Bundan yedi yıl önce, bir bahar günüydü. Hâlâ her aklıma geldiğinde kendimi şanslı sayarım Füsun ve İlhan Onur’la birlikte o evi soluyabildiğim, biriktirdikleri anıları kıyısından köşesinden onlardan dinleyebildiğim için… Arter’deki Aynadan İçeri sergisinin hazırlık sürecinde röportaj yapma fikrine pek de sıcak bakmayan Füsun Onur’un “olur”unu almaya gitmiştik. Emre Baykal’ın o evi sarmalayan, evden taşan, evi Arter’e taşıyan (Israrla “ev” diyorum Kuzguncuk’taki o tarihi yalıya. Daha sıcak kılıyor sanki, daha Füsun Onur’a dair geliyor bir de. Ve evet Emre Baykal da ev deyip duruyordu) muhteşem yazısı da zaman zaman açıp okunasıdır.
Emre, adını Lewis Carroll’ın “Through the Looking Glass” kitabından ödünç alarak kurduğu sergi vesilesiyle bir yıla yayılan düzenli ziyaretlerinde cep telefonu, internet, faks kullanılmayan bu evdeki teknolojik yoksunluğun büyük bir imkâna dönüştüğünü, bu sayede kendisine o dünyanın kapılarının gerçek anlamda aralandığını söylemiş, hemen “aynadan içeri” girivermişti. Öyle ya Füsun Onur’un üretimlerini anlamak için o evin içinden geçmek gerekti. Çünkü her şey, hep ve hâlâ orada kurgulanıyor, orada olup bitiyor, hatta bazen orada son buluyor (Füsun Onur’un denize bıraktığı işlerini kastediyorum).
Evden ayrı, Füsun Onur ve İlhan Onur’dan ayrı, Emre’nin deneyiminden ve yazısından ayrı etkilenmiş olarak röportajın giriş yazısına şöyle başlamıştım:
“Önce ev…
İstanbul büyüdükçe sanki durduğu yerde küçülmüş bir ev, deniz kenarında. Dışarıdan içerideki dünyayı sezmek mümkün değil. Füsun Hanım kapıyı tellendirdiği sigarasıyla açıyor, peşinde Zorba… İlhan Hanım da göründü ardından… Ve işte içerdeyiz…”
Porselen fincanlarda çay ikramına sonsuz kedi hikâyesi eşlik etmişti ilkten: Mavi gözlü beyaz kedi, Güzel Kız, Sarman, Zorba, Tekir…
“Tekir’e Ağıt” işinin öznesi Tekir, serseri ve başına buyruk. Ara sıra uğruyor eve, sonra hastalanıyor, Füsun Onur onu her gün elleriyle doktora taşıyor, ölünce ardından “ağıt” yakıyor ve bir daha kedi istemiyorlar. Ama zorla hayatlarına giren Zorba’ya da hayır diyemiyor iki kardeş. “Aklım çocukluğumda bahçemize gelen mavi gözlü beyaz kedide hâlâ,” demişti Füsun Onur ama Zorba’dan sonra da eminim bir başka kedi usulca girmiştir hayatlarına.
Kendisinden bahsetmeyi sevmiyor Füsun Onur, bu aşikâr. Tıpkı müzik için kurduğu şu cümle gibi sözcüklerle ya da nesnelerle kurduğu bağ: “Müziği çok sevdiğim için ama seslisini yapamadığım için sessiz müzik yapmaya çalışıyorum.”
O zaman alt kata, atölyeye inilecek. İşleri onun yerine konuşacak. Şöyle demişim o yazıda:
“Atölyede.
Atölyeye yolculuk bile bir seremoni sanki. Evden çıkılıyor, Füsun Hanım önde anahtarıyla küçük avludan aşağıya doğru yöneliyor. Kapının ardında iç içe odalar, her yerde her şey var.
Atölye, canlı bir müze. Bir çift gözün hafızasına bir kerede katabileceği mekânlardan değil.”
Kutu içinde kutulardan çıkan bir hediye gibi ev. Gerçekliği ihtimal değil. Var. Ve o yüzden masalsı, tılsımlı. Atölyede deniz kokusu, rutubet ve dalgalı ışıltılar içinde nesnelerin hükmü sürüyor. “Huzurlu bir kalabalık” diyordu Emre yazısında, tam da öyle. O huzurlu kalabalığı onun sözleri aktarsın:
“… Çikolatalı kapının üzerinde bulunduğu uzun koridorun karşı duvarı boyunca devam eden geniş bölüm – eser sandıkları, mukavva kutular, pleksi levhalar, baloncuklu naylonlara sarılmış boy boy, biçim biçim paketler, katlanmış kraft kağıtları, selofan rulolarıyla – tıklım tıklım dolu, içinde dolaşmaya doyum olmaz bir labirent. Koridorun sonunda geniş bir odaya açılan, üzerine küçükken Füsun’un mavi fon üzerine kırmızı bir çiçek buketi boyadığı çiçekli kapı. Odada tam karşıda, hafifçe aralık kalmış iki dişi arasından gün ışığı sızan panjurlu ahşap kapı – şu an kapalı olduğu için manzarayı göremesem de – Boğaz’a bakan terasa açılır. Sağdaki iki kanatlı kapının bir kanadında, kollarında çiçek sepetleriyle bir çiçek takının altından geçen bir kızla bir oğlan resmedilmiş – bu sihirli geçiş anını hiç değiştirmeden sonsuza dek tekrarlayacak gibiler. Kapının diğer kanadındaki üzümler ve kirazlar da tazeliklerini hiçbir zaman kaybetmeyecekler gibi. Camlı üst bölümleri sıkışıklıktan yer yer üst üste bindirilmiş davetiyeler, eski gazete kesikleri, fotoğraflar, kartpostallarla kaplı bu kapının açıldığı, bir öncekinden biraz daha geniş odayı, vitray bir pano hafifçe ikiye böler. Panonun renkli camlarının ardında saklanmaya çalışır gibi sırtını iyice duvara yaslamış, hiçbir özelliğiyle dikkat çekmeden öylece duran alelade gardırobun kapısını hafifçe aralayınca…”
Emre Baykal’ın bahsettiği -annelerinin Füsun Onur ve iki kardeşine ait çocukluk giysileri, oyuncaklar ve eşyalarını sakladığı- o gardırop da Arter’deki sergiye taşınmıştı.
Sonra “Rezistans” serisiyle çeşitli üretim mekânlarına giren Ali Kazma’nın Füsun Onur’un dünyasının kapılarını araladığı “Ev” adlı video çalışması da Aynadan İçeri sergisinde yerini almıştı. Bir de, gerçekleşmemiş bir sergi projesi için tasarlanıp eskiz olarak çizilen ve bu sergi için üretilen “Pembe Bot” adlı video var tabii. Füsun Onur’un bir deniz fotoğrafının üstüne fosforlu pembe kalemle çizdiği bir kayık ve onu takip eden üç dikdörtgenden oluşan eskizi, pembe bir bota dönüşerek atölyenin önündeki Boğaz sularında dalgalarla ve güneşle dans ediyordu artık. Füsun Onur’un biriktirdiği kadar atölyesinden denize bıraktığı, kim bilir belki de “özgürleştirdiği” bazı işlerini de hatırlatarak…
İlhan Hanım onun işlerinin fotoğraflarını çekmeye, envanterini tutmaya başladığında da itiraz eden Füsun Onur: “Zaten o kadar masraf ediyoruz, bir de fotoğraflarını mı çekiyorsun,” diyormuş başlarda. Bugün Füsun Onur’a dair bir arşiv varsa onun mimarı İlhan Onur.
“Bir kaynaktayız anlayacağınız, gözler her şeyi yutmak ya da kaydetmek istiyor ama nafile…” demişim o röportajda.
Ne şans ki, Füsun Onur ile ablası İlhan Onur’un doğup büyüdüğü, yaşamlarını sürdüğü, onlarla özdeşleşen aile mirası Hayri Onur Yalısı, soran gözler, meraklı zihinler için kapılarını aralayacak ileride. Arter’in oluşturacağı misafir sanatçı programlarına ev sahipliği yapacak yalıda, yaşam alanı olan giriş katı olduğu gibi korunacak, üst kat sanatçılar için misafir evine dönüştürülecek, Füsun Onur’un atölyesi ise konuk sanatçıların kullanımına açılacak.
Vehbi Koç Vakfı’na bağışladıkları Hayri Onur Yalısı, halihazırda bir müze-ev aslında, bir harikalar diyarı. Tarihi kimliğine bugünde de anlamlar yükleyerek, durduğu yeri genişletip esneterek Füsun Onur’un “sessiz müzikleri” gibi kendi şarkısını söylemeye devam edecek.
Mazi, hayaller ve kediler
Doğup büyüdüğünüz, hayatınızı geçirdiğiniz, eserlerinizi ürettiğiniz bu tarihi yalı, hem çok sade hem de çok yüklü bir yapı. Öncelikle bu mütevazı ve anılarla yüklü aile yadigarı yalıya adını da verdiğiniz babanız Hayri Onur’la ve elbette anneniz Nedime Hanım, kardeşleriniz Senih Bey’le bu evde geçirdiğiniz zamanlara, evin gündelik ritüellerine dair neler geliyor aklınıza? Yalıyla kurduğunuz bu yoğun ve vefalı ilişkinin gerisinde ne yatıyor?
Üst katta, kapısı camlı içinde perdesi olan tılsımlı bir oda vardı, “kütüphane odası” derdik. Orada kitaplarımız, oyuncaklarımız vardı. Abimle hep o odaya girerdik. O gemilere düşkündü, düt düt der dönüp dolaşırdı odanın içinde. Ben önümde bir bebek, o bebek hiç evlenmeyecek, faydalı biri olacak… Dışarıdan sesler duyardım, denizde yüzenlerin sesleri…
O odada bir de bir dolap vardı, birimizin çizdiği at resmi vardı üzerinde. Babam resim yapmamızı, kitap okumamızı çok isterdi. Dolaba, duvara, olmadı kumaş mendile çizin, yeter ki durmayın derdi. Bizi sınırlamak istemezdi hiç. Kitap, oyuncak, çocuk mecmuaları taşırdı bize hayalimiz genişlesin diye. Eve gelince “Benim Leonardo kızım çalışıyor,” derdi. Annemse minyatür objeler severdi. Ben hepsini severdim. Böyle şeyler geliyor aklıma…
Bu evden ayrıldığımızda beş yaşındaydım. Okul için taşınmıştık, buraya yazları geliyorduk. Senelerce böyle devam etti. 1951’de babamı kaybedince burayı kiraya vermek zorunda kaldık, sonra ben Amerika’dan döndüğümde alt katı atölye yapmak için boşalttık. Her sene yazın İlhan’la buraya gelir, yılbaşında anneme eve dönerdik.
Sonra tekrar yalıya taşındınız ve yurtdışından döndükten sonra neredeyse bütün üretiminizi bu evde yaptınız. “Seyircinin kafasına yerleşmiş, biçimlenmiş bütün geleneksel basmakalıp alışkanlıklardan kurtularak bir yapıta bakmasını istiyorum. Resmi durağandan kurtarmak için zamana yaydım, çünkü çoğu ilgilerimiz değişim, zaman üzerine kurulu. İletişim kurduğumuz alan bunlar.” Bu sözler de size ait. Bu ev burayı ziyaret edenlerle, sanatçılarla nasıl bir iletişim kursun istersiniz?
Sanatçıları serbest bırakacak bir iletişim… Burası nasıl değişir, dönüşür bilmiyorum, bende böyle kalacak ama genç sanatçıların birilerini taklit etmeye yönlendirilmelerini onaylamıyorum, çünkü sonra ondan ibaret biri olabilirler. Mesela ben Hadi Bara’ya tapardım, çok iyi bir hocaydı ama “Gidin etkilendiğiniz bir heykeltraşı bulun, onun yaptığının benzerini yapın ama kendinizden de bir şey katın,” derdi. Ben onu dinlemedim, oluruna bıraktım ve kendi gördüğümü yaptım. Bir de genç sanatçılar bu işten para kazanacağız demesinler, parayı başka yerden kazansınlar. Ben sıkıntı çektim ama pes etmedim. İlhan da, ben de seve seve yaptık bunu.
Yalının Vehbi Koç Vakfı’na bağışlanma ve bir müze-ev olarak hizmet verme, sanatçılara açılma kararı nasıl verildi? Bu kararı almanızdaki etkenler nelerdi?
Böyle olmasını hep beraber kararlaştırdık. Bir tek bu vakfın layığıyla koruyacağına güvendik. İlhan’la, hatta abim hayattayken de konuşurduk, hepimizin ortak kararıydı.
Son sorum bir diğer vazgeçilmeziniz kediler üzerine… Sizi ziyaret ettiğimde Zorba’yla birlikteydiniz ve onun hayatınıza nasıl girdiğini dinlemiştim sizden. Şimdi durum ne, yalıyı hangi kediler yokluyor?
Zorba hâlâburada, 7-8 yaşına geldi. Bizi son yoklayan ise sarı Lolita oldu. Lolita birden bitti kapımızda. Düzenli yemek vermeye başladık ama ara ara kaçıyordu. Sonra kışın komşu bizim bahçede bir yer yaptı, orada kalıyordu. Geçen kış sert bir dolu yağmıştı, o günlerde ortalık yıkılınca bulamadık, yerini değiştirmiş diye düşündük. Meğer aşağıya, atölyeye geçmiş. Bir gün baktım atölyedeki heykellerin arasındaki bir rafa saklanmış, kıvırta kıvırta çıktı. O zamandan beri üst kat Zorba’nın alt kat Lolita’nın. Birbirlerine alışmadılar. Zorba yaramaz, ortalığın altını üstüne getirir. Aşağıdaki ise çok terbiyeli, hiçbir şeyi dağıtmaz. Duvardaki fotoğraftaki de Tonton. İlkokul yıllarımın kedisi. Van’dan getirmişti komşularımız, peşime takılıp duruyordu, omzuma atlar gezerdi, öyle olunca bize verdiler. Şu büfenin parmaklığında yürür, annemden bisküvi isterdi. Şu anda iki kedi var ama çok kedi geçti buradan. Güzel Kız, Mahmut, Sarman, Tonton…