Yoğunluk sanat kolektifinin Arayüz başlıklı yerleştirmesi, Bilsart’ta izleyicisiyle buluştu. 2013 yılında İsmail Eğler, Nil Aynalı, Elif Tekir ve Nezih Vargeloğlu tarafından kurulan Yoğunluk, amacını “nitelikli mekânları yeniden keşfetmek ve onlarda saklı olan bazı nitelikleri ortaya çıkarmak” olarak tanımlıyor. Uzun zamandır radarımda olan, felsefesine ve yaratım modeline büyük saygı duyduğum ekip, projeyi aslında başından beri bu mekân için tasarlamış, ancak başka bir kurumun yönetiminde olduğu o dönemde hayata geçirilememiş. Yedi yıllık bir bekleyişten sonra kavramsal çerçevesi temelde aynı kalmakla birlikte kullanılan malzeme ve yaratılan etkilerde bazı minör değişiklikler yapılmış. İsmail’e göre ise “bu minörler iş etkiye geldiğinde son derece majör olabiliyor.”
Bilsart’ın sergi mekânı, asimetrik ve katmanlı yapısıyla daha içeriye girer girmez dış dünyayla olan ilişkimi koparıyor. Önümde uzanan koridorda karanlığın derinliklerine doğru ilerlerken, içeriden sızan dumanın da etkisiyle merakım iyice artıyor. Bu süreçte içinden geçmem gereken zarımsı kumaş kapılar, bende yuvasına gizlice girdiğim tehlikeli bir tür ile her an karşılaşacakmışım gibi bir tedirginlik yaratıyor. İkinci kapının ardından karşımda tüm çıplaklığıyla duran ışık kaynakları ve yan duvara düşürdükleri gölgem, bana bir tür kurgunun içinde olduğumu anımsatıyor. Bu aşamada kendimi daha çok “dışarıya” ait hissetsem de bana vulvayı çağrıştıran son kapıdan da geçip esnek kumaştan duvarlarla tanımlanmış iç çepere vardığımda, tuhaf bir aidiyet duygusu yaşıyorum. Kendimi anne karnındaki bir cenin gibi huzurlu ve güvende hissetmeye, kakofoniden uzak bu ortamda anın getirdiklerine odaklanmaya başlıyorum. Artık ben de kurgunun bir parçasıyım.
Işıklar zayıflıyor ve yüzeyde birtakım gölgeler beliriyor. Eller. Sonra sesler ve yine gölgeler. Gölgeler önümden geçtikçe, aklıma Platon’un mağara alegorisi geliyor. Kumaştan çepere, “dışarıda” olup bitenleri anlama ümidiyle merakla dokunuyorum. Eller bazen sıcak ve hacimli, bazen sadece görüntüden ibaret. Bu sekans tüm duyularımı keskinleştirirken, artık nerenin içerisi, nerenin dışarısı, neyin gerçek, neyin yanılsama olduğunu bilmiyorum. Sersemliyorum. O çaresiz farkındalıkla, mağaranın dışındaki hakikatin peşine düşüyorum ve vulvamsı kapıdan çıkıp kumaş strüktürün çevresinde dolanıyorum. Yine aynı belirsiz, tanımsız dünya. Dışarısı da içerisi kadar gerçek ve yine onun kadar kurmaca.
Aklıma gözetleme/gözetlenme meselesi düşüyor bu kez. Hatta voyeurism. Arayüz o rol dağılımını da belirsizleştiriyor, daha doğrusu belirsizlikte eşitliyor. Duvarın diğer yanındaki de benimle ilgili, benim onunla ilgili bildiklerimden fazlasına erişemiyor. Birbirimiz için, sadece arayüzün izin verdiği kadarıyla oluşup devinen birer imgeden ibaretiz. Hayat da böyle değil mi? Yoksa Arayüz, kendini teatral, senografik bir laboratuvar kisvesi altında sunan hiperrealizm mi?
Tüm deneyim boyunca tutunabildiğim tek gerçeğin, akışın kendisi olması bundan mı? İsmail, “mekânı homojen bir kap olarak görmeyerek kendi içinde değişken dinamikleri olduğunu ve içindeki canlı ya da cansız var olanlarla sürekli bir dönüşüm halinde olduğunu” göstermek istediklerini belirtiyor. “Fenomenolojik düşünüşe ve yeni materyalist eğilimlere göz kırptıklarını” da ekliyor: “Yoğunluk, sergileme formatlarında yeni arayışlar içindedir ve işler âdeta bir laboratuvar ortamındaymış gibi prototiplenir.”
Neden bu ismi seçtiklerini de soruyorum: “Girdiğimiz mekânlarda bir yoğunlaşma süreci yaşarız. Vakit geçirir, demleniriz. Denediğimiz araçların sonuçlarını görmek için de hep bekleriz. Dener, yanılır, tekrar deneriz. Aynı zamanda mekânın yoğun ve baskın bazı niteliklerini öne çıkartırız. Bu her zaman görünür olmak zorunda değildir” diye açıklıyor. Yoğunluk’un üretim süreçleri de, ürettikleri süreçlerin kendileri gibi değişkenlik gösteriyor. Bazen mekânda hissettiklerinden yola çıkıp bir kavram üzerinde tartışarak, bazen de ellerindeki bir kavramı uygun bir mekâna uyarlayarak ilerliyorlar.
Artık İsmail ve Nezih’in sürdürdüğü kolektifin bir diğer ilginç yanı, “bitmiş” iş yapmaktan olabildiğince kaçınması: “Yine genellikle projeler tam olarak tamamlanmış değildir. Son ürün diye bir şeyden bahsedilemez. Son güne kadar gelişebilir. Hatta iş sergilenirken bile küçük müdahaleler yapılır. İşler kimi zaman da gelişmiş prototipler olarak da görülebilir. Örneğin Arayüz’de kullanılan ana fikir, ileride farklı formlarda ve yerlerde karşımıza çıkabilir.”
Hiyerarşiden uzak ekip çalışması da Yoğunluk’un ayırt edici özelliklerinden: “Genellikle süreç, ortaya atılan bir fikir ile başlar ve ekibin diğer üyelerinin yorumlarıyla zaman içinde şekillenir. Bu fikir kimi zaman bir resim, hayali bir imge, bir etki veya bir atmosfer tahayyülü şeklinde olur. Kavramdan yola çıktığımızda ise elimizde önceden düşünülmüş, üzerine nadasa yatılmış birkaç fikir vardır ve bunlar mekânsallaştırılmaya çalışılır. Sonrasında nasıl yapılabileceği meselesi devreye girer ve projeyi bir prototipe dönüştürme sürecine gireriz. Bu süreçte ışık, ses ve kullanılacak diğer ifade biçimleri tartışılır. Formlar ince ince tasarlanır. Kavramsal kısımda ben daha etkin rol oynarken Nezih işin nasıl yapılacağına daha hakim olan kişidir. Ekibin diğer üyeleri fikir aşaması ve prototipleme de dahil olmak üzere her konuda inisiyatif alırlar.”
Son olarak, bağımsız oluşumlar için sürdürülebilirliğin bu denli zor olduğu bir dönemde on yılı aşkın bir süreklilik söz konusu olunca, bunu neye borçlu olduklarını soruyorum:
“Kişisel kaynaklardan besleniyoruz; özveri demeyelim artık. Sponsorluklar bile zor. Bariz biçimde kendini tamamen adama işi. Gerek karşılığını alamamak gerekse elindekileri vermek bakımından. Getiri olarak yalnızca projelerden elimizde kalan bazı malzemeler ve ekipman oluyor. Açıkçası bu devir için bu da güzel.”