İstanbul merkezli çalışan fotoğrafçı ve sanatçı Cemre Yeşil Gönenli geçtiğimiz aylarda yayımladığı sanatçı kitabı Hayal & Hakikat ile oldukça dikkat çekici bir fotoğraf albümünün serüvenini sanatseverlerle buluşturdu. Gönenli, sanatçı kitabında, Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nden hareketle Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. padişahı Sultan II. Abdülhamit devrine dair bir hikâyenin izlerini sürdü. Tahta çıkışının 25. yılında bir genel af çıkarmak isteyen sultan, o sıralarda okumakta olduğu, tevatürlerle dolu bir kitaptan hareketle başparmak eklemi işaret parmağından kısa olanları affetmeye karar verir. Temelinde “başparmak eklemi işaret parmağı ekleminden uzun olan her suçlu cinayete meyilli olur,” gibi bir düşüncenin hâkim olduğu bu hikâye, ortaya ülkenin dört bir yanından suçlulara ait oldukça geniş bir fotoğraf albümünün çıkmasına neden olur.
Söz konusu bu hikâyenin peşine düşen ve Yıldız Sarayı Fotoğraf Albümleri’nde uzun süre bu konu üzerinde araştırmalarda bulunan Gönenli, bulduğu fotoğrafları bir araya getirerek ortaya kapsamlı bir sanatçı kitabı çıkardı. Kitabın belirli iktidar mekanizmalarını sorgulamak ve onları alabildiğine görünür kılma yönü de dikkate değer. İktidar mekanizmasını, kudretlilerin dilediği kararları diledikleri gibi verebilme yetkisine sahip olmasını ve birçok insanın hayatının yalnızca bir tevatüre göre değişebileceğini açıkça ortaya koyan eser, aynı zamanda bir sanatçının bu konuya ne derece farklı bir perspektiften bakabileceğini de gözler önüne seriyor.
Cemre Yeşil Gönenli, son olarak Sakıp Sabancı Müzesi bünyesinde gerçekleşen Dün Bugün İstanbul sergisi kapsamında sanatçı kitabını ve bu kitaptan hareketle kırptığı fotoğrafları izleyicilerle buluşturuyor. Gönenli ile Dün Bugün İstanbul sergisindeki işleri ve sanatçı kitabı Hayal & Hakikat üzerine konuştuk.
Sanatçı kitabı ve sergiye geçmeden önce aslında bahsetmemiz gereken ilk şey bana kalırsa II. Abdülhamit’in fotoğraf merakı ve Osmanlı topraklarının dört bir yanına yolladığı fotoğrafçıların çektiği fotoğraflar. Bu fotoğraflar zamanla ortaya bugün için de oldukça önemli olan büyük bir arşiv çıkardı. Öncelikle II. Abdülhamit’in fotoğraf merakı ve Osmanlı arşivlerindeki fotoğraflar üzerine ne söylersiniz?
II. Abdülhamit’in ciddi bir fotoğraf merakı var, bunu biliyoruz. Yıldız Sarayı’na bir fotoğrafhane kurdurduğunu ve aslında bugün dönüp baktığımızda Yıldız Sarayı Fotoğraf Albümü’nün çok önemli bir kısmının onun sayesinde, onun merakı sayesinde oluştuğunu görmek mümkün. Batı’ya yüzünü dönmüş biri aslına bakarsanız, sadece fotoğrafa değil edebiyata da meraklı. Özellikle de polisiyeye vs. de çok tutkun olduğunu biliyoruz. Böyle ilginç bir adam kendisi.
Osmanlı Arşivi’ndeki fotoğraflar üzerine de şunları söyleyebiliriz: Ben aslında bu arşivin sadece bir kısmını gördüm. Çünkü bu arşiv hakikaten bir derya deniz. Ben arşiv içinde sadece mahkûm fotoğraflarını bulmaya çalıştım. Ancak öncesinde bu işin hikâyesine dair bir bilgi edinmiştim. Kısaca anlatmam gerekirse şöyle diyebilirim: Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. senesi dolayısıyla bir af çıkarmak istediği ve bu aftan yararlanması adına çeşitli mahkûmlarının fotoğraflarını çektirip affetmek istediklerine karar vermesiyle ilgili bir bilgi var. Ben önce bu bilgiye eriştim. Bu bilgiyi soruşturarak acaba bu fotoğraflar hâlâ orada mı diye merak ettim. Yola böyle çıktım ve bütün bir arşivin içerisinde bu hikâyenin izini sürerken fotoğraflara eriştim. Tabii ki arşivde o günün tarihini anlamak için, o güne yaklaşmak için, o günlere dair inanılmaz bir kaynak olduğunu da bu sırada gördüm, bunları söylemek mümkün.
Bir sanatçı olarak Osmanlı arşivlerinde dikkatinizi çekenler neler? Bir arşiv, bir sanatçıya neler söyler; bir sanatçı için arşivlerin önemi/değeri nedir?
Arşiv bir sanatçıya çok farklı şeyler söyleyebilir tabii ki. Benim Hayal & Hakikat kitabımda Refik Akyüz bir cümlesinde, “Arşiv, tahmin edilemeyecek hazineler barındırabilir,” yazmış. Hakikaten çok doğru. Tabii ki bir sanatçı olduğunuzda arşive daha farklı sorularla yaklaşıyorsunuz, kafanızda deli sorular olabiliyor. Yoksa bir arşivi kullanmak için illa ki bir sanatçı olmak gerekmiyor. Dediğim gibi Yıldız Saray Fotoğraf Arşivi’nde dikkatimi çeken ilk şey, aradığım şeyin bizatihi kendisi, mahkûmların affedilme ihtimali üzerine çekilen fotoğraflardı. Fakat bu projeye dâhil olmamış, yine mahkûm fotoğraflarından oluşan bir başka seri daha vardı. Farklı mahkûmların gruplar hâlinde, ikişerli, üçlü, birbirlerine bağlı olarak durdukları bir seri. Mesela kelepçeli bir mahkûmun zincirinin ucu diğer bir mahkûmun koluna dek uzanıyor gibi çeşitli birleşmeler vardı. Bunlar da çok ilgi çekiciydi. Benim çalışmamın dışında kalan, ancak seri ve kitaba dahil ettiğim bir başka fotoğraf daha var. Benim için bu arşivin en çarpıcı imajı oydu. Bu fotoğrafta şöyle bir şey görüyorsunuz: Fotoğrafta kalabalık bir erkek grubu, ortada öldürülmüş fakat iplerle duvara bağlanmış, ayakta duran bir ceset görüyorsunuz. Bu ölünün her iki yanında da üçer dörder mahkûm var. O mahkûmlar da zincirli, prangalı ve birbirlerine bağlılar. Yine mahkûmların iki yanında elleri silahlı ikişer tane asker. Tek sıra hâlinde ev gibi bir yapının önünde poz vermişler, oldukça nizami bir biçimde duruyorlar. Uzaktan baktığınızda bir sınıfın öğrencileri ya da aile bireyleri gibi durduklarını söylemek mümkün. Arkada bir pencere var ve o pencerenin ardından da bir başka adam kameraya doğru bakıyor. Onun yüzünde de tuhaf bir ifade var. Benim için tüm arşivde en dikkat çeken ve çarpıcı duran fotoğraf buydu. İlk gördüğüm anda kanım dondu. Bana çok fazla soru sordurdu. Çok sert bir fotoğraftı, çok brutal bir imaj, bunu söyleyebilirim. Fakat benim için bu fotoğraf diğer fotoğraflarda gördüklerimin ötesinde içerisinde çok daha farklı sorular taşıyordu. Bu fotoğraf neden çekilmiş, kim için çekilmiş? Tam deklanşöre basılan ânı hayal etmek bile insana oldukça sert bir tokat gibi çarpıyor. Benim en çok etkilendiğim fotoğraflardan bir tanesi buydu ki kitapta da izleyicilerle bunu paylaşma ihtiyacı duydum. Bu fotoğraf kitapta da ayrı bir baskı olarak var; hatta onu kitabın içinden çıkarıp elinize alabildiğiniz, çok daha yakından bakabildiğiniz, daha yakın bir izleme olanağı sunan bir baskı olarak sunduk.
Hayal & Hakikat kitabında yer alan fotoğraflar, Sultan II. Abdülhamit devrinde çekilmiş fotoğraflardan meydana geliyor. Bize bu fotoğrafları keşfetme sürecinizi anlatabilir misiniz? Bu fotoğraflar nasıl gün yüzüne çıktı?
Hikâyeyi biraz daha başa alırsam SALT Beyoğlu’nun gerçekleştirdiği bir projeden söz edebiliriz. SALT Beyoğlu, Reşat Ekrem Koçu’nun uzun yıllar boyunca çok büyük emekler harcayarak yazmış olduğu İstanbul Ansiklopedisi’nin bütün araştırma malzemeleri dâhil olmak üzere tüm arşivi bir araştırma projesi olarak Kadir Has Üniversitesi ile birlikte ele aldı. Bütün bu araştırma süreci içerisinde birçok yan etkinlik de düzenlediler. Geniş Açı Proje Ofisi’nin de ortaklığıyla “İstanbul Ansiklopedisi’ni Fotoğrafla Anlamak” isimli bir proje yapıldı. Bu projede hem atölye yürütücüsü olarak hem de bir sanatçı olarak ben de yer aldım. Benden ansiklopedideki bir maddeden yola çıkarak bir iş üretmemi istediler. Bu eser tabii ki bir derya deniz. Her ne kadar ansiklopedi de olsa oldukça subjektif bir biçim ve dili var. Ben de şunu yaptım: Koçu her ne kadar neredeyse 30 yıl boyunca bu eseri yazsa da ancak A harfinden F harfine kadar ilerleyebilmiş. Ben de eserin çıkan son fanzinine, F harfinin olduğu bölümdeki “fotoğraf” maddesine baktım. Orada Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yılını kutlamak üzere bir af ilan ettiğini ve bunun için mahkümlarının fotoğraflanmasını emrettiğine dair ilginç bir cümleye rastladım. Affedilmek ihtimali üzere fotoğraflanmış mahkûmların nasıl göründüklerini çok merak ettim ve bunun peşine düştüm. İstanbul Üniversitesi Nâdir Eserler Kütüphanesi’nde eriştim bu fotoğraflara. Aslında kamuya açık bir arşivin içerisindeler. Fakat bugüne kadar kimse onlara bu kadar yakından, bu bağlamda bakmamış. Yoksa bunları gün yüzüne ben çıkardım desem ne kadar doğru olur bilmiyorum, ama bu fotoğrafları kullanarak en azından günümüze dair de bir şeyler söylemek, geçmişle bugün arasında bir köprü kurma niyetiyle çalışan bir iş yaptım diyebilirim.
Neden “hayal” ve “hakikat”? Serginin/kitabının başlığına yansıyan hayal neyi, hakikat neyi anlatır, simgeler?
Aslına bakarsanız bu kitapta bütün bu başparmak, işaret parmağının uzunluğuyla ilişkili olarak, bilimsellikten uzak olduğu çok aşikâr olan bir tevatürle yola çıkılan bir yargı sistemi var. Buradaki absürdite, bu yargı sistemindeki absürt yapı neredeyse biraz bugünle ilişkilenen bir yapı. Tabii ki bugün kimse bizim parmağımıza bakıp karar vermiyor ama zihnimizdekilere, düşüncelerimize bakaılarak özgürlüğümüze buna göre karar verildiğini görebiliyoruz. Bu anlamda da bir kuşak olarak neyi hayal ettiğimizin, ancak hakikatin ne olduğunun bir yansımasıydı bu benim için. Bu ismi vermem belki de bundandı. Bir yandan da kitabın İngilizce ismi A Handbook of Forgiveness and A Handbook of Punishment. Birazcık af ve ceza meselesine dair de çeşitli sorgulamalar yapan, özgür olmanın hayaliyle poz vermiş insanlarla, kitabın diğer bölümünde yer alan müebbet ceza almış olan mahkûmların karşı karşıya geldiği, yan yana durduğu, tıpkı hayal ve hakikatlerimizin de hep yan yana veya karşı karşıya durduğu bir anlatı var. Hayal ve hakikat ismi de buradan geliyor.
Söz konusu bu fotoğraflar kadar bu fotoğrafların hikâyesine erişmek de bir o kadar güç olsa gerek. Fotoğraflar, II. Abdülhamit’in bir polisiye romanda karşılaştığı, “Başparmak eklemi işaret parmağı ekleminden uzun olan her suçlu cinayete meyilli olur,” düşüncesinden hareketle girişilen bir araştırmanın ürünü. Nedir bu hikâye ve bu hikâyeyi nereden öğrendiniz?
Ben ilk kez arşive ulaştığımda bu bilgiye sahip değildim ancak arşive ulaştığım anda şunu fark ettim: Bu mahkûmlar niçin elleri bu kadar ön planda poz vermişler? Bu doğal bir şey olamaz. Bu çok açıktı benim için bir izleyici olarak. Bu insanlara ellerinin ön planda olmasına dair bir emir verilmiş, bu çok âşikâr. Fakat arşive ilk baktığımda bu benim için bir gizemdi. Acaba neden bu eller böyle? Hep de el fotoğraflarına bir merakım vardır, nedenini bilmiyorum. Dolayısıyla benim için çözümü, cevabı olmayan ve merakımı daha da cezbeden bir durumdu bu el meselesi. Fakat arşive girdiğimde bu sorunun cevabını henüz bilmiyordum, bu sorunun cevabını arıyordum. II. Abdülhamit üzerine çalışmış, Yıldız Teknik Üniversitesi’nde akamisyen olan Melek Özyetgin’e ulaştım. Bu gizemi o aydınlattı. Bu bilgiyi de ondan edindim. Bu olayı daha önce yazmış olduğunu da gördüm. Onun katkısı çok büyük oldu diyebilirim.
Bu fotoğraflar bize gerçeklerle hayaller, umut ve umutsuzluk arasında gidip gelen oldukça sarsıcı bir dünya vadediyor. Bu gerilim ve heyecan mahkûmların yüzlerindeki ifadelerden duruşlarına kadar çeşitli detaylar üzerinden de okunabilir. Fotoğraflara yansıyan bu umut ve umutsuzluk arasındaki mücadele, size neler düşündürdü?
Zor bir soru ama şunu söyleyebilirim. Bu niyetle fotoğraflanmış insanların fotoğraflarına baktığımızda umarım hepsi affedilmiştir diye düşündüm. Hangileri affedildi, hangileri affedilmedi, bunu bilmiyoruz. Bir şekilde cevabını bilmediğim, geçmişte yaşanmış bir durum. Bu bana umut verdi veya bu hikâyenin bize umut vermesi adına onu kullandım diyebilirim. Müebbet hapis cezası almış prangalı mahkûm fotoğraflarına baktığınızda umutsuzluğa düşmek mümkün. Hayal ve hakikat meselesi, umut ve umutsuzluk gibi de okunabilir. Sanırım umudu hiç kaybetmemek gerekiyor. Biraz klişe olacak ama durum böyle.
Bütün bu politik ve tarihsel anlatıma ek olarak aslında kitabın demin bahsettiğim o sert fotoğrafını elinize aldığınızda içinden küçücük bir metin çıkıyor. İki kişi arasında geçen bir diyalog. “Ölürse üzülür müsün, evet üzülürüm. O zaman affet,” diyen bir metin. Bu da biraz sizin sorduğunuz şeyle ilgili olabilir, umut, affetme umudu, affolma umudu gibi. Bunu çok kişisel bir yerden okumak gerektiğinde umut herkese lazım diyebilirim.
Bu fotoğraflar sanatsal bir üretim midir? II. Abdülhamit’in tamamen bir safsatadan yola çıkarak giriştiği bu olay nasıl oldu da bir sanatçı kitabına dönüştü?
Bu fotoğrafların orijinalleri tabii ki bir sanatsal üretim değildi. Tamamen devlet kaydı niyetiyle kaydedilen bir çeşit vesikadır. İnsanların nasıl göründüklerini ön plana çıkaran fotoğraflardır ve sanatsal bir üretim değildir. Fakat bu fotoğraflar şu anda benim kullandığım biçimleriyle bir sanatsal üretimdir. Bu da çok basit aslında, ben nasıl oldu da sanatsal bir niyetle üretilmemiş işleri sanatsal bir işe dönüştürdüm? Bu aslına bakarsanız buradaki asıl mevzu da tamamen işin bağlamını değiştirmek. Ben bu işi, çekilme sebebindeki niyetle izleyicilere sunmuyorum, bu çok açık. Fakat o zamanın devlet kaydı olarak üretilmişler.
Bir de şunu söyleyebiliriz yeri gelmişken. Benim yaptığım küçük bir müdahale var fotoğrafların orijinallerine. Bu mahkûmların yüzlerini benim işlerimde görmüyorsunuz. Ben onların kafalarını kadraj dışında bıraktım. Biraz bundan da bahsedebilirim. O fotoğrafları çeken fotoğrafçının fotoğraflarına bir müdahalede bulundum. Burada da bir niyet var. İki sebebi var. Her ne kadar kafalarını kesmek onları idam ediyormuşçasına fotoğrafta kadraj dışında bırakmak acımasız bir karar gibi görülebilir. Ancak özünde bu, bu insanların hepsi ölmüş olsa da onların kimliklerini, birer suçlu olarak tarihteki yerlerini, yüzlerini kayda geçirmemek, saklamak gibi bir niyet içeriyor. Bunu bir yandan, birer metafor olarak, kafalarını keserek onları özgürleştirmek, kimliklerini gizleyerek onları anonimleştirmek, ölülere saygı duymak şeklinde de yorumlamak mümkün zannediyorum. Burada dediğim gibi sanatsal manada üretilmemiş bir şeyin bambaşka niyet ve anlamlarla dönüştürülmüş bir halini görebilirsiniz.
Kitaptan Dün, Bugün, İstanbul sergisindeki işlerinize giden yol üstüne ne söylersiniz? Sergideki diğer işler üzerine düşündüğünüzde, tüm bu işler İstanbul’a dair nasıl bir bütünlük sağlıyor?
Aynı kitaptaki gibi sergideki yerleştirmede hayal ile hakikat ayrı ancak yan yana gelen bir köşede buluşan iki duvarda sergileniyor. Bir izleyici olarak hakikat duvarının tam karşısında durduğunuzda sizin boyunuzla karşınızdaki baskıda görülen insanın boyu aşağı yukarı aynıdır. Âdeta aynaya bakıyor gibisinizdir. Fakat hayal duvarında fotoğraflar duvara asılı ve ahşap çerçeve ve kâğıt profillerinin kullanıldığı bir anlatı var. Hakikat duvarında ise birazcık boy aynası fikrini akla getirmek gibi bir niyet vardı. Bunlar da bir çeşit diasec ya da pleksiglas denilen, sandviç baskı da diyebileceğimiz, karanlık, özellikle de koyu yerlerde kendi yansımanızı görebileceğiniz bir yapı içeriyor. Bu fotoğraflar yere kadar uzanıyor tıpkı bir boy aynası gibi ve duvara yaslı duruyorlar. Dediğiniz gibi empati meselesini ortaya çıkarmak, izleyicide bu meseleyi tetiklemek istedim. Karşınızda geçmişteki bir hikâyeye bakıyorsunuz ama her ân siz de oraya girebilir ve bundan yüz yıl sonra siz de burada bu şekilde anılabilirsiniz; demek istiyorum. Böyle bir niyet söz konusu.
Burada şunu da söyleyebilirim: Burada biraz aydınlatma kısmından bahsetmek de önemli. “Hayal” kısmında duvardan yukarı doğru giden, daha dik duran aplikler görüyorsunuz. “Hakikat” kısmında ise yüksek tavan olan bir mekânda, tavandan yere doğru sarkan kabloyla aydınlatılan ampüller görüyorsunuz. Hayal duvarındaki insanların affedilme ihtimali var, dolayısıyla orada daha olumlu ve muallak bir durum var. Orada dik durmak, ampulün sembolize ettiği birçok şey var. Çok daha temelde düşünürsek fikir özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ve iktidar meselelerine değinirken hakikat duvarında tavandan sarkmaları ölüm fikriyle özdeşleşen, idam fikrini de çağıran bir yerleştirme var diyebiliriz.
Son bir soru olarak, sergide fotoğrafların arka planında beliren ve kitaba da yansıyan “yeşil” renk benim ayrıca dikkatimi çekti. Yeşil, kültürel ve mitolojik olarak huzur ile özdeşleşen ve iyiye yorulan bir renktir. Dolayısıyla fotoğrafların arka planında rastladığımız yeşille fotoğraflarda karşılaştığımız manzaralar bize zıt duyguları içeren bir kontrast sunuyor. Kitap ve serginin hazırlanış sürecinde bu mesele üzerinde düşündünüz mü? Burada bilinçli bir tercihten söz edebilir miyiz?
Burada bilinçli bir karar var, evet. Yeşil rengini seviyorum. İsmimde de var, oğlumun da adı “Yeşil”. Bunları dışarıda bırakarak düşünürsek “yeşil” kelimesinin anlamı aslında “yaş olan”, “yaşayan” demek. Yaşayan bir şey ıslak olduğu için kelime de buradan geliyor. Birazcık yaşam fikrini içerisinde barındıran bir kelime “yeşil”. İzleyicinin tabii bunu ilk aşamada bilmesini beklemiyorum ama benim için böyle bir anlamının olması her şeyden önce benim için önemli bir konuydu. Onun dışında da yeşil pozitif duygular veren, huzuru hatırlatan, geçiş veren, onay veren bir renk. Öte yandan da benim için bu topraklarda biraz kitabın tasarımını vs. de düşünürseniz bu huzur meselesiyle de ilişkilendirebilirsiniz. Dini çağrışımları da olan bir renk ayrıca. Halihazırda bahsetmiş olduğum yargı sisteminin aslında din meselesiyle de ilişkili olarak düşünülmesine dair küçük bir gönderme gibi de okumak mümkün. Bu nedenle yeşili tercih ettim.