyordum. Kendimi Didem, Nazlı ve Sibel ile kafamda dönen bütün soruları konuşurken buldum.

Larissa Araz: Hamile olduğumu öğrendiğimde bir süre bu bilgiyi çalıştığım alandan saklamaya karar vermiştim. Bir yandan sektörün arzuladığı bekâr, çocuksuz sanatçı profilinden taşarken bir yandan kaygıyla karnımın da pantolonlarımı aşmasını izliyordum. Son derece endişeli ve sinirliydim.

Yıllar önce “genç sanatçılar” için düzenlenen[1] BASE İstanbul’un Galata Rum İlkokulundaki ilk sergi edisyonunda “BASE Talks” adında konuşmalar düzenlenmişti. Türkiye yakın sanat tarihine hızlı giriş niteliğindeki bu konuşmalardan birinde koleksiyonerler davet edilmişti. Konuşmacı olarak çağrılan yaşlı cis erkek koleksiyoner “Koleksiyonunuzu oluştururken nelere dikkate edersiniz?” minvalindeki bir soruya[2] “Ben kadın sanatçılardan eser almam genelde, çünkü hemen çoluk çocuğa karışırlar” diye cevap vermişti. Bu lafın üzerine beşer onar odayı terk edenlerin haklı gürültüsü dışında konuşma yarıda kesilmeden devam etmişti. Sanırım içimde tutup hamileliğimde fışkıran bu sinirimin başladığı nokta burasıydı. Hamileliğimin sonlarına doğru kendime sığacak yeni kıyafetler ararken yeni kimliğime de yavaş yavaş alışmaya başladım.

Larissa ve Lea Teodora, Documenta 15 WH22’de sergi arası birası, 2022

Sibel Horada: Şu bahsettiğin koleksiyoner pek vizyon sahibi bir yatırımcı değilmiş anlaşılan. Kadın sanatçıdan iş almamak yerine, özellikle daha çok iş almayı da seçebilirmiş, çünkü çoluk çocuğa karışıp karışmama meselesinin ekonomik bir karşılığı da var. Bakım ve ev işleri konularında pek çok profesyonelin başvurduğu çözümler, neden sanatçılar için ulaşılmaz olsun? Sanatçıların çalışabilmek için çocuklarıyla ilgili destek almaları, asistan tutmaları veya birtakım işlerini atölyenin dışında ürettirmeleri kadar olağan değil mi? Bir koleksiyoner, beğendiği sanatçıdan anneliğinin zorlu yıllarında da iş almaya devam ederek onun oyunda kalmasını sağlayabilir. BASE kürsüsünden utanmadan vaaz veren bu kişi, oportünist ve sığ görüşlü yaklaşımını fark edecek mi bilmiyorum ama, önümüzdeki zamanlarda sanat alanında anneliğin çeşitli evreleri için farklı destek mekanizmalarının türeyeceğini ve anneliğin görünürlük kazanmaya başlayacağını düşünüyorum.

Nazlı Gürlek Hodder: Bahsettiğin koleksiyonerden yola çıkarak, anne olan bir sanatçı kadının sistem içindeki yerine dair kendi deneyimimden bahsetmem gerekirse… Hamile olduğumu öğrendiğim gün, ABD’den bir hafta önce İstanbul’a Evliyagil Dolapdere’deki kişisel sergimi kurmaya gelmiş bulunuyordum. Pandeminin en kapalı dönemlerinden biriydi ve hamileliğimin birinci ayında sergiyi kurup açıp ABD’ye geri döndüm. Hamileliğim işime asla engel olmadı. Devamında hamilelik sürecim inziva halinde geçti ve buna mecbur değildim, ama ben öyle olmasını seçtim. Alek’in doğumundan sonraki sekizinci ayda ise İngiltere’deki Plas Bodfa’da bir karma sergiye katılıyordum, o seyahate onu taşımamak için işleri sergiye göndermekle yetindim ve sonuçta da işlerim en doğru şekilde sergilendi. Kısacası, o koleksiyonerin yorumuna cevaben diyeceğim o ki bir sanatçının anneliğinin etkisinde kariyerine dair aldığı kararlar birer koşul veya yazgı değil, kadının kendi seçimidir ve bu kararlar kimsenin yargısına açık değildir. Bir kadının çocuk sahibi olması, sanatını üretmesine ve sergilemesine bir engel değildir. Sanat kariyerine devam edecek olan kadın zaten doğru koşulları yaratacak, kendisi ve çocuğu için şartları tartıp biçecek ve kariyeri için doğru adımları atacaktır; çocuk bu yönde ne bir engel ne de bir yazgıdır. Ayrıca herhalde o koleksiyonerin hiç anlamamış olduğu şeylerden biri de yaratıcılığın lineer ve rasyonel olmayan doğası: o doğa malum duraklar, kalkışlar, inişler, beklemeler ve atılımlar içerir. Yani kendi ritmi vardır. Ben meseleyi kadınların bu ritimle çocukları arasında kurduğu bir bağ, bir kumaş örgüsü olarak görüyorum. Bu kumaşta sanat üretimi ile yaşam iç içe bir örüntü oluşturuyor ve her kumaş kendine has. Bu zenginliği gören gözler beri gelsin diyeceğim.

S.H.: Bu kumaş benzetmesi, beni sanatla hayatın iç içe geçmesi fikriyle bizi tanıştıran Dada’ya da götürdü. Performans sanatı, beden, ilişkisel estetik gibi güncel sanat tarihinin önemli duraklarından geçip kendimizi annelik kadar büyük bir beden deneyimini ve ilişkisel alanı inkâr etmeyi norm olarak algılayan bir kültürde bulmak çok acayip.

Sibel Horada’nın atölyesinde Lara, 2022

Didem Yazıcı: Bunları tartışıyor olmak bile tuhaf değil mi? Annelik ve ebeveynlik kadar kapsayıcı, herkesi ilgilendiren bir konu daha olabilir mi? Çünkü, kendiniz anne, baba, ebeveyn olmasanız da sizi dünyaya getiren bir anneniz var. Bu denli yaygın ve hayata dair bir tema olmasına rağmen sanat tarihinde bebek İsa ve kutsal anne Meryem ötesinde anne-çocuk temsiliyetiyle ne kadar sık karşılaşıyoruz? Toplum çocuk bakımını ya değersizleştiren ve görmezden gelen bir tutum sergilemeye ya da kutsallaştırmaya meyilli. Burada çok temel bir çelişki söz konusu. Anne olduktan sonra sanatçı olarak ciddiye alınmayacağından çekinen kaç kadın anne olmak istemesine rağmen bundan vazgeçti? Aynı anda hem anne ve sanatçı olunamayacağı klişesi giderek azalsa da günümüzdeki etkisi devam ediyor. Son yıllarda uluslararası birçok kurum programlarında anne sanatçıları dışlamayan bir yaklaşım geliştirmenin yolunu arıyor. Sanatçı misafir programları, anne ve ebeveynlere cazip hale getiriliyor. Anne sanatçıların üretimlerini desteklemeye yönelik burs ve ödül imkânları çoğalıyor; Londra merkezli Mother Art Prize gibi.

Kadının çocuk sahibi olması, kariyerine engel olmadığı gibi tam tersine yaptığı işi destekleyebilir de. Annelik, çok sayıda sorumluluğu yönetme, sabır gösterme, emek verme, detayları dikkate alma ve hızlı karar alma gibi becerileri besliyor.

Yukarıda tartışılan cinsiyetçi yorum maalesef sadece bahsi geçen koleksiyonere özgü değil. Kimi cis erkek küratörlerin anne olan sanatçılarla çalışmadığı ve buna benzer yorumlar yapıldığı biliniyor. Larissa’nın hamileliğini bir süre çalıştığı alandan saklamak istemesi sistemin önyargılarına karşılık doğal bir kendini koruma mekanizması. Hamileliğimin ilk dönemlerinde bu çekinceleri ve korkuları ben de yaşadım. Ancak hamile olduğum süreçte çalışmaya ve sergi yapmaya devam etmek bana anneliğin ve küratörlüğün ne kadar çok kesişim alanı olduğunu fark ettirdi. Küratörlük sözcüğünün kökenleri bakım anlamındaki “care” kelimesinden geliyor, tıpkı annelikle beraber kullanılan “bakım emeği” (care labour) gibi. Bu süreçte anneliğin sadece doğum yapan kadınlara özgü olduğunu düşünmenin çok sınırlayıcı olduğunu fark ettim. Atanmış cinsiyetin ötesinde kim isterse, arkadaşlarına, hayvanlara, bitkilere, çocuklara ve kendisine de annelik yapabiliyor. Bunu en çok da hamileliğim sırasında Stuttgart’ta “Mothers, Warriors and Poets” isimli sergi ve tartışma programının kolektif küratörlüğünü yürütürken birlikte çalıştığım sanatçılardan öğrendim. Bu düşünce beni çok özgürleştirdi ve sosyal medyada, büyüyen karnımı paylaşma kararı aldım! Kadınlığım ve hamileliğim ne övünülecek ne de saklanacak bir şeydi.

S.H.: “Mothers, Warriors and Poets” ismini Instagram’da gördüğümde ne kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum. Bir kızım altı buçuk yaşındaydı, diğeri iki aylık. Annelik ederken epik bir kahraman gibi hissettiğim “zafer” anlarını, bunların diğer ilişkilerime yansımalarını, çocuklarımın dünyayla ilişkisindeki şiirsel jestlerden aldığım ilhamı ve sanat/atölye pratiklerimin bu doğrultuda geliştiğini, bu süreçten neler öğrendiğimi ve tüm bunların paylaşılan deneyimler olma ihtimalinin yarattığı coşkuyu üç kelimeyle özetliyordu!

Sani Karamustafa (Team Eight Arms), Teo Yazıcı Schmidt, Marius Schmidt, “Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet” (2022) sergisi kurumundan, Yapı Kredi Kültür Sanat, İstanbul. Fotoğraf: Didem Yazıcı

L.A.: Ben de müşterek duygular arayışına hayatımda en fazla bu dönem ihtiyaç duydum. Mesela bu karmaşık dönemimde aylak aylak kitapçı gezerken Rita Ender’in Bir Avazda kitabıyla karşılaşmıştım. “Oh be sonunda!” dememle kitapçının arkasındaki kafede kitabı bitirmem bir olmuştu. Konuşulması gereken ama konuşulmayan şeylerin izlerini sonunda bulmuştum. Kendi verdiğim çocuk sahibi olma kararını kafamda romantik bir itki olmanın ötesinde hiçbir yere oturtamazken Gülsün Karamustafa’nın söyleşisi bir anda anlatamadığım, derinlerden gelen hissi netleştirmişti. Diyordu ki: “O dönem bir nesil olarak hapisteydik ve birdenbire Ecevit affı ile birlikte salındık, tüm arkadaşlarımız salındı. Sonuç olarak garip bir travma ile karşılaştık. Büyük bir sıkıntılı dönemden sonra hayata döndük. Evlilikler, arkadaşlıklar belli bir mücadelenin içinde başladı ve böylece başlayan hayatın devamını yaşamaya müthiş aç olma gibi bir durum vardı. Ve aslında bizimle birlikte bir jenerasyon dünyaya geldi. Sadece benim kızım değil, müşterek sıkıntıları yaşayan arkadaşlarımızın çocukları da o dönemde dünyaya geldi. Hepimiz hayata karşı durarak; yeniden üremek, yeniden var olmak, yeniden hayata karışmak duygusuyla hareket ettik.”

Hamileliğim öncesindeki anne/sanatçıya ya da anne ve sanatçıya dönüşme korkusundan, hamileliğim sırasında artık karikatürize edilen “kadın sanatçı” olarak tüketilme kaygısından, doğum esnasında yaşanılan doğum travmalarından, bebeğin ilk aylarında bir canlıya bakım vermenin getirdiği müthiş yalnızlıktan ve de bütün bu süreçte kontrolümden çıkan bedenim, beynim ve hormonlarımın kırılganlığından hiç susmadan konuşmak istiyordum. Bir yandan da çocuk sahibi olmamayı seçenlerin hikâyelerini dinleyip verdiğim bu kararı çözmeye çalışıyordum. Şimdi geri dönüp baktığımda verdiğim kararı hiç romantik bulmuyorum. Ne geçmişin ne de geleceğin olduğu bir ülkede ve bir zaman diliminde kendi çapamı atmak istediğim için yaptığımı düşünüyorum. Sahip olduğum geçmişi aktarabileceğim ve geleceğin olduğunu an be an izleyebileceğim süper bencil bir karar.

O yüzden size de sormak istiyorum. Çocuk sahibi olma kararı sizde nasıl gelişti? Sanatçı ve anne kimliklerini nasıl bağdaştırdınız? Sahiplenme sürecindeki deneyiminiz nasıldı? Nasıl geçiyor?

Nazlı ve Alek atölyede, 2023 Mayıs

N.G.H.: Larissa, bu söylediğin çok dokunaklı ve bir o kadar da politik bir şey, çok güzel… Hepimiz farklı insanlarız ve anneliği de farklarıyla yaşıyoruz; fakat bizi birleştiren ortaklıklarımız var ve bunlar çok değerli diye düşünüyorum. Ben hayatım boyunca acaba çocuk doğuracak mıyım diye düşünüp içinden çıkamamış biriyken, 30’lu yaşlarımda ilerlerken aslında çocuk sahibi olmayı çok istediğimi farkettim. Mutlu olduğum bir ilişki içinde olmamın da bunda etkisi oldu herhalde. Hamilelikten ne bekleyeceğimi pek bilmiyordum fakat sonuçta inanılmaz keyifli, tatminkâr ve sorunsuz bir hamilelik yaşadım. Bebeğime, içime düştüğü andan itibaren derin bir aşkla bağlandığımı hissettim. Hamileliğim sırasında ve Alek 5 aylık olana kadar ABD’de partnerimle yalnız başımıza yaşadık. Covid pandemisi zamanıydı. Hamileliği tüm dış seslerden uzak, içimdeki bebekle başbaşa, huzurlu bir inzivada geçirmeyi çok sevdim. Fakat doğumdan sonra bu zamana kadar geçen bu 1 yıl oldukça zorlandım. Oğluma her geçen gün daha büyük anlayış, hayranlık ve aşkla bağlanıyor ve bu hislerle birbirimizin hayatına eşlik ediyoruz; fakat bu muhteşem sürecin zorlukları da çok. İlk altı ay yalnızca emzirdim, hâlâ da emzirmeye devam ediyorum. Yukarıda bahsettiğin bir insan evladının birinci bakım vereni olarak onu hayatta tutma sorumluluğu ağır; uykusuz geçen geceleri, iyileştirmenin sorumluluğu da ağlamasını durdurmanın sorumluluğu da bende diye düşündüm ve oldukça stresli yaşadım bu bir senelik süreci. Partnerim çok yardımcı oluyor ve bakımını yüzde elli bölüşüyoruz fakat yine de bu “anne” olma hali çok yüklü, çok yalnız. Kendi travmalarımı çocuğuma yansıtmamaya çalışıyorum, bu sebeple oğlumla ilişkimin her önemli adımı kendimle de bir yüzleşme yaratıyor. Ayrıca, şüphesiz iyi bir insan yetiştirmek istiyorum. Dediğin gibi hormonlar, içgüdüler, ayrıca korkular, endişeler, güvensizlikler insana hücum edebiliyor ve çoğu zaman akıl sağlığını korumak başlı başına bir meşgale haline geliyor. Bunun yanında dışarıdan gelen ve destek yerine köstek olan, haddini aşan müdaheleler, eleştiriler, saldırılar olabiliyor. En yakın aile bireyinden sokaktaki teyzeye kadar herkes anneliğini eleştirmeyi işten sayabiliyor. Süreç benim için hem öğrenme hem de alışma süreci oldu, olmaya devam ediyor.

Anne olmanın sanat üretimime etkisi de çok büyük oldu. Hamile olduğum süreçte hiç iş üretemedim. Sanki doğa bedenimi ele geçirmiş hayatı üretiyor iken benim üretimimin hiçbir anlamı, değeri yoktur gibi bir hisse kapıldım. Ne yapsam yetersiz buldum. O dönemde yalnızca durmak ve bedenimde olan bitene tanık olmak, hayatın bu büyük döngüsünün ne anlama geldiğini anlamaya çalışmak istedim. Doğumu takip eden aylarda ise tekrardan büyük bir iştah ve çok daha gelişmiş bir anlayışla üretmeye başladım. Bebeğime mekân ve besin olan bedenimin bana ait olduğu düşüncesinin tamamen bir yanılsama olduğunu idrak etmem bende büyük bir uyanış etkisi yarattı. Yani bu bireysellik falan dediğimiz şey bence karmaşık bir yanılsama. Her an, her durum ve vücutta kolektifiz aslında. Sonuçta annelik meselesine dair, kişisel zorluklarımdan yola çıkıp büyük resimdeki yerimi bulmaya yönelik bir tür soyutlaştırmaya ulaşmaya çalıştığım bir dizi iş üretmeye başladım. Bu işlerin üretim süreci evden çıkıp atölyeye gidip yalnız başıma kaldığım tek zaman olduğundan benim için ekstra değerli. Ayrıca bu üretim bana terapi oldu. Zaten sanatın terapötik gücüne inanan bir pratiğim var fakat anneliği öğrenirken sanat üretimimden yardım aldığım için üretim son zamanlarda benim için yepyeni bir anlam kazandı. Uzun lafın kısası, anne ve sanatçı kimliklerinin tek başlarına bile taşınması kolay olmayan kimlikler olduğunu düşünüyorum ve ikisinin bir araya gelişi karmaşık bazı dinamikleri harekete geçiriyor bence. Siz de hissediyorsanız belki konuşmamızın devamında açılır bu dinamikler…

Sibel Horada’nın Mardin Bienali’ndeki yerleştirmesinin son rötuşlarına yardım eden Serra, 2022

S.H.: Benim için de anne olma kararını almak uzun yıllar sürdü. Büyüdüğüm, eğitim aldığım yıllarda, bir gün çocuk doğuracağımı hiç hayal etmemişim. Şimdi düşünüyorum da, o yıllarda kadın kimliğini bile tam olarak sahiplenmemişim. Aklımdaki bohem yaratıcı, münzevi, özgür sanatçı mitleri ile kendini paralayan özverili anne ve ev kadını imgeleri birbiriyle çatışıyordu.

Otuzlu yaşlarımın ortalarına doğru çocuk fikri gündemime girdiği zaman da uzun süre düşündüm. Eve kapanıp mutsuz olmak, gündelik sorumluluklar arasında kaybolmak, üretecek vakit veya arzuyu bulamamak, çok beslendiğim misafirlik programlarına katılamamak, yaratıcı hayatın akışından kopmak, kısacası ihtiyaç duyduğum alanı zihinsel olarak kuramayıp rutine düşmek beni en çok korkutan şeylerdi. İşin kimlik kısmını Larissa’nın ifade ettiği kadar önemsemiyordum ama aynı hantal yükün altındaydım.

Anneliğin nasıl bir deneyim alanı olduğunu ise evimizdeki giysi dolabında doğum yapan kedimiz Mıncık’tan öğrendim. Doğumun ertesinde bitap vaziyette olmasına rağmen hiç durmadan mırladığını, yavrularını emzirirken, yalarken nasıl keyif aldığını gördüğümde olayın haz kısmının bizden gizlenmiş olduğunu fark ettim. Bebek bakımını zorluklarıyla, karşılıksız sevgi tanımıyla, kutsallık yakıştırmalarıyla bilirdim. Bir de beden bilgisinin ne olduğunu idrak ettim. Mıncık kendi annesinden çok küçük yaşta ayrılmış ve daha evvel doğum yapan bir başka kedi görmemiş olmasına rağmen ne yapacağını, yavrularına nasıl bakacağını çok iyi biliyordu. Ben de hamileliğimin her anını ve anneliğimin ilk yıllarını Mıncık’ta gözlemlediğim hazla, hayret ve merak içinde yaşadım. Bedenim zihnimi tamamen ele geçirmiş, kalkmış bir insan daha üretiyor!

Üniversitedeyken, biyoloji bölümünden “Embriyonic Development”, psikoloji bölümünden de “Child Development” dersleri almıştım. Bu bilgiye, beden deneyimi ve ilişkisel alanın nasıl kurulduğuna ve işlediğine dair bilgiler eklendi. Bir insanın özgün bireyselleşme çabalarına şahit olmak, anne-çocuk arasındaki duygulanım alanının telepatik gücünü fark etmek ve bu alanın potansiyeli üzerine düşünmek bana çok ilginç geliyor. Özetle doğurma kararını aldığımdan beri, önümde, üniversitede çalışmış olmama rağmen bilmediğim bir deneyim alanı açıldı. Buradan çok şey öğreniyorum ve bu da pratiğime direkt olarak yansıyor.

Öte yandan, kaynakları verimli kullanıp çoğaltmaya odaklanmak ve kimlik tuzaklarına düşmeden kendi metnini yazmak aktif mücadele gerektiriyor.

L.A.: Didem, küratör olarak senin için anne olma kararından doğuma, oradan bakıma evrilen süreç nasıl gelişti? Tam bu dönemde radikal bir karar alıp kariyerinde de değişiklikler yaptın.

D.Y.: Annelik üzerine düşünmeye başladığımda içinde bulunduğumuz sistemin dişiliğin bastırılmasını ne kadar çok desteklediğini fark ettim. Kadın değilmişçesine var olmamızı bekleyen bir çalışma dünyası var, sanat dünyası dahil. Öte yandan anne olduğunda kadının kendini tüm varlığıyla bebeğine adayacakmış ve bunun dışında var olan hayatı birdenbire sona erecekmiş gibi sert, cinsiyetçi bir önyargı var. Önce bununla mücadele etmem gerekti. Kadının hem kariyerini koruması hem de anneliğini dilediği gibi yaşaması için mükemmel bir planlama yapması bekleniyor. Oysa hamileliğin zamanlamasını çalışma hayatıyla uyumlu bir saat gibi ayarlamak imkânsız ve çok sınırlayıcı olmaz mıydı? Defne Ayas hamile olduğu 2015 senesinde Venedik Bienali Türkiye payvonu küratörlüğünü üstlenmişti. Sergi açıldığında yeni anne olmuştu ve Sarkis ile muhteşem bir sergi gerçekleştirmişlerdi. Ezber bozulmuştu! Beklenenin aksine hamile kadının yerine erkek bir küratör gelmemişti. Bu bana umut vermişti. Bir gün anne olurum diye değil, sanat alanında çalışan kadınlar adına umutlandırmıştı. Bir yandan da cinsiyetçi toplumsal önyargılarla başa çıkacağım diye kendi içgüdülerimden uzaklaşmamayı önemsiyordum.

Annelik serüvenim bağımsız küratör olarak çalışma kararımla paralel gelişti. Almanya’da son çalıştığım kurumda çalışma koşullarında adaletin gözetilmediği bir ortam vardı. On seneden fazla büyük bir tutkuyla sanat kurumlarında çalışmış biri olarak sözleşmem bittiğinde yenilemek yerine ayrılma kararı almak zordu. Üstelik işverenimin “Bağımsız küratörlüğün işsiz küratör anlamına geldiğin biliyorsun, değil mi? Dilersen maaşını artırabiliriz” yorumuna rağmen aldım bu kararı. Sanat kurumlarının çoğunun işleyişi maalesef hâlâ ataerkil. Herkesin birbirini dinlediği, sömürünün olmadığı yatay hiyerarşiyle işleyen kurumların sayısı az. İyi ki direnmişim o dönem. Bağımsız çalışmaya başlayınca serginin içeriğine ve sanatçılarla birlikte düşünme sürecine yakınlaştım. Hayal ettiğim sergileri, çalışmak istediğim sanatçılarla “bağımsız küratör” olarak yapmak bana çok iyi geldi. Bu beni hem küratör olarak hem de kadın olarak güçlendirdi ve kendime yakınlaştırdı. Anne olma isteği tam bu anda doğdu. Hayata karşı cesaretlendiğim, kurumsal statü ve güç olmadan da mesleğimi yapabileceğimi anladığım bir zamandı. Bu süreç beni dişil enerjilere, kendimi yenilemeye, bedenimi dinlemeye ve iç sesimi duymaya yöneltti. Sanki başarılması gereken bir sıra varmış gibi öncelikle iş hayatında belirli bir konuma gelip sonrasında anne olmayı hak ediyormuşuz gibi bir algı var. Oysa ben küratörlüğü kariyer olarak değil, bir düşünce yöntemi olarak görüyorum. İş hayatı, oldu ve yaptım denilecek bir şey değil, tıpkı hayatımızdaki diğer alanlar gibi devam etmekte olan bir süreç. Yazar Başak Kutlu Atay bu konudaki düşüncelerimi çok iyi özetliyor: “Eril kurallarla işleyen rekabetçi dış dünyada (evin dışında, işte, okulda, sosyal hayatta) varoluş savaşı veren birçok kadın, sanki kadın değilmiş gibi, âdet görmezmiş, duygulanmazmış, rengarenk giyinmek istemezmiş, çocuk yapmazmış, emzirmezmiş gibi eril yarışa katılıyor. Eril dünyaya eşit şartlarda katılımın bedeli âdeta kadınlığından vazgeçmek. Birlikte üretmek yerine rekabeti seçmek, sezgilerini, duygularını bastırmak, yalnızca düşünceyi, sonucu, kazanımı yüceltmek… Tamam, bu dünyada varsınız ama sakın kadın olduğunuzu çaktırmayın, diyor çalışan kadına[3].” Bu ayrımcı anlayışı yok sayarak, hem bağımsız çalışmak hem de dişil enerjilerime yaklaşmak, hamilelik, doğum ve ebeveynlik süreciyle birlikte hayatımı değiştiren, feminist mücadeleye daha çoğulcu bir yerden bakmamı sağlayan deneyimler oldu.

Nazlı Gürlek Hodder, Beden Bir Geçit, 2020, ham tuval üzerine akrilik, 190 x 150 cm., enstalasyon görüntüsü, Evliyagil Dolapdere, 2020

L.A.: Geçenlerde yurt dışından kazandığım bir ödül üzerine Documenta 15’e bir atölye için davet edildim. Davet eden kuruma bebeğimle gelmek istediğimi çünkü hâlâ emzirdiğimi açıkladığımda “Bazen bebeğini ve partnerini evde bırakman gerekiyor, biliyorsun değil mi?” diye bir yorum aldım. Açıkçası bu yorum bende yumruk yemiş etkisi yarattı. Çalıştığı kültür kurumundan annelik iznini zar zor alan bir arkadaşımla konuşurken başka bir arkadaşına referans vererek “En azından onun gibi hamile olduğum için kovulmadım,” dedi. Çocuk yapmak gibi kişisel bir kararın sistem tarafından direkt sınır dışı edilme kozu olarak kullanıldığının farkındayım. Didem senin yakın zamanda Art Unlimited’da yayınlanan yazında sözünü ettiğin gibi, Masumiyet Müzesi deneyimin veya aynı dönem Contemporary İstanbul’da çocukların alınmaması üzerine yaşanılanlar gibi örnekler mevcut. Sizin kurumlarla veya sosyal çevrenizle olan ilişkilerinizde iyi/kötü deneyimleriniz var mı?

N.G.H.: Bu sana söylenen korkunç bir şey! Çocuk yapmak, evet, hani bizim gibi bireyselliğini kabul edebilmiş ve ettirebilmiş (ayrıcalıklı diyeceğim) kadınlar için bireysel bir karar belki ama (ki buraya bir parantez açarak kadının toplumsal rolüne dair şartlanmaları ne denli içselleştirmiş olabileceğimiz tartışmasını hatırlatmak ve “aslında ne denli özgür iradeye sahibiz?” sorusunu eklemek isterim), diğer yandan da bu kararla aslında insanlığa katkıda bulunuyor hatta insan hayatının devamlılığını sağlıyor olduğumuz gerçeğinden de bahsetmek istiyorum. Anne olan kadınlar olarak gördüğümüz saygısızlığın bireysel düzeyde incitici olmasının yanında, küçümseyemeyeceğim bu insani görev düzeyinde de gerçekleşiyor olduğuna dikkat çekmek isterim. Şu ana kadar dünya üzerinde bir kadının rahminde büyümemiş tek bir insan hayatı yok ve bence sırf bu sebeple dahi daha fazla saygıyı hak ediyoruz. Hamilelik ve doğum sonrası dönemimde kurumlar düzeyinde fazla etkileşimim olmadı fakat sosyal çevrem içinde benzerini yaşadım. Bu sizin başınıza geldi mi bilmiyorum, çocuğu olmayan arkadaşların sohbet ve ilgilerinden dışlandım veya deneyimimden bahsettiğim vakit, sıklıkla sıkıntı veriyormuşum izlenimine kapılıyorum. Sanki çocuklu bir annenin yaşadığı zorlukları yalnızca başka çocuklu anneler dinleyebilirmiş gibi; anneler toplumun genelinde ufak bir nişe aitmiş gibi. Kurumlar, bireyler, arkadaşlar, akrabalar kısacası herkesin anneliğe dair perspektiflerini yeniden düzenlemesinin vakti geldi de geçmedi mi artık?

D.Y.: Kesinlikle! Anneliğin kutsallaştırılması ya da marjinalize edilip dışlanması birbirine zıt iki uç, çifte standart ve toplumsal iki yüzlülük. Oysa bunun bir dengesi var, o da anneliğin normalleşmesi. Larissa, yaşadığın bu deneyim çok vahim! Sanatçı bir anne olarak nasıl davranman gerektiğinin kararını ancak sen verebilirsin. Etkinliği organize eden kurumun kendinde bu otoriteyi ve cüreti görmesi çok zehirli bir şey. Her şeyden önce bebeğinin ya da partnerinin evde bırakılması gereken “şeyler” olarak algıladıklarının farkındalar mı? Peki, senin tepkin ne oldu, onlara bu konuda eleştirel bir yanıt verdin mi?

L.A.: “Kaygılarınız için çok teşekkürler ama bu benim vereceğim bir karar sanırım” dedim. Bunu söylerken bile kendimden pek de emin değildim.

D.Y.: Bu yanıtın onları utandırdığını umarım! Bu tür ayrımcılıklara kara mizahı andıran, söylediklerini tersyüz eden yanıtlar vermek bana iyi geliyor. Yaptıklarının kabul edilebilir olmadığını açıklamak duygusal emeğe giriyor ama daha sonra benzer davranışla karşılaşma ihtimali olan ebeveyn sanatçılara da sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum. En kötüsü de bu tür ayrımcı davranışların en beklenmedik kurum ve kişilerden gelmesi değil mi? Temsiliyetlerinde toplumsal duyarlılığı, eşitliği, siyasi bilinci ve etiği önemsediklerinin her fırsatta altını çizip basın bültenleri, sunum ve sosyal medya gibi görünürlüklerde kendilerini çok bilinçli bir yere konumlandıranların iş eyleme geldiğinde tam tersini yapıyor oluşları keskin bir çelişki. Bebekli bir izleyici olarak Masumiyet Müzesi’nden atıldığım o gün müzenin girişinden uzun süre gitmemiş olmam, “Siz bizi yok saymaya çalışıyorsunuz ama biz burdayız” mesajını taşıyordu. Yazı yazma fikri de bu içgüdüyle doğdu. Bir mağduriyet hikâyesi değil, bir deneyim paylaşımı ve farkındalık yaratma isteğiydi. Bu süreçte dördümüzün diyaloğu çok kıymetliydi. Olayın şokunu aynı gün sizinle paylaşmak çok rahatlatıcıydı ama en önemlisi yorumlarınızla gelen destek beni çok güçlendirdi. Bu paylaşımlar için hepinize teşekkür ederim. Larissa’nın ilk sorusunda tarif ettiği sinir hali müşterek ama öyle güzel bir his ki yarattığı bir aradalık şahane!

S.H.: Her zaman sinirlenmek de mümkün olmuyor, bu yüzden senin deneyimine destek olmak ve o öfkeyi paylaşmak da beni güçlendiren bir şeydi.

Yedi buçuk yıllık anneliğim sürecinde nasıl ayrımcı davranışlarla karşılaştım diye düşündüğümde, aklıma şu iki örnek geliyor: Kampüse eş kabul edip, çocuk kabul etmediğini gerekçelendirebilen bir misafirlik programıyla uzun pazarlıklar yapmam gerekmişti. Bir kere de “çocuk gürültüsünden hiç hoşlanmadığını” rahatlıkla beyan edebilen bir galericiyle karşılaştım. Ne var ki sanatçı ve anne kimliklerimi ayırma lüksümün azaldığı bu döneme dair hatırladıklarım bu ikisi olmayacak.

İkinci çocuğum pandeminin son döneminde, ertelenen tüm etkinliklerin arka arkaya sıralandığı yoğun bir zamanda aramıza katıldı. Versus Art Project’teki kişisel sergim devam ederken doğdu ve henüz altı aylık olmadan yollara düştük; farklı şehirlerde, kurulumu hiç de kolay olmayan sergilere katıldık. Bu süreçlerden hatırlayıp vurgulamak istediğim şey, birlikte çalıştığım kurum ve insanların maddi ve manevi destekleri. Gerçekten özel ihtimam gördüğümüzü hissettim… İhtiyaçlarımız konusunda net olmanın, kendimden şüphe etmememin de faydası oldu. Şimdi bu ihtimamı norm haline getirmenin zamanı. Çünkü annelik özel olduğu kadar da sıradan bir şey, sanat dünyasının da buna alışması gerekiyor.

N.G.H.: Aynen öyle, Sibel, artık bunun zamanı. Didem’in bahsettiği gibi yapısal dönüşümleri tetikleyen girişimlere ve senin bahsettiğin gibi pozitif desteğe bir örnek, işimin yakın zamanda bünyesine dahil edildiği, İngiltere’deki “Procreate Project” adında bir oluşum. Yine Didem senin yukarıda bahsettiğin Mother Art Prize’ı da bu oluşum veriyor. Sanatçı olan ve bu dönemde anneliği deneyimlemekte olan kadınların işlerinin sistem içinde desteklenmesi, normalleştirilmesi ve arşivlenmesine yönelik bir girişim bu. Kreş hizmeti de sunan sanatçı atölyeleri var. Bu yepyeni ve bence güzel bir model. Basılı ve podcast yayınları yapıyorlar ve çevrimiçi bir arşiv oluşturmaktalar. İşlerin poster halinde toplandığı ve İngiltere’deki kamusal alanlarda sergilendiği bir projeleri var bu arşivle bağlantılı olarak.  Body Is A Portal adlı işim, bu arşive dahil oldu ve şu anda poster formatında kamusal alanda sergilenmekte. Bu türden girişimlerin yakın zamanda her yerde çoğalacağını göreceğiz diye tahmin ediyorum; gitgide ihtiyaç dahilinde sayılarında artış olacaktır. Anneliği bir nişe hapsetmeyelim, tabii ki, sıradanlığı ile normalleşsin, fakat o noktaya gelene kadar sanıyorum ki biraz “pozitif ayrımcılık” gösteren projelere ihtiyaç var… Üreten ve aynı zamanda çocuk büyütmekte olan kadınların pratiklerinin sanat sistemi içinde normalleştiği bir ortamı bizler, hep birlikte, taleplerimiz ve girişimlerimizle gerçekleştireceğiz diye düşünüyorum.

D.Y.: 2022’de Tarabya Kültür Akademisi’nin dört aylık misafirlik programına başladığımda oğlum Teo yedi aylıktı. İnternet sitesinde her ne kadar çocuklu aileler için uygun olduğu belirtilse de çekincelerim vardı. Program başlamadan önce bebekle geleceğimin her fırsatta altını çiziyor ve bebek bakımı için gerekli eşyaların olup olmadığını soruyordum. Bu soruların “talepkârlık” olarak değil, olması gereken koşullar olduğunun bilincindeydim. Geldiğimde bebek yatağından, bez değiştirme masasına kadar her şey ayarlanmıştı. Tarabya Kültür Akademisi misafirleriyle yakından ilgilenen idari işler sorumlusu Sinem Tekel ve tüm ekip program boyunca rahat etmemiz için elinden geleni yaptı. Ofis olarak kullandığım atölyede bir bebek arabası bile vardı! Bir yandan emzirebileceğim bir yandan da çalışabileceğim bir ortam hazırlanmıştı. Bu koşullar yeni bir anne olarak çalışmalarımı mümkün kıldı, beni cesaretlendirdi ve destekledi. Hayatım boyunca unutamayacağım bir destek bu. İş hayatında kadınların ve annelerin güçlendirilmesine yönelik yaşadığım bir diğer olumlu deneyim Yapı Kredi Kültür Sanat’la oldu. “Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet” sergisini hazırladığımda Teo henüz bir yaşında bile değildi. Bana anneliğin getirdiği sorumluluklarımla iş sorumluluklarımı dengeleyebileceğim bir çalışma koşulu sundular. Kadınları iş hayatı ya da annelik konusunda seçim yapmaya zorlayan şey sistemin kendisi, çünkü yeterli destek mekanizması oluşturulursa kadının yapamayacağı şey yok.

Bununla beraber bizden önceki kuşakların sanat dünyasında anne olma konusundaki deneyimleri nasıldı ve ne gibi alternatifler ürettiler bunu düşünmeden edemiyorum. Almanya’ya yaptığımız “Mothers, Warriors and Poets” sergisini, Türkiye’de yapacak olsam işe güçlü bir kamusal programla başlardım. Örneğin İnci Eviner 2000’lerin başında bir sanatçı konuşmasında aynı anda anne ve sanatçı olmanın zorluğunu vurgulamıştı. O zamanlar ne demek istediğini tam olarak kavradığımı sanmıyorum ama bu konuyu dillendirmiş olması aklımda yer etti. Yeri gelmişken Hale Tenger’in benimle paylaştığı bir deneyimi de aktarmak isterim. Belçika’da sadece kadın sanatçıların yer aldığı karma bir sergiye davet ediliyor. O dönem yeni anne olan Hale Tenger daveti kabul edip bebeğiyle sergiyi kurmaya gidiyor. Serginin açılışından iki gün önce işinin kurulumunu bitiriyor. Kurumun da bilgisi dahilinde, Manifesta Bienali’nin daveti üzerine Witte de With’de kendisine ayrılan sergi mekânını görmek için bir günlüğüne kentten ayrılıyor. Geri geldiğinde otel odasının kendisinden habersiz boşaltıldığını görüyor. Bebeği ağlıyor. Biberon, mama, her şey toplanmış, özel alanına izinsiz girilmiş. Kurumlar çalıştıkları sanatçının kişisel alanlarını değil, kendi görünürlüklerini ve bütçelerini önceliklendirdikleri sürece buna benzer olumsuz deneyimler yaşanacak. Bu gibi durumlarda sanatçıların kendilerini nasıl koruyacakları üzerine bir strateji geliştirmeleri, dostluklar, paylaşımlar ve örgütlenmeler üzerinden dayanışma içinde olmaları çok önemli. Örneğin “Mothers, Warriors and Poets”sergisine yön veren “How Not To Exclude Artist Parents: Some Guidelines for Institutions and Residencies” kurum ve misafir sanatçı programlarının ebeveyn sanatçıları dışlamamaya yönelik hazırladığı kılavuz yapısal değişiklikleri talep eden çalışmalar anneliğin ve sanatın bir aradalığını normalleştiren bir zemin açıyor ve acil bir değişim talep ediyor.


[1] Metni yazarken ilişkilendiğimiz kurumları ve kişileri olabildiğince açık vermek istedik. Hem aktarılan deneyimleri kişileri ile sabitleyebilmek için hem de yapılan ayrımcılığın beynelmilel olduğuna dikkat çekmek için.

[2] Sizlere bahsettiğim diyaloğu olduğu şekilde aktarmak çok isterdim ancak etkinlikteki bütün konuşmalar kayıt altına alınıp paylaşılacağı söylense de özellikle bu konuşmaya dair herhangi bir veri internete ya yüklenmemiş ya da silinmiş olabileceğini tahmin ediyorum. Arşiv unutmaz ama unutturulur.

[3] Doğumun Bilgeliği: Günümüz Kadını İçin Doğuma ve Bebeğe Hazırlık Rehberi, Başak Kutlu Atay, Kuraldışı Yayınları, 2018.


İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Raziye Kubat’la dağ köyüne dönüşünü, romantik imgelerden uzak bir perspektifle, doğanın sertliği ve direnişiyle şekillenen yaratım sürecini konuştuk.

Kütüphane

Sanat Dünyamız dergisinin "Sanat Tarihi Nasıl Yazılır?" temalı Eylül/Ekim 2024 tarihli sayısında yayımlanan Sezin Romi'nin yazısı Argonotlar Kütüphanesinde.

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!