Bir sergi kimi zaman gösterişli, kalabalık, zengin görüntüsüyle kendini gösterir kimi zaman da aurasıyla izleyicisini yakalar, içine alır, bütünleşir. Tersten düşünürsek izleyici de ya izlediği şeyin ışıltısından etkilenir ya da o şeyle yaşadığı bütünleşme, içine girebilme duygusunda bir anlam bulur.
Oysa Uras Kızıl’ın küratörlüğünde SANATORIUM’da açılan “Şeylerin Fısıltısı” sergisi böyle değil. Sergi, güçlü sesinden çok fısıltısıyla; sarıp sarmalamasından çok mesafesiyle izleyicideki yerini buluyor. Sinem Dişli’de vitrinden başlayan mesafe, Sibel Horada’nın kıyıya vuran köpüklerinde görünür olurken Ege Kanar’da ise Mars’a uzanan bir hâl alıyor. Nitekim izleyici de başarılı bir küratoryal anlatı ve sıralamayla sergiyi tamamladığı ilk anda belirli bir mesafede kaldığını, serginin içine giremediğini düşünüyor.
Sergi belki de tam olarak buraya yaslanıyor. İnsan, sergilenen şeylere mesafelenirken merkezi konumunu sorgulamaya başlıyor. “Şeylerin Fısıltısı”, insanın görme rejiminden yavaşça uzaklaştığı, maddelerin sesine ve hikâyelerine dikkati çeken bir seçki. Ne olduğunu söylemek zor ama steril değil, romantik hiç değil… Belki bir ilişkisellikler alanı, manzaranın yeniden icat edilişi!
Manzaradan parçalar: İnsan merkezden çekildiği zaman
“Şeylerin Fısıltısı”, bağlamını Uras Kızıl’ın kavramsal çerçevesinde bulan bir sergi. Kızıl’ın sergi metni bu noktada kapsamlı bir düşünsel soykütüğü içeriyor. Manzaranın 17. yüzyıldan bu yana nasıl insanın düzenlediği bir yüzey, bir “bakış nesnesi” olarak kurulduğunu; romantizmin yüce estetiğinde nasıl bir kırılma yaşandığını; Darwin’den Morton’a uzanan düşünce hattında insanın merkezi konumunun nasıl eridiğini hatırlatıyor. Bu tarihsel arka plan serginin estetik çerçevesini de çiziyor: Artık manzara insan tarafından “seyredilen” değil, insan olmayan unsurların birbirleriyle kurduğu ilişkilerin görünür hâle geldiği bir mekânsal şebekedir.
Serginin bütününe yayılan mesafe fikri de buradan türüyor. Mesafe, bakışın düzenlediği bir uzaklık değil; şeylerin birbirleriyle ilişki kurmasına izin veren bir aralıktır. Bu aralık kimi zaman kimyasal bir tortuda, kimi zaman jeolojik bir hareketin yavaşlığında, kimi zamansa Mars’a gönderilmiş bir cihazın kaydettiği veri kaybında kendini gösteriyor.
Yeni şeyler: Kimyasal tortular, göçmen köpükler, hibrit formlar
Serginin açılışını yapan Sinem Dişli’nin kristalleşen yüzeyleri, kimyasal artıkların kendi topografilerini oluşturmasına olanak tanıyor. Burada imge, daha ilk anda insanın kurduğu temsil düzeninden çıkarak maddenin özerk bir jestine dönüşüyor. Dişli’nin yüzeyleri birer fotoğraf değil; fotoğrafın ardında kalan, çoğu zaman görünmez olan kimyasal sürecin bizzat kendisidir. Bu noktada manzara âdeta kendi kendini kuruyor gibidir.

Bu manzarayı Sibel Horada’nın Pembe Şehir’i başka bir uçtan tamamlıyor. Straforun göç yollarını, şiddet izlerini ve denizin üzerinde geçirdiği zamanın maddi izleğini takip eden çalışma, atığın hem ekolojik hem politik hem de duyusal bir hikâye taşıdığını hatırlatıyor. Horada’nın “göçmen nesneleri”, insan merkezli ekolojilerin dışına düşen failliği de görünür kılıyor.


Emre Hüner’in komPoZit NüVe heykelleriyse sergideki en spekülatif hatlardan birini oluşturuyor. İnternette birbirine rastlantısal biçimde çarpan iki görüntünün hibrit forma dönüşmesi, yapay zekânın öngörülemez ilişkilendirme kapasitesiyle birleşerek yeni bir insan-sonrası ikonografisi sunuyor. Bu heykeller birer gelecek fosili gibi hem geçmişin buluntu estetiğini taşıyor hem de geleceğin olanaklı canlı/makine türlerine göz kırpıyor.
Bütün bu yapıtların yanından belirli bir mesafeyle geçerken mekânın, mekân imgelerinin, mekânı yaratan unsurların bir yeniden yorumuyla karşı karşıya olduğumuzu fark etmeye başlıyoruz.
Zamanın hızını yavaşlatmak: Jeolojik ve gezegenlerarası ölçekler
Ali Miharbi’nin Kıta Kayması adlı yerleştirmesi, insan ölçeğinde kavranması neredeyse imkânsız olan jeolojik hızları gündelik nesneler aracılığıyla görünür kılıyor. Disklerin birbirine devrettiği yavaş hareket, İstanbul’un yılda 2,6 cm’lik yer değiştirmesini absürt bir inatla tersine çevirmeye çalışıyor. Bu jest bizlere hem bilimsel ölçümün hem de insan egemenliğinin sınırlarını anımsatıyor.

Ege Kanar’ın iki işi (Buzda Mahsur Kalan Endurance ve Sonda) zamanın başka biçimlerde kaydedilişine odaklanıyor. Endurance Gemisi’nin buzda sıkışmış görüntüsünün gümüş emülsiyonla yeniden basılması hem tarihsel keşif estetiğini hem de güncel keşif teknolojilerinin sürekliliğini görünür kılıyor. Sonda ise Mars yüzeyini kaydeden mikroskobik kameranın düşük çözünürlüklü görüntülerini sese dönüştürerek bilgiyi mümkün kılan aygıtların kendi maddi kısıtlarını ifşa ediyor. Veri kayıpları, gölgeler ve bulanıklıklar bir tür görsel büyü bozumu yaratıyor. Mekânın ardından zamanın yeniden yorumlanması belki biraz daha kolay anlaşılabilir oluyor.

İçeri sızan ışıklar ve kırılgan perspektifler
Yağız Özgen’in Ofis Bölümü Aydınlatma Sorunları çalışması, mekânın algısını belirleyen ışık koşullarının zamansallığını açığa çıkarıyor. Bu yönüyle yapıtın sergi mekânındaki konumu açısından da bir geçiş yeri edindiğini söylemek mümkün. Aynı duvarın farklı ışık kaynakları ve farklı gündelik zamanlarda ortaya çıkan farklı yüzeylerinde, mekânın devingen bir sistem olduğu açığa çıkarılıyor. İnsan-mekân ilişkisi burada taraflar için belirleyici bir kontrol ilişkisi olmanın ötesine geçerken mekânın kendi ritim ve gölgeleri daha anlamlı bir hâle geliyor.
O anda insan, yeniden yorumlanmış bir zamanda, yeniden yorumlanmakta olunan bir mekânda, yeni bir ilişkilenme biçimi keşfederken kendisini -belki bu yapıtın unsurlarının da etkisiyle- bir laboratuvarda hissediyor. Kendine ve sergiye mesafeleniyor. Görme rejiminin, mesafenin, atığın, jeolojik zamanın, failliğin, materyalin yeni bir biçimi yeni bir anlayışı mümkün kılıyor.
İşte bu noktada da Çağla Köseoğulları’nın mavi yüzeyleri sezgisel bir topografya sunuyor izleyiciye. Mavinin gösterilmeden duyumsatıldığı bu yapıt hem deniz(el) hem mineral hem de içsel bir manzaraya dönüşüyor. Sanki dünya yörüngesinde dönüp; turunu tamamlayıp yine aynı yerine geliyor.
Serginin politikası: Büyük anlatı yerine mikro faillikler
Tüm bu işler bir araya geldiğinde “Şeylerin Fısıltısı”, insan sonrası dönemeçte manzara kavramının nasıl yeniden yazılabileceğine dair bir öneri sunuyor; bir inşa yapıyor. Büyük, teleolojik, insan merkezli anlatılar yerine düşük yoğunluklu ama ısrarlı maddi hareketlerin belirlendiği bir imge rejimi beliriyor orta yerde. Sergi, yeni materyalizmin sıklıkla vurguladığı “faillik dağılımı” fikrini estetik bir zemine oturtuyor: Faillik, artık yalnızca insanla sınırlı değildir ve nesneler, mineraller, kimyasal süreçler, ışık, algoritmalar, veri ve zamanın kendisi birer aktöre dönüşmüştür.
Kızıl’ın küratoryal yaklaşımı teorinin ağırlığına rağmen işlerin kendilerini boğmayan bir açıklıkta konumlanmasına olanak sağlamış. Yine de kimi izleyiciler için metinlerdeki kavramsal yoğunluk zorlayıcı olabilir; bazı bölümlerde düşünsel çerçeve eserlerin özerk titreşimlerini gölgeleyecek kadar baskın hâle gelebilir. Tüm bunlarla beraber sergi, günümüz Türkiye güncel sanatında insan olmayan faillik ve yeni materyalist düşünceyi estetik bir deneyime dönüştüren önemli örneklerden biri olmayı başarır.
Fısıltıya yaklaşmak
“Şeylerin Fısıltısı”, izleyicisini bakmaya değil, dinlemeyi öğrenmeye çağırıyor. Fısıltı, bir hikâyenin değil bir ilişkiselliğin sesi; şeylerin dışlanmış pozisyonundan uzak, kendi varlık yoğunluklarını fısıldayan bir titreşim.
Belki de sergi herkes için şu soruyu beraberinde getiriyor: Bir manzara, insanın bakışına ihtiyaç duymadan nasıl var olur? SANATORIUM’daki bu sergi, bu soruya hem teorik hem estetik hem de duyusal bir yanıt veriyor: Şeylerin fısıltısına kulak vermek, hikâyenin merkezini insandan çekmekle mümkün olabilir.
Öte yandan ben hâlâ romantik sayılabilecek bir tavırla büyük anlatılarla ilgilenirim. Onun için yazılarıma “Serginin Politikası” gibi başlıklar koyarım, metinler arası göndermelerimi güçlü metinlere yaparım, büyük ideallere inanırım. “Şeylerin Fısıltısı” benim gibiler için de bildiklerimizi sorgulatan, bakış açılarımızı sınayan, güçlü bir fısıltı ile eleştiren, şüpheli şeylerin keşfine yarayan önemli bir yere sahip. Yani sanat!



































