Bir Amerikalı için çok akıllı ve zeki biriydi Susan; bunu yalnızca, ortalama bir Amerikalı entelektüelin dünya karşısındaki ilgisizliğini ve birikimsizliğini çok aşan ve gerçekten içten gelen yaklaşımı yüzünden söylemiyorum; İkiz Kuleler olayının hemen ardından, “Bu teröristler hakkında her şeyi söyleyebilirsiniz, ama korkak olduklarını söyleyemezsiniz,” diyerek Bush’un ağzının payını verecek, bununla da yetinmeyip, “Neden kimse çıkıp da bu saldırının demokrasiye, özgürlüğe ve yaşama biçimimize karşı değil, Amerika’nın dünyayı sömürmesine karşı bir saldırı olduğunu söylemiyor?” diye tüm Batı dünyasına diklenecek cesaret ve basireti gösterdiği için de söylemiyorum. En azından bu konuda, onun kadar düzgün cümle kuramasa da ve onun yarısı kadar bir zekası olsa da, Baudrillard gibileri de üç aşağı beş yukarı benzer sözler ettiler, paradoksal laflardan rant umanların gözü karalığıyla. Susan Sontag’ı akıllı ve zeki yapan başka bir şeydi bence: Entegre bir duruşu vardı, yani birbirinden çok farklı konularda, birbiriyle tutarlı konumlar benimsemesini becerebiliyordu; bunun yanında, kendi düşüncelerini herkesten daha iyi sorguluyordu.
Susan Sontag’la bir kez söyleşi yaptım, 1995’te, New York’ta, 28. Cadde’deki evinde. Benim için Susan haline gelmesi daha sonra, ben Türkiye’ye döndükten sonra oldu. O kış gününden bu kış gününe telefonda belki bir düzine konuşma yaptık, belki bir o kadar faks gidip geldi aramızda. Gölcük depreminin üstünden on iki saat geçmeden bana telefonla ulaştığında çok şaşırmıştım – ben Yalova’daki aileme henüz ulaşamamıştım çünkü. Daha sonra 2000’de, sıcak bir mayıs günü, yine New York’ta bir kahve içtik – onu bir daha görmedim.
Zor bir insandı. Bu kısmen, çok ciddi ve çok ahlaklı olmasından kaynaklanıyordu; kısmense sizin de en az onun kadar ahlaklı olmanızı beklemesinden. Ahlaken haklı olan ve bunu bilen bir insanın karşısında, hadi ahlaksız demeyelim ama günlük yaşamın ister istemez getirdiği bir “kıvraklık”ı olan, her zaman ilkeleri doğrultusunda hareket edemeyen ve bunu bilen, sıkıştığında işi dalgaya vurup sıyrılmaya çalışan bir insanın kendini suçlu hissetmemesi imkansız. Canımı sıktığı için severdim Susan’ı.
Türkiye’den hoşlanmazdı, hiçbir zaman da buraya gelmeyi düşünmedi. Oysa hem şahsen, hem de YKY adına onu birkaç kez davet etmiştim; başka davetleri de reddettiğini biliyorum. Ama hep sorardı – Balkanlardaki durum hakkında Türklerin ne yaptığını, siyasal İslam’ın Türkiye’deki durumunu, yolsuzlukların boyutunu ve devletin batağa saplanmışlık derecesini, Afganistan konusunda Türk kamuoyunun tepkisini, Kürtlerin durumunu… Depremden sonra, ben ona Gölcük’e, Karamürsel’e gidip yapabileceğim ne varsa yapmaya çalışacağımı söylediğimde, iyi öğrencisinden daha iyi bir sınav kağıdı bekleyen hoca edasıyla beni hafifçe paylamıştı – bencilliğimden dolayı. Bunu daha sonra genelleştirdiğini anladım – ikinci ve son görüşmemizde konu bir şekilde buraya geldiğinde, liberalizm dediğimiz şeyin her yerde ama özellikle zengin olmayan ülkelerde büyük bir insanlık erozyonu yarattığını; en temel olduğu düşünülecek insani duyguları yok ettiğini; iyilik, yardımlaşma, özveri gibi kavramları büyük oranda gündem dışına ittiğini ve hiç olmamışçasına unutturduğunu; üstelik bütün bunları, artan bir dindarlık çerçevesine rağmen becerebildiğini söylemişti. Asya depremi, onu belki de bir kez daha haklı çıkardı.
Bütün bunlara karşın, naif bir yönü de vardı Susan’ın – Amerikan edebiyatına değilse bile, dünya edebiyatına (ve tiyatroya; sinemaya değil, tiyatroya) inanıyordu; dünyada yapılan edebiyatın hiç değilse bir bölümünün, bu gezegen üstündeki varoluşumuzun sefilliğini neredeyse bağışlatacak güzellikte ve güçte olduğunu düşünüyordu. En büyük üzüntüsü, ömrünü böyle şeyler yazarak geçirememiş olmasıydı. Son dönemdeki romanlarıyla doğru yönde ilerlediğini, ama çok geç kaldığını birkaç kez yinelemişti. “Sen nasıl şeyler yazıyorsun?” sorusunu bir keresinde sordu – geçiştirdim.
Geçiştirilebilecek biri değildi Susan.
Bu yazı ilk olarak Cem Akaş’ın Zibaldone 2 (Sel, 2005) ve yakın zamanda Dildo kitabında (Kafka Kitap, 2023) yayımlamıştır.