Çağlar önce diş kovuğuna sokulan ne idüğü belirsiz dolgu maddelerinden, bugün kanda devriye gezen uzman nanorobotlara, tüm protezler bedenin “natamamlığını” gidermeyi deniyor. Seyyar, seyyal, nazik ve fani bedenin yedek parçaları tasarlanıyor ve 3D olarak yazdırılıyor. Dünya savaşlarının bedensel hasar bilançosuyla gelişen rejeneratif tıp ve doku mühendisliği, epik mitlerde ebedi sıhhat vaat eden o mâlum suya öykünüyor: âb-ı hayât, aynü’l-hayât, nehrü’l-hayât, âb-ı câvidânî, âb-ı zindegî, hayat kaynağı, hayat çeşmesi, bengi su, dirilik suyu ya da (Tahsin Yücel Türkçesiyle) dirim suyu… Koordinatları bilinmeyen bu esrarengiz su, Arapçada karanlık anlamına gelen “Zulmet” adlı bir diyarda gizli.
Koordinatları bilinen görece tanıdık sular ise bambaşka bir karanlıkta. Eser Epözdemir’in Zulmet Diyarı‘nda fotoğrafladığı akmayan otuz yedi adet Beyoğlu çeşmesi barajlardan, kuyulardan, kaynaklardan, göllerden veya akarsulardan taşınarak müşterek erişime açılacakken karanlıkta takılı kalan hayat sularını imliyor. Suyu toplamak ve dağıtmak için binlerce yıl önce incelikli ve karmaşık sistemler kuran Roma mirası üzerinde konuşlanan bu modern kent, niçin tarihi sokak çeşmelerinden su akıtamıyor? Su, korunaklı yapıların termostatik kontrollü armatürlerinden 24 saat boyunca sağaltıcı bir ezgiyle akabiliyorken niçin buralarda böylesine suskun? Sergi mekânının şakır şakır konuşabilen lavabosunun üstünde yükselen “boşluk/ kaynakla arandaki sözde mesafe” başlıklı mekâna özgü yeni yerleştirme, sanatçının 2017 tarihli fotoğraf kitabını metal ayaklarla taşınan, eliptik avlulu bir yapı olarak anıtsallaştırıyor.
Anıtsallığı teslim edilen nesneler gibi, anıtsallığı elinden alınanlar da var. Mekânının ıslak hacmindeki o derli toplu debdebe, balkonda yerini acıklı bir hengâmeye bırakıyor. Itamar Gov kökenini, dirliğini ve itibarını yitirmiş taş anıt parçalarını bir tür alışveriş arabasının içine yığıyor. Sembolik alışveriş olanağını kaybeden bu hurda nesneler, koparıldığı hâlde hissedilmeyi sürdüren “hayalet uzuvlar.” Anadolu’da homojen bir ulus tanımlama idealiyle talan edilen çok uyruklu ve çok yaşayışlı bir toplumlar bulamacının sızlayan bazı sinir uçları… Anıtlar şiddete maruz kalır çünkü anıtlar şiddet uygular[1]. Anıtlar şiddet uygular çünkü anıtlar egemenin, buyurma ve yasaklama otoritesinin aparatıdır. Itamar Gov’un erksiz, kimliksiz, yitik ve kırık uzuvları anıtlardan çıkan ve onlara varan farklı şiddet vektörlerinin hesaplı bir çarpışmasından geriye kalanlar. Egemenden azade hâlleriyle bu uzuvlar, başsız ve bedensiz organlar[2]. Yeni kuir sıhhatiyle artık itaatsiz ve hür salınabilir, titreşebilir, vızıldayabilir.
Bu sabah gül bahçesine girdiler.
Tek tek dikenleri kesip onlara karanfil dememiz için bize
işkence ettiler.
N’YE MEKTUP, Özgür Atlagan
Marina Papazyan’ın arka odaya sabitlediği ses heykeli gibi… Hoparlör taşıyan bir deniz kabuğu bu. Bir yumuşakçanın terk edilmiş zırhını vızıldatıyor Marina. Yontu ve boşluklarını ahenkle dışa büken bu başıboş iç peyzaj, çift duyumlu bir uzuv gibi işliyor. Bir ağızkulak. Fevkalade bir rezonans haznesi olarak ona yaklaşana kılcallaşan, genişleyen, çokça engebelerden geçip düzlüklere varabilen, kirlenip temizlenerek döngüsünü sürdüren kanının pompalanma sesini veriyor. Dayanışmacı ve yapışkan iç organlarının sesi, etraftaki diğer her şeyin sesine ekleniyor. Rüzgârlı yapraklar, bıkkın kornalar, hareketli ayakkabı tabanları; dişle damakla dille ve tükürükle çıkarılan anlamlı ve anlamsız ses öbekleri… Bababağbağ! Ters yüz edilebilir bir şey olarak beden, etrafındaki tüm yeğinliklerle halihamur oluyor. Bir de iç hoparlörden gelen o vızıldama var. Niçin vızıldıyor? Sapa, metruk, murdar yerler vızıldar. Yitip gitmenin hafif ve bezdirici bir tonudur bu. Şeffaf kanatlı çürükçüllerin zarafetten yoksun jestidir. Bir öğün olanağına hoyratça üşüşme marşıdır. İnceden yağmalama vokalidir. Belki bu yüzden, yerleştiği bu kozmopolit, polifonik uzama dair de bir şeyler mırıldanıyor. Pera, zamanında susturulan minör seslerin de muhiti.
“Öteki”nin sesi… Suskun çeşmeler, hayalet uzuvlar, vızıldayan kabuk organlar. Bu dizgiye sirenlerin kelimelerini de ekleyelim. Annabelle Binnerts’ın Siren’in Şarkısı adlı yerleştirmesinin hem mikro hem de makro düzeyde bir “jeopolitika”sı var. Duvarla tavanın ara kesitinde, İstanbul’da sayıları iyice azalan gayrimüslim bezeme ustalarının maharet hattında, sembolik bir yapı elemanı olarak çalışıyor. Sirenlerin efsunlu kelimelerini dolaştıran bir akıntı, alegorik bir enfrastrüktür gibi… Kadın bedeniyle kuş/balık bedenini hibritleyen mitolojik siren bedeni, suyun bedeni gibi değişken, akışkan, belirsiz ve tekinsiz. Siren de su gibi, ölümü konuşuyor. Ölümü hoş sedasıyla, denizcilerin aklını dipdiri içerek konuşuyor. Bir de itfaiye, polis ve cankurtarandan bağıran sirenler var. Hayata ve memata dair bir aciliyet var ikisinde de. Suda da öyle. Başlı başına bir can meselesi… Milâttan önce III. bin yıldan itibaren kıyılarına yerleşilen Akdeniz, son on yılda yirmi binden fazla mülteciyi boğan bir nekropolis oldu… Üç kıtanın farklı halkları arasındaki bitimsiz alışverişi orkestre eden bu iç deniz, son çareleri batıran bir yeraltı diyarı. Bir Zulmet Diyarı?
Binanın atmosferik kotunu fersah fersah aşağılara indiren bu sinematik tesirli yerleştirme, dünyanın en hareketli ve medeniyetli bölgelerinden Akdeniz’e adanmış yerleştirmeler bütünün bir parçası. Balkonda Itamar Gov’un kalıntıları, odadaysa Ulufer Çelik ve Merve Kılıçer’in birbirlerine alüvyonlar taşıyan peyzaj soyutlamaları var. Ulufer Çelik, Çiçek Galiba Pek Unutmuyor ile özünde iktidar kodları taşıyan, saraylı bir kutnu kumaşı olan mecidiyeyi çalışıyor. Selçuklu ve Osmanlı kaftanlarının bu ipekli dokuması Anadolu’da kına ritüellerinde kullanılıyor, kadın kimliği ve aile kurmakla alakalı bir anlamı var. Sanatçı, mecidiyenin akışkan mana dağarcığına kendi soyut ifadesini eklemeyi umarak performatif, serbest, sağaltıcı bir boyama pratiği geliştiriyor. Hollanda’da yaşayan Türkiyeli sanatçılara yönelik “politik iş üretme” beklentisini ve rasyonel üretim modelini reddettiği, sanatçılık meşruiyetini kullanarak dilediğince soyutlama yaptığı bir çalışma bu. Mecidiyenin yatay çizgileri ona maddi dünyayla kurulan bağları hatırlatırken, dikeyler maneviyatı çağrıştırıyor.
Merve Kılıçer, Bukağı, 2022, Dokuma bandı ve çividen oluşan mekâna özgü yerleştirme. Merve Kılıçer, Elibelinde, 2022, Renkli motifli rulo dokuma bant ve çividen oluşan mekâna özgü yerleştirme.
Merve Kılıçer’in araştırma konusu olan Anadolu kilim motiflerine gelirsek, hayat ağacı da yatay örgütlenen kökleriyle dünyada sabitlenmeyi, dikey ilerleyen dallarıyla cennete uzanmayı işliyor. Merve de Ulufer gibi, üretildiği coğrafyanın ekolojisini şükranla temsil eden dokumalarına bakıyor. Kilimlerde akrep motifi akrebin kötülüklerinden korumak için, ejderha motifi bahar yağmurlarının bereketini bildirmek için, kartal motifi güç ve kudret için, bülbül ve güvercin motifleri şans için, su yolu motifi ise suyun hayatiyetini vurgulamak için var. Merve’nin yerleştirmelerinde kullandığı doğurgan “eli belinde” motifi ve kaçmasın diye hayvanlara takılan “bukağı” motifi ise aile birliğine işaret ediyor. Geleneksel aile yapısının bireyi sınırlayan ontolojisini içtenlikle tercüme eden bu simgeler, dilin su gibi kolayca şekil almasından gelen temsiliyet gücüne de işaret ediyor.
Sefalet Bekçisi kemiksiz gövdesi ve kemiksiz sığ
topuklarını kolladığı kapının bir ucundan öbür ucuna sıvıyor.
N’YE MEKTUP, Özgür Atlagan
Abıhayatın[3] da farklı şekilleri var. “Ölümsüzlük veren su” şekline ek, “ince ve derin manalı söz” şekli de var. Çünkü çokça şekillere giren bir organ dil. Ve sistem. Tat tomurcukları ve kasları var dilin, ama kemiği yok. Diş, yanak, damak ve çeneyle karmaşık bir işbirliği içinde ses tellerinden inen havayı yoğuruyor. Açılan, kapanan, daralan ve genişleyen bu hızlı oral koordinasyon, nefeslerden harfler yapıyor. Regüle edilen yazılı/sözlü bir sistem olarak dil, (kemiksiz bir) organ olan dil gibi. Bitimsizce dolanan ve dolandıkça başkalaşan capcanlı bir yeğinlik. Genizden köpürerek gelen bir kelime, tüm diğer beden akıntıları ve uzantıları gibi başka bedenlere karışıyor. Giovanni Giaretta dili bulaşıcı bir virüs sayıyor. Tek kanallı videosu Words Words Words Are Decorative Sounds (Kelimeler Kelimeler Kelimeler Süslü Seslerdir) dilin sınırsız ve haritalanamaz uzaylardaki şuursuz, yapışkan ve akışkan hareketini inceliyor. “Bir kelimenin ilk nefesinde yeni bir coğrafya başlar,” diyor Giovanni. Gırtlaktaki titreşimlerle işitilebilecek kadar büyüyen ve kimlik kazanan bu nefes, “mana yakalamak ve düzenlemek için bir tuzak olmaktan ziyade dekoratif bir ses” ve “bir kelime hakkında hayal kurmak, o kelime hakkında farklı bakış açıları ortaya çıkarabilir.” Performatiftir kelimeler, etkiye tepki geliştirirler. Yasaklardan, dayatmalardan sıvışmanın yaratıcı yollarını bulabilirler.
Merve Ünsal’ın Üfürüm‘ündeki saydam heykeller nefesi bir fısıltı olarak hacimlendiriyor. Amorf şekilleriyle fısıltının esnekliğini, kulaktan kulağa gezintilerindeki sürprizli değişimi hatırlatıyor… Üfürümünü akışkan kılan bir başka şey, korku duygusuna referans vermesi. Nihayetinde korku, bir salgı…
Şafak Şule Kemancı da İsimsiz yerleştirmesinde bitkilerden fışkıran salgıyı (reçine), polimer kille melezliyor. “Canlı” ile “cansız”ın eşiklerini sorguladığı bu kuir düzenekte bitkinin, mantarın, bakterinin, virüsün, mineralin, suyun, taşın, dağın, toprağın, havanın, hayvanın, insanın ve insan yapıntısının ahenkli dolaşıklığına bakıyor. Varoluşu genişleten üretken hazları ve onları dalgalandıran, titreştiren, vızıldatan hidrolojik döngüleri ele alıyor. Bitkilerin (polen taşıtmak için) böcekleri baştan çıkarabildiği, ikili cinsiyet normlarının ötesinde, çoğul, merkeziyetsiz, karnavalesk[5] bir erotik ekosistem bu…
Müge Yılmaz, The Water (The Water, The Soil, the Jungle serisinden), 2014 – 2022, Mekâna özgü yerleşim, değişken boyutlar. Performanstan görüntü.
Marina’nın vızıldayan ve dinleyen deniz kabuğu, Merve’nin boğumlu ve soluklu heykelleri, Şafak’ın arzulu ve ıslak flora çeşitlemesi aynı odada, ortak bir metabolizmada var oluyor. Ayrıksı uzuvların hürriyetperver dirliği, iktidarların itaatkâr beden yapma çabasına karşı organsız bir beden yapıyor. Belki de abıhayat, “ben”i sonsuz kılmaktan ziyade; ben/öteki ayrımını imkânsız kılmakla ilgilidir. Sonsuz bir geçirgenlikle birbirine akmanın müşterek suyudur. Ebediyet ise mutlak bir şekil almakla değil, bitimsiz atom değiş tokuşunu kabul etmekle; durağan varlık modeli yerine devinimde bir oluş modelini benimsemekle ilgilidir.
solda: “Kayalıkta”, 2012, kağıt üzerine saç ve çay; sağda: “Kewok”, 2012, kağıt üzerine saç, çay ve yağlı boya
Serginin aynı odasında, Fatoş İrwen ve Müge Yılmaz’ın ortaya koydukları da bu izleği takip ediyor. İkisi de bedenin üst deri ürünü o ipliksi uzantısıyla çalışıyor. Fatoş, insanlık tarihi boyunca sürekli siyasi gözlem altında tutulan; usturalar, makaslar, tıraşlar, bit kontrolleri, çeşitli örtünme biçimleri ve nicesiyle çağlardır disipline edilen kılı[6] yaratıcı bir direniş imkânı sayıyor. İki Yaka ve Boşluk adlı çalışması, soyutlanan ayrıcalıklı yakalar/uçların arasındaki varyeteye işaret ediyor. Notasyon satırlarını andıran sentaksıyla, ayrıcalıklı bir poza doğrulmak yerine; ara pozların, tesadüfi karşılaşmaların, melezlerin, şekilsiz addedilenlerin yatay örgütlenmesine mahal veriyor. Müge ise The Water ile farkı olumsuzlayan hegemonik tavrı, kendi Hollanda vatandaşlığı deneyimi üzerinden, göçmenleri homojenize etmek için dayatılan “natüralizasyon” süreci ile ele alıyor. Göçmenin göçtüğü yere uyum sağlama zorunluluğuna doğa gözlemcileri ve avcıların kıllı kamuflaj kıyafetleri üzerinden nanik yapıyor.
Zulmet Diyarı’nın hemen çaprazında Özgür Atlagan’ın hegemonya üzerine kasvetli ve tekinsiz bir metinler koleksiyonu var: Letter to N (N’ye Mektup). Bazı cümleleri bu metne de sızdı. Taktiksel bir jestle, sızarak girmesi gerekiyordu, çünkü sızmak çok mühim. Sızmak minör bir örgütlenme. Minör olan majör olanın fiziksel sermayesinde, onun koşul ve olanaklarıyla çalışır. Majör, bedeni ve zamanı sınırlandırmayı, sabitlemeyi, türdeşleştirmeyi ve denetlemeyi görev edinen egemense, minör onun çatlaklarından cereyan eden gösterişsiz yıkıcı güçtür. Ve akarken, majörü kekeleterek, sabuklatarak ve sayıklatarak kendi dilini bulur. Yeni bir dilin yaratımı değil, bir dilin yeniden yaratımıdır.[7]
Şafak Şule Kemancı, İsimsiz / Untitled, 2022, Polimer kil ve reçineden oluşan heykel ve cam fanus, 20 x 32 cm (detay).
Majör dili bir çocuk gibi, bir göçmen gibi[8] ya da bir şizofren gibi konuşmaktır. Sekansları titreştirmek, sözcüğü yeni iç yoğunluklara açmaktır, dilin gösteren-dışı kullanımıdır. Hatta belki Giovanni Giaretta’nın iddia ettiği gibi, bulaşıcı bir virüstür. İnsan virüsü en tehlikeli “öteki”lerden biri saysa da insan genomunun neredeyse yarısı virüsler ya da virüs benzeri parçalardan oluşuyor. Ben/öteki, iç/dış ayrımlarını sorgulamak için muhteşem bir fırsat. İngilizcede “bağışık” anlamına gelen “immune” kelimesinin kökeni Latince “munus” kelimesine dayanıyor, ki bu kelime “iletişim” anlamına gelen “communication”ın da odağındaki hece. Zeynep Sayın’ın son yıllarda konuşmalarında çok vurguladığı nokta, “munus”un aynı zamanda hem “armağan”[9] hem “görev” hem de “sorumluluk” anlamlarını taşıması. Bir bakıma kelimeler, virüsler ve daha pek çok şey, dolaştırılması, döndürülmesi gereken “armağan”lar… “Ben”i mutlaklaştırmak yerine “biz”i birbirimize bağlayan abıhayatın içindekiler… Hayat suyu, çatlağını mutlaka bulur ve akar.
[1] Georges Bataille’a göre mimarlık toplumların buyurma ve yasaklama otoritesine ilişkin tabiatını ifade eder, adap ve korku aşılar. Kilise katedral biçiminde, devlet saray biçiminde “hitap eder ve sessiz olmayı dayatır.” Bastille’in ele geçirilmesini sağlayan kitle hareketini “insanların esas hükümdarları olan anıtlara düşmanlıklarından başka bir gerekçeyle açıklamak zordur.” 1929 yılına ait bu açıklama, Bataille’ın editörlüğünü üstlendiği Documents dergisinin Dictionnaire Critique bölümünde çıkmıştır. Sözcüklere dayatılmış tüm anlamları bertaraf etmek isteyen, sözlük karşıtı bir sözlük olan Dictionnaire Critique; katı, sıkı, sabit, kompakt, pratik bir sözlük maddesinden ziyade tartışmaya davet eden, iki kolu yumruklu bir deneme metni olarak karşımıza çıkar.
[2] “Organsız beden” kavramına referansla kullandım. Antonin Artaud’nun ortaya attığı “organsız beden” kavramı, bedenin organlarına ayrışmasında bir özgürlük potansiyeli görür. Bütünlük içindeki beden, iktidar tarafından düzenleyip denetlenendir. Bundan kurtulmak için, insanın anatomisi yeniden düzenlenmelidir. Artaud’dan ihamla Gilles Deleuze ve Félix Guattari de bedenin mekanik hareketliliğini kırmak için deformasyonu olumlar.
[3] seç, beğen, al: âb-ı hayât ya da ab-ı hayat ya da âb-ı hayat
[4] 5 Kasım 2022’de Sakıp Sabancı Müzesi’de gerçekleşen ISType konferansındaki “Osmanlı dönemi tipografisinde sıra dışı bir vaka: ayrık harfler” başlıklı sunumundan bu görseli benimle paylaşan Özlem Özkal’a ve kendisiyle iletişim kurmamı sağlayan konferans direktörü Onur Yazıcıgil’e teşekkürler.
[5] Mikhail Bakhtin’in “karnavalesk” kavramına referansla.
[6] Fatoş İrwen’le yaptığım söyleşide kullandığım bazı sözcük öbeklerini burada da kullandım. Fatoş’un ilham ve cesaret veren cevaplarını içeren “Direnen Saçlar ve Bedenler: Fatoş İrwen” başlıklı bu söyleşiye çevrimiçi olarak Calling Mag üzerinden ulaşabilirsiniz: https://www.callingmag.com/direnen-saclar-ve-bedenler-fatos-irwen/
[7] Hasan Cem Çal. Deleuze, minör edebiyat ve üslup sorunu. Birikim Dergisi, 2018.
[8] Gilles Deleuze ve Félix Guattari “minör edebiyat”ı geliştirdikleri “Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin” adlı kitapta bir Çek Yahudisi olan Kafka’nın Almanca yazmak zorunda kalmasından yola çıkar. Minör dili anlattığım bu paragrafta hep bu kitaptan faydalandım.
[9] Saklama ve biriktirme temelli piyasa ekonomisinin aksine harcama temelli, dayanışmacı bir veriş-alış döngüsü sunan “armağan ekonomisi”, Marcel Mauss’un 1925’te Avustralya ve Kuzey Amerika kabilelerini inceleyerek kuramsallaştırdığı bir ekonomik sistem. Armağan bir güvence, bir mülk değil; durmaksızın ve koşulsuzca dolanan, biriktirilemeyen bir mübadele nesnesi. Bir mübadele nesnesi, ama farklı emek biçimlerini eşitleyen soyut bir mübadele değeri yok ki bu da kullanım değerinin ucunu açıyor. Armağan ekonomisinde dolanan bir nesnenin yararlılık olanakları piyasa koşullandırmalarıyla sınırlı değil.
Bu yazı 5 Ekim-19 Kasım 2022 tarihleri arasında Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde gerçekleşen “Su Akar Dilini Bulur” sergisi kapsamında, Ocak 2023’te dijital ve sınırlı sayıda matbu yayınlanacak kitapçık için hazırlandı. Küratörlüğünü Naz Kocadere’nin üstlendiği, Hollanda İstanbul Başkonsolosluğu tarafından desteklenen sergide Özgür Atlagan, Annabelle Binnerts, Ulufer Çelik, Eser Epözdemir, Giovanni Giaretta, Itamar Gov, Fatoş İrwen, Şafak Şule Kemancı, Merve Kılıçer, Marina Papazyan, Merve Ünsal ve Müge Yılmaz’ın yapıtları yer aldı.
Bu yazıyı beğendiniz mi?
Argonotlar Telif Kumbarası desteğinizi bekliyor!
Çok sesli ve bağımsız güncel sanat yayını Argonotlar, 2023 yılı yazar telifleri için okurlarını desteğe çağırıyor.
Siz de Argonotlar Telif Kumbarası’na tek seferlik 100₺, 250₺, 500₺ ve 1000₺ olmak üzere dört farklı kategoriden kendiniz için en uygun olanını seçerek destek olabilirsiniz.
Argonotlar olarak bu destekle 70 ila 100 arasında yazı yayınlamayı, yazarlarımıza ödediğimiz telif miktarını artırmayı ve daha fazla yazara alan açarak güncel sanat başta olmak üzere kültür sanat alanında çok sesli ve bağımsız bir mecra olmaya devam etmeyi hedefliyoruz.
Argonotlar olarak gelir modelimizi çeşitlendirmek ve sürdürülebilir bir yayıncılık için arayışlarımız devam edecek. Argonotlar Telif Kumbarası dışında her türlü reklam, destek ve fon öneriniz için bize info@argonotlar.com e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.