Düşünür, küratör ve trans-aktivisti Paul B. Preciado, pandeminin başlarında -ya da onun terimiyle büyük mutasyon sonrası- Artforum’a yazdığı ilk yazısında[1] yaşadığı Paris kapanmadan hemen önce hasta olup yatağa düşmesinden, ateşli hezeyanlarını bir haftada atlatıp haberleri takip edebilir hale geldiğinde ise dünyanın sonsuza kadar değişmiş olduğunu fark etmesinden bahsediyordu. Preciado, 2020’nin Mart ayında, yani pandemi ilan edilip dünya çapında kademeli kapanmaların giderek arttığı sıralarda bu durumun geri dönülmezliğini kavrayınca son sevgilisine bir mektup yazmış. Henüz oturan zahmetli dışarı çıkma/içeri girme ritüellerini iyice detaylandırarak anlattıktan sonra- çıkarken eldivenler ve maske, dönüşteyse kapı önünde bırakılan ayakkabılar ve giysiler, varsa havalandırmak için balkona asılanlar ve bitmeyen o iki dakika boyunca bol sabunla yıkanan eller- oturduğu binanın avlusundaki çöp kutusuna kadar gidip mektubu oradaki geri-dönüşüme attığını, tam dönüp bilgisayarının başına tekrar oturduğunda ise yollamadığı mektubu yazdığı eski sevgilisinden bir elektronik postanın gelen kutusunda onu beklediğini anlatmıştı.
Belki de bu yüzden onun en çok aklını çelen COVID-19 komplo teorisi, virüsü, onlarla bir araya gelmeden eski sevgililerine dönmek isteyen bir grup kaybedenin çıkarmış olmasıydı. Preciado’nun yazısından benim aklımda en çok kalan şeyse, o hasta halinde evde tek başınayken ölmekten çok yalnız ölmekten korktuğunu itiraf etmesiydi. Şöyle diyordu: “Bu yeni gerçeklikte aramızda sevgiyi zamanında bulamayanlar veya kaybetmiş olanlar… hayatımızın geri kalanını tamamen yalnız geçirmeye mahkum edildik. Artık dokunmadan, tensiz bir şekilde hayatta kalacaktık.” O korkunun uzantısı ise beni asıl derin endişelerimden yakalayan devam sorusuydu: “Böyle bir hayat yaşamaya değer miydi?” Diğer bedenlerin yakınlığı, kokusu, dokusu olmadan yaşanır mıydı?
Belki ilk kapanma sırasındaki bilinmezliğin -hem virüs hakkında hem de sürecin boyutlarını öngöremediğimiz için- verdiği dehşet, o zamanki korkularımızı şimdiki endişelerimizden daha dramatik kılmıştı. Bugünden, yani burada olmasa bile dünyanın başka yerlerinde aşılamanın başladığı 2021’in ilk ayından baktığımda, Preciado’nun içten paylaşımının lirizmi o kadar da iyi yaşlanmamış olabilir. Ama benim gibi yalnız yaşayanlar için kapanmanın dönüştüğü sosyal deneyi, dokunmaktan, dokunulmaktan ve ileride sonu görünse bile bu yaşamsal alışverişten belirsiz bir süreliğine men edilmenin garip ağırlığını hissettirdiği ve sonsuza dek yalnız kalmakla ilgili o çiğ korkuyu kayda aldığı için bence hâlâ önemli ve güncel.
İki ay boyunca evde kalıp hayatı çevrimiçi temasla sınırlamış, bütün arzu ve ihtiyaçların muadilini dijitalde gidermeye biraz da olsa alıştığımı düşünmeye başlamışken şehir de ufak ufak açılmaya başladı. Artık yan sokaktaki kahvecinin penceresinden bir bardak kahve almak, dokunduğun yüzeylerle ilgili kafada bin bir korkulu senaryoyla eve dönülse de mümkündü. Tam bu sıralar, yani Haziran ortasında The Pill galeriye Berke Doğanoğlu’nun sergisinin ilk bölümünü görmeye gittim. Bu ilk maskeli sergi gezme tecrübesi Mart’ta kısa kesilmiş bir okyanus aşırı seyahatten dönmüş, evde karantina yaparken Preciado’yu okuduğumda düştüğüm dehşetle karışık özdeşleşme hissinin çok taze olduğunu bir anda tekrar hissettirdi. Bu benim pandeminin ilanından beri gittiğim ilk sergiydi. Resimlerle yalnız kalınca yüzümdeki kalın maskemin farkındalığını ve bana aldırdığı sık ve derin nefesleri bıraktım, çünkü nabzım düşünce nefes almak gene o kendini hissettirmeyen hafiflikteki istemsiz eyleme dönüşmüştü. Son iki aydır fazlasıyla farkında olduğum bedenimi (Bu sabah boğazım mı ağrıyor, yoksa rengim mi biraz soldu? Yorgun muyum? Yoksa hasta mı oluyorum? Çok mu yemek yiyorum, yoksa az mı? Yeterince hareket ediyor muyum? Yoksa dışarıda çok mu kalıyorum?), bedenime giren çıkan havada olabilecek metreküpe düşen virüs miktarı hesapları gibi şeyleri unutup resimlere bakarak dokunma ve dokunulma hissini, yabancı bedenlere yakın olma ihtiyacını hatırlamaya başlamıştım. Karşımda ilk defa gördüğüm ama bir yerlerden tanıdığıma emin olduğum insanların bedenleri birer parça-obje olarak sabitlenmişlerdi. Sanki arkadaşlar, akrabalar, sokakta karşılaştığım uzaktan tanıdıklar, tanımadıklar, eski sevgililer, hepsi bir uzuv veya anlık bir izlenim olarak bir his kırıntısıyla oradaydı.
Galeriye girince tam karşıma düşen figürsüz Dusk [Alacakaranlık] dışında bütün resimler kısmi bir bedeni yakınlaşıp uzun uzun inceleyebilmem, onlara gözlerimle dokunabilmem için resim yüzeyine yerleşmişlerdi. Hiçbiri sabit de değildi, bir anda okunabilir bir uzuvdan rastgele boyalı bir yüzeye, sonra tekrar insan tenine dönüşebilen, Berke’nin fırçayla yüzeye kaydettiği bu sahipsiz bedenler, muğlaklıkları sayesinde her bakışta başka birine, ya da başka bir çağrışım üzerinden bambaşka bir anıya referans olabiliyorlardı.
Alacakaranlık ışığının belirlediği mor ve mavinin tonları, resimlerin başrolündeki tenin, o içinde biyolojik tufanlar ya da mikro-makineler saklayan kabuğun çeşitli hallerinin dışında kalan bütün diğer renkleri belirliyordu. Bana empresyonizmin ışık ve leke oyunlarına bir gönderme gibi gelen bu resim, aslında sergiye ismini veren Walt Whitman’ın ünlü şiiri Çimen Yaprakları’nın (1900) son bölümüyle serginin durduğu noktanın algısını bir yere veya yıla olmasa da günün belli bir anına sabitleyerek bize tutunabilecek bir referans veriyordu: Adem, Gün Ağarırken. Sanatçının seçtiği bu başlık resmin yüzyıllarca meşgalesi olmuş iki şeyi de içinde barındıyor ve bu omuz yükü tarihle kendi cebelleşmesine de -bilinçli ya da bilinç dışı- bir selam veriyordu bence. Bunlardan ilki Adem figürünün çağrışımı, kanonik Batı resminin tarihinden söküp alamayacağımız, onu insan-ölçeğine demirleyen ve baskın anlatılara sabitleyen, bedenin fark edildiği âna yapılan dini referans, diğeriyse günün ilk saatlerindeki ışık değişimlerinin tetiklediği algının göreceliliğinin en bariz olduğu zamana yapılan atıfla ışık ve onun oyunlarının resme açtığı alanın çağrışımı. Şiirin devamı Fatih Özgüven’in çevirisiyle şöyle:
Adem gibi, sabah erken
Gölgeli kuytuluktan çıkıp gelen, uykuyla tazelenmiş
Gör beni geçtiğim yolda, duy sesimi, yaklaş
Dokun bana dokun elinin ayasıyla bedenime ben geçerken
Korkma bedenimden
Whitman’ın Adem’mişçesine okura seslenip bedenine korkmadan dokunması için onlara yaptığı davet gibi, bu resimler de Berke’nin bizi bedene, onu narin bir ev olarak kabullenmeye, ona bakmaya, onda kendini ve tanıdıklarını bulmaya yaptığı bir davet olarak düşünüyorum. Bedenimizin hem dünyada bir parazit-misafir, hem de virüs gibi yarı-canlıların can bulduğu ve çoğaldığı bir ev sahibi olduğunu iyice hissettiğimiz bu dönemde, ressamın kanvas yüzeyindeki boya darbeleriyle tariflediği bu parça-bedenler, diğerlerinin bedenine hem korku hem istekle (dokunma, sarılma, yakın durma, kalabalığa karışma) baktığımız, yaklaşamadığımız zamanlarda gösterilmeyi beklemiş gibiler. Gözlerimle onlara dokunabiliyorum, belki de bunun sebebi o sırada galeride tek başıma olmam değil, sabitlediğim bakışlarımı geri yansıtacak gözlerin de olmaması karşımda. Kendim bir çeşit kolektif durum-kesit hikâyesindeyken, önüme konmuş beden kesitlerine bakıyorum. Yastığa gömülmüş bir yüz, göbekte kavuşturulmuş eller, onları örten gecelikle beraber aşağı sarkan memeler, bir ense, koyun koyuna girmiş kafalar, omuzlara dayanmış görünmeyen burunlar. Bir de çocukluğumun deniz kenarı anılarındaki anneannemin olduğuna neredeyse emin olduğum, giydiği mayodan hafif taşan, biraz kambur bir sırt. Ağırlıklarıyla, yakınlıklarıyla, sıcak nefesleriyle, pürüzlü yüzeyleriyle, pembe, mor, mavi, beyaz ve siyahlarıyla hepsi tanıdık, hepsi güzel ve aynı zamanda korkunç.
Her şeyin maddeselliğini yitirip arada bir donan ya da takılan ekran hayaletlerine dönüştüğü, sevdiklerimizi ya da yakınımızda olmayan yakınları gerçek hayatta görememenin getirdiği garip boşluk hissiyle geçen haftalar zincirinden yeni ve sadece kısmen çıkmıştık. Kendi evimden başka bir yerde, galerinin floresan ışıkları altında durup Doğanoğlu’nun resimlerine odaklanırken iki aydır yabancılaştığım bir eyleme salt kas hafızasıyla geri dönmüştüm. Tuvalin üzerinde boyanın kuruduğu, çatladığı, aktığı ya da parladığı alanlara bakarken, bir an bir ense olduğunu bildiğim imge çözülüp sadece renge, lekelere, izlere dönüşüyordu, sonra tekrar bir enseye. Bu sırada kendim de bir beden olduğumu kısa bir süreliğine unutmuş, sadece dokunan bir göz olmuştum. Galeride bu şekilde şaşkınlığın ve bu tanıdık ama yeni tecrübenin hafif sarhoşluğuyla duvarlar önünde gezindikten sonra konuşabilmek için Berke’yle dışarı çıktık. Bedenlerin endişe vericiliği geri geldi, birbirimizden olabildiğince uzak, yüzümüz Haliç’e dönük, çimlerde oturduk.
“Resim, sadece kendi yapabileceği şekilde, hayatta olmakla, bu bedende olmakla ilgili ne söyleyebilir? İnsan bedeninin geçiciliği ve fizikselliği resim yoluyla nasıl incelenebilir? Bir resmin yüzeyi; düzenden kaosa, büyümeden çürümeye sürekli bir devinim içinde olan bedensel yaşam döngüsü için nasıl bir metafor olabilir?” Berke bir ressam olarak kendine sorduğu bu sorulara cevaben son beş yıldır yaptığı resimleri Haziran ve Temmuz aylarında iki bölüm olarak sergilemeyi planlamış. Pandemiden önce sorulmuş sorular, resimle verilen uzun soluklu cevaplar, proje bitene kadar göstermemenin sabrı gibi kontrol edilebilen ve edilemeyenin bir araya gelmesiyle bu âna denk gelmiş iki ayaklı bir sergi. Bedene dair korkuların, özlemin, onun zaaf ve zayıflıklarının, bir yandan da hepimizi bağlayan ortak paydasının algı olarak bu kadar yükseldiği bir zaman, aynı anda kimsenin de sergi gezmek gibi hayati olmayan aktiviteleri en çok kıstığı dönem demek. Bu ironiyi konuşuyoruz. Onun zamanlamayı değiştirmeme kararını müthiş cesur buluyorum. Bir yandan da resimleri üzerinden bana yaşattığı bedensel yakınlık için ona müteşekkirim. Bu zamanda resim yapmanın ağırlığını bilerek ressamlığı seçmesi de, figür resmine yönelmesi ve boyayla kurduğu ilişki de ilk bakışta Berke’nin saflığı gibi gelebilir. Berke resimlerindeki Francis Bacon çağrışımları yaratan “abject”e yakınlığının da, Lucien Freud ressamların 20. yüzyıl portrecilerinin psikolojik fırçasıyla içe işleme taktiğiyle kurduğu ilişkinin de farkında. Onun pratiği bu ve başka birçok kurulabilecek sanatsal akrabalığı alıp kendi mütavazılığıyla benim “radikal savunmasızlık” olarak adlandırdığım bir tavırla resim üzerine düşünmeye devam etmek. Eğer bu saflıksa, evet, Berke çok saf bir fırça, kafa ve beden.
Serginin ikinci bölümünü yalnız geziyorum, ama bence bu sefer Berke de bir resmin içinde orada. Cézanne’nın ünlü Bather [Yıkanan] (1885) resmindeki ergen figürden esinli bu kısmi beden, girişte beni karşıladığında, onu sanatçının bir otoportresi olarak düşünmekten kendimi alamadım. Modern hayat tecrübesinin anonimliğini ve muğlaklığını yansıttığı düşünülen, belirsiz arka planı, tutarsız perspektifi ve orantısızlığıyla Bather birçok ressam için zamanını yansıtan ikonik bir resimdi. Serginin bu ikinci perdesinde resimlerin yerleri hiç değişmemiş, aynı yerlere, aynı çivilere, aynı boyutlarda serinin başka resimleri konuşlandırılmış. Bu sefer karşımda gene sanat tarihinin vazgeçilmezi, uzanmış bir nü, onun tersine çevrilmiş hali olduğunu düşünebileceğimiz bir sırt, sarılan bir çift, bizi karşılayan çıplak bir göğüs, tutunmuş bir el, gözlerimize değmeyen gözler ve bir kuyu kadar derin bir delikle noktalanan bir sergi var.
Bu parça-bedenler ya da bütünden soyutlanmış organlar, yaşadıkları yüzeyden daha derinlerde değiller. Çok sağlıklı ya da hasta, kadın ya da erkek, mutlu ya da mutsuz değiller, sadece oldukları gibiler, biraz melankoli, belki biraz kırılganlığının farkında. Berke’nin bedenleri de Cézanne’ın yıkanan figürü gibi, bugünü aynı şekilde tarifleyebilecek yüzeylerde yaşayan tecrübeler olarak görülebilir. İçinde oldukları peyzaja eğriksi bir şekilde yerleşmiş figürler aynı anda bazen sadece boyadan ibaret yüzeyler, bazen birine eski bir sevgilisini hatırlatan ya da bir diğerini hatırlamak istemediği sahnelere geri götüren kırmızı dudaklar, bir başkası için gördüğü ama dokunarak parmağıyla izleyemediği omurganın sırttaki gölgesi, eller, omuzlar, boyunlar, detayları keskinleşmeyen, flu anılar. Sarılamasak bile, gözümüzle dokunabildiğimiz, ama gözümüzü kırpınca değişen, belki de Preciado gibi mektup yazıp yollamadığımız, ama pandemide her zamandan çok düşündüğümüz, dokunmak istediğimiz ama yaklaşmaktan ya da çok dikkatli bakmaktan çekindiğimiz yabancı tanıdıklar. Yani biz, Adem’den bu yana, kendi etimiz, kemiğimiz, savunmasız bedenlerimiz. Antroposen çağında insan figürünü terk etmemiş, boya fırçasını fırlatıp atmamış bir sanatçı olmak çağdışılık mı? Belki biraz. Bence Berke bilinçli olarak zamanının biraz kıyısında duruyor, biz akmaya, hayat eski hızına dönmeye başlamış, bedenler biraz biraz kıpırdanışa geçmişken onun kendi sakin tüneğinden durup bakarak fotoğraflardan, televizyon programlarından ya da anlık karşılaşmalarından bir araya getirdiği parçaları örmeye devam etmesinde hiç de sakınca yok. Belki de astrologlara göre bu Jüpiter Satürn yakınlaşmasıyla girdiğimiz yeni dönemde insan bedenine de tekrar ve başka titreşimlerle bu titrek renkler üzerinden yine ve yeniden bakabiliriz.
[1] Paul B. Preciado, The Losers Conspiracy, Artforum, 26 Mart 2020 https://www.artforum.com/slant/paul-b-preciado-on-life-after-covid-19-82586