Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Queer Sanat

Duvar yıkmak, duvar kurmak

Taner Ceylan 15 yıllık bir aradan sonra Mehmet Emin Ağa Yalısı’nda “kurduğu” sergisiyle, keşfe çıktığı İstanbul’u onurlandırırken sanatçının yolculuğuna kentin tarihi mekânları tanıklık ediyor.

Taner Ceylan’ın 15 yılın ardından Türkiye’de izleyiciyle buluşan sergisi “Âheste Çek Kürekleri, Mehtâb Uyanmasın” figürler ve mekânlar üzerinden İstanbul’un “üstü örtük” tarihinin, kentin saklı derinliklerinin sanatçının gözünden yansıması olarak nitelendirilebilir. Tesadüf bu ya, Ceylan’ın kentin geçmişine odaklandığı bu yeni sergiye Salt Beyoğlu’ndaki “Sahne’de 90’lar” başlıklı sergide The Monte Carlo Style adlı performansının video dokümanteri ile Abdülmecid Köşkü’ndeki “İsmi Lazım Değil” sergisinde Nude ve Birth of Hope adlı resimlerinin eşlik ediyor olması, sanatçının kendi tarihinde bir yolculuğu da beraberinde getirdi. Ceylan’ın sanat üretiminin farklı dönemlerine tarihlenen bu eski işleri, yeni sergisiyle birlikte 30 yıllık kariyerinin duraklarını görmek için de vesile yaratıyor. “Bu işlerin hepsi benim için çok önemli, son 30 yılıma ait kırılma noktaları” diyor ve ekliyor Ceylan: “Özellikle de The Monte Carlo Style Türkiye’de neredeyse henüz hiçbir şeye başlamamış, bir galeriyle anlaşmamışken, tutunamayan, idealist genç bir ressamın ‘Ben buradayım, yetenekliyim, beni duyun, görün’ diyen çığlığıydı. The Monte Carlo Style ile bu yeni serginin birlikteliği; o tutunamayan genç ressamla bugün tutunmuş, kabul edilmiş, takdir görmüş ressam arasındaki vefayı gösterecek.”

1995 tarihli The Monte Carlo Style ile Ceylan’ın “bugün” Kanlıca’daki Mehmet Emin Ağa Yalısı’nda çoğu büyük boyutlu resimler, bir video ve heykelden oluşan ve gerçekleştiği mekân, mekânın tasarımı, serginin kurulumu, atmosferiyle ciddi bir ekip çalışmasının ürünü olan sergi arasındaki açı bir sanatçının varolma çabasını, kendine olan inancını göstermesi bakımından da çarpıcı.

Taner Ceylan, The Monte Carlo Style (1995/2022) işinden detay. Salt Beyoğlu, Eylül 2022. Fotoğraf: Mustafa Hazneci (Salt)

Taner Ceylan’ın yine bir cesaret ve beraberinde iddiayla giriştiği yeni sergisinin çıkış noktası, Rüstem Paşa Camisi’nin avlusundaki muazzam güzellikte ama aynı zamanda harap vaziyetteki, “Hem çirkin hem güzel, çok sesli ve her şeyin iç içe geçtiği, kalbi kırık, inanılmaz bir duvar. Tam da bizim gibi…” dediği çinili duvarı. Bir tesadüf de şu ki; üretimiyle “duvarları” yıkmaya girişen Ceylan, bu kez “bize benzeyen” bir duvarı yeniden kurarak ölümsüzleştiriyor.

Ceylan’la 15 Eylül – 16 Ekim tarihleri arasında Mehmet Emin Ağa Yalısı’nda izleyiciyle buluşacak yeni sergisinin oluşum sürecini ve eski işlerini, geçmişi ve bugünü, İstanbul’u ve kentin gizli güzelliklerini konuştuk.

“Âheste Çek Kürekleri Mehtâb Uyanmasın” adını taşıyan serginizle eş zamanlı olarak Salt’ta The Monte Carlo Style (1995), Abdülmecid Köşkü’nde ise The Nude (2000) ve Birth of Hope (2013) adlı çalışmalarınız yer alacak. İstanbul’da 15 yıl aradan sonra açılan ve bu kent üzerine kurulu yeni serginizle yan yana gelen diğer işleriniz, hikâyeleriyle birlikte anlamlı bir bütün oluşturuyor. Bu kesişme üzerine neler söylersiniz?

Mehmet Emin Ağa Yalısı’ndaki yeni sergimin oluş hikâyesi çok planlı değildi. New York’taki galericimin vefatı, galeriyle ilişkilerimi bir süre askıya alma kararı, özel insanlarla tanışıp bambaşka bir İstanbul’la karşılaşmam ve onu keşfetmem derken bir süre sonra kendi İstanbul’umu resmetmeye başladım. O sıralarda İstanbul’dan bir sergi teklifi de gelmişti, ancak yürümedi ve bağımsız bir sergi yapmaya karar verdim. Sonra araya pandemi girdi, durduk. Bir süre sonra sergi mekânı olarak bir konak bulduk, derken konak satıldı… Sonrasında ise her şey teslimiyetle, kendimi akıntıya bırakınca oldu. Salt, The Monte Carlo Style‘ın 90’lı yılların performans tarihiyle ilgili sergide göstermek istedi, 2000’li yılların başında ve 2000’lerin sonlarında yaptığım iki işe de Abdülmecid Köşkü’ndeki sergide yer vermek istediler. Eş zamanlı sergilenecek bu işlerin hepsi benim için çok önemli, son 30 yılıma ait kırılma noktaları. Hem sergi hem de diğer işlerim birlikte 30 yıl, 20 yıl, 10 yıl önceki Taner’e selam çakacaklar. Özellikle de The Monte Carlo Style. Türkiye’de neredeyse henüz hiçbir şeye başlamamış, bir galeriyle anlaşmamışken, tutunamayan, idealist genç bir ressamın “Ben buradayım, yetenekliyim, beni duyun, görün” diyen çığlığıydı. The Monte Carlo Style ile bu yeni serginin birlikteliği; o tutunamayan genç ressamla bugün tutunmuş, kabul edilmiş, takdir görmüş ressam arasındaki vefayı gösterecek. Bunu görünür kılan bir girişimde de bulunduk: Mehmet Emin Ağa Yalısı’nda sergilenecek İstanbul resimlerimdeki mekânları harita üzerinde işaretleyip sergiye uzanan bir tur hazırladık, turun ilk durağında da Salt yer alıyor.

Mehmet Emin Ağa Yalısı’nın girişindeki masada Taner Ceylan’ın sanatçı kitaplarını da incelemek mümkün.

Yolculuğunuzun bir özeti gibi The Monte Carlo Style ile bugün açtığınız sergi arasındaki hat. Döngü tamamlanmış oluyor bir anlamda. İsyanınızın karşılık bulduğu, sizin de idealinizi gerçeğe dönüştürdüğünüz bir yolculuk diyebilir miyiz?

Belki öyle ama benim için bu sergiyle birlikte bir sürü şey daha da sakinleşecek gibi hissediyorum. Son birkaç yıl benim için her anlamda çok dönüştürücü oldu. Yaşla da alakalı sanırım ama herkes radikal değişimler içinden geçiyor son yıllarda yaşadığımız ciddi kırılma noktaları yüzünden.

Elli beş yaşına girdim, okuldan mezun olalı 30 yıl oldu. Otuz yıldır bu ortamda ayakta kalmaya çalışıyorum. Bir sürü savaşlar, kavgalar verdim, direndim ve bugüne geldim. Çocukluğumdan beri çevremdekilerin portrelerini yaparak harçlığımı çıkarmaya başladım. Tüm bu geçen yıllar içinde okuldan atıldım, dışlandım, ölüm tehditleri aldım. Beni ben yapan önemli unsurlar oldu bunlar bir yandan da. Geçen yıl arka arkaya anne, babamı kaybettim. Kaybettim demeyeyim de gittiler diyeyim. Çok güzel vedalaştık, tam da çocukluğumla hesaplaşırken, vedalaşırken gittiler. Yani ben içimde huzuru buldum, onlar rahatlayıp gitti.

Şimdi de kendi içimdeki hesaplar, savaşlar duruluyor, her şey sakinleşiyor, yaptığım resimdeki dil de netleşiyor. Yaptığım birçok seri resim oldu bu zamana kadar, şimdi içimdeki duygu böyle serilerin oluşmayacağı ve artık tek tek resimler yapacağım yönünde. Kendi dizgesi içinde yine resimler ortaya çıkacak ama majör konulardan bağımsız resimler olacak. İki yıldır bir galeriye bağlı olmamamın da payı var tabii. Uluslararası tanınırlık piyasanın içinde olmaya zorluyor ama artık bir, iki fuara katılırım diye düşünüyorum.

1995’te yaptığınız The Monte Carlo Style bu piyasaya girmek içindi, şimdi tam tersi piyasanın yorduğundan bahsediyorsunuz. Bu da kendi içinde bir çıkmaz değil mi?

Kulağa öyle geliyor ama 90’lı yıllarda Türkiye’de üç beş galeri vardı. Bırakın oradaki sergilere gitmeyi, ancak galerilerin camından içeri bakabilirdik kedi gibi. 2000’li yıllarla birlikte artan galeriler, sistemin oturması, sanatın yatırım aracı olarak benimsenmesiyle iş çok değişti. 90’lı yıllarda görünme arzusu, tutunma çabası başka; 2000’lerde galerilere girip sistemin parçası olmak çok başka… Orada da başka bir mücadele var. Önüne tarihler konuyor, üretmen gereken resimler var, ödün vermemen gerekiyor ne resminden ne tekniğinden… Karşılığını aldım, alıyorum, takdir ediliyorum ama çok yoruldum. Bunu tekrar tekrar söylemek istemiyorum çünkü enerjilere, çekim yasalarına inanıyorum ama hayat yorgunluğu diye bir şey varmış. Bunu öğrendim. Arzuyla enerji başka şeyler. Bunu dengelemem gerekiyor. Galerisiz olmak bu anlamda çok iyi geldi.

Taner Ceylan, Rüstem Paşa, 2019, tuval üzerine yağlıboya, 240×160 cm.

Galerisiz olmak demişken hem Mehmet Emin Ağa Yalısı’nda gerçekleşecek bu sergi hem Olimpos sergileri, beyaz küpün dışında hep özel mekânlarda oldu. Bir atmosfer yaratma çabasının devamı olarak devreye giriyor bu tür mekânlar anladığım kadarıyla ama sanat galerileriyle, piyasayla ilgili bir yanı da var mı bu tercihinizin?

Olimpos’a yerleşmem ve orada bir hayat kurmaya çalışıyor olmam tamamen tesadüfler silsilesi. Çok zorlamadım, “hayat ne getirirse” dedim ve akıntıya bıraktım kendimi. On dönüm zeytinliğim var, oradan yağ elde ediyorum ve o yağları koleksiyonerlerime satıp her yıl bir sergi ile bir kitap yapıyorum. Bağımsızlık hali güzel. Hiçbir kuruma, hiçbir şirkete, hiçbir şeye bağlanmadan sanattan ve bahçeden gelen bir para var ve tekrar sanata dönüyor. Bu çok değerli, galerilere bağlanmadan yapmak daha da değerli. İstanbul’un 80’li ve 90’lı yıllarındaki bianellerini görmüş biriyim. Ayasofya, Yerebatan Sarnıcı veya Antrepo gibi alternatif mekânlardaki sergiler, daha öncesinde Ceylan Çaplı’nın Maslak Oto Sanayi’de yaptığı partiler ya da Darphane’deki performans günleri gibi etkinlikleri de gördüm. Kısacası, sanatın mekânla entegrasyonu bir zamanlar çok güzeldi. Bu durum özellikle 2000’li yıllara yaklaşırken ve hemen sonrasındaki zaman diliminde çok keskin bir şekilde kesildi. Beyaz küplere girdik hepimiz. Geçmişte bunları deneyimleyen birisi olarak çok özlüyorum bu yaklaşımı.

Bu sebeple, İstanbul’un kendi dokusunu galerilere bağlanmadan, sergilerin içine katarak, yapıp yapamayacağımızı tartarak yola çıktım. İlk Olimpos sergisini Sadık Paşa Konağı’nda yaptık. Orada da serginin mekânsal tasarımını, resimlerini ve mekânın atmosferini kurmak üzere bir mimar ve bir sanat tarihçisiyle çalıştım: Fahrettin Aykut ve Hikmet Mizanoğlu. Sadık Paşa Konağı, Cihangir’de terk edilmiş bir konaktı. Oraya yerleştirilmiş olan bütün antika koltuklar, resimlerin oturtulması, kristal avizeler ve yerdeki halılar gibi pek çok şey Hikmet Mizanoğlu’nun yerleştirmesi. Ayrıca, mekâna özel koku tasarlanmıştı. Tasarımcıya zamanında burada yaşamış olan bir hanımın pudra kokusunu istediğimi söylemiştim. Mekâna girer girmez duyulan o koku, geçmiş zamanın içinde geziyormuş hissi veriyordu. İkinci Olimpos sergisini ise bir sinagogda yaptık. Üçüncüsü de Balat’ta bulunan bir konakta olacak. Tüm bu süreçte New York’la ilişkimi yavaş yavaş askıya alıp İstanbul’u tekrar keşfetme maceramın ve kendi İstanbul’umu resmetmeye karar vermemin payı da var.

Çok özel insanlarla tanıştığınızı ve onlar aracılığyla başka bir İstanbul keşfettiğinizi söylemiştiniz röportajın başında. Kim bu insanlar ve yeniden keşfettiğiniz İstanbul, nasıl bir kent?

O insanlar arkadaşlarım oldu şimdi. Birisi Erkal Aksoy. Erkal Aksoy’un Alaturca House adlı mekânını görmek benim için bir dönüm noktası oldu. Bir diğeri ise Hikmet Mizanoğlu ve onun dükkânıdır. Daha sonra Serdar Gülgün ile tanıştım. Konağındaki yaşantısını, düzenlediği etkinlikleri yakından gördüm. Onların meclisine katılmak ve onlarla birlikte İstanbul’u keşfetmek çok keyifli bir süreçti. Gerçekten sıradan bir insanın vizesinin olmadığı bir İstanbul’a girdim ve büyülendim. Orada şunu gördüm: İnsanlar gelecek ve gidecek, yönetimler değişecek ama bu hayat, bu miras, şifreleri bilenlere aktarılarak devam edecek ve yaşayacak. Çünkü tam anlamıyla Bizans’tan bu yana var olan gelenekler, mekânlar, nesneler, hayatlar yaşatılıyor. Kendi İstanbul’umu resmetmeye karar verdiğimde bunu İstanbul peyzajları üzerinden yapmak yerine figürler üzerinden yapmak istediğimi fark ettim. “İnsanlar bana poz verecek, ben de edalarından ve tavırlarından yola çıkarak İstanbul’u anlatacağım” dedim. Sergide ayrıca bir heykel ve bir videom da var.

Video ilk mi olacak?

İlk diyebiliriz. Profesyonel anlamda bu kadar büyük bir ekiple ilk kez çalışıyorum. Çok önemli yönetmenlerle ve stüdyolarla yan yana geldim. Sergiye belirli saatlerdeki seferlerle denizden gelinecek ve yalıya denizden gelirken insanları mermer bir heykel karşılayacak. Bunu İlhan Koman’ın Akdeniz Heykeli gibi düşünün, Taner’in de İstanbul Heykeli var artık. O kadar iddialıyım. Gelen insanları karşılayacak son derece küstah, eli belinde, burnu havada, gökyüzünü seyreden ve baştan aşağı üzerine örtü örtülmüş bir erkek figürü bu. Üstünün örtük olması bahsettiğim nedenlerden dolayı: Bütün güzelliğini bize deşifre etmediği için, İstanbul gibi… O örtüyü kaldıranlara güzel görünecek. Bu erkek figürünün dış hatları belli, üstündeki örtüyü ıslak bir örtü gibi düşünebiliriz. Bunun videosunu da gerçekleştirmek istedim. Birebir değil ama heykelle birbirlerine bağlansınlar istedim. Videoda hem Boğaz’a hem de İstanbul’a gönderme yapan su üzerinde bir dolunay sahnesi var. Bir yandan ucu bucağı olmayan bir okyanus gözükürken diğer yandan bir kaya üzerinde baştan aşağı örtülmüş şahane bir erkek dolunayı seyrediyor. Bu erkek Cem Adrian ve kendi bestelediği bir Türk Sanat Müziği ezgisini mırıldanıyor. Bütün mekâna o tınıyı ve mırıltıyı yayıyoruz.

Peki, sizin İstanbul’unuzun mekânları ve o mekânlardaki figürler nasıl yan yana geldi? Kent mi, tarihi figürler mi resimlerdeki hikâyeyi çağırdı?

Çok büyük kurgular değil ama ilk başlama noktamı anlatarak açıklamaya çalışayım. Adnan Çoker akademide hocalarımdan biriydi ve bizi sık sık Rüstem Paşa Camisi’ne yollardı. “Rüstem Paşa Camisi, İstanbul’un mücevher kutusu, her köşesini etüt edin” derdi. Gençliğimden beri bu camiye giderim. Tahtakale’de küçücük bir esnaf camisi ve Mimar Sinan’ın başeserlerinden biri… Bunu bilen çok az. Çarşıdan camiye girerken dehlizlerden geçiyorsunuz. 16. yüzyıl çinileriyle bezenmiş muazzam bir yapı ve bugüne kadar çalınmamış en değerli İznik çinileri orada. Caminin küçük dış avlusunda da muazzam çiniler yer alıyor. Caminin avlusunda benim için çok özel bir duvar var. Bu duvardaki çiniler zamanla depremlerde düşmüş, ardından büyük ihtimalle caminin imamları ya da orada çalışanlar düşen ve kırılan parçaları yapıştırmışlar veya depoda var olan şeylerle yamamışlar ve orada bir mozaik ortaya çıkmış. Bu 3-4 metrelik duvar karman çorman, birbiriyle alakasız olan İznik çinileriyle dolu bir alan haline gelmiş. Tam da bizim gibi… Hem çirkin hem güzel, çok sesli ve her şeyin iç içe geçtiği, kalbi kırık, inanılmaz bir duvar. O duvarı resmetmeye çalışmak bir cesaret meselesiydi aynı zamanda. Çılgın bir projeyle bu işe koyuldum ve boyutlarını biraz küçülterek birebir duvarı resmetmeye başladım. İnce işçilik gerektiren bir çalışma olduğu için 4-5 ay geçmesine rağmen tuvalde 5 ve 20 santimetrelik fayanslardan oluşan ilk sırayı henüz bitirememiş ve depresyona girmiştim. Biraz zaman geçti, toparlandım ve sonunda o duvarı 1,5 yılda bitirdim. Bu duvarı kendimce ölümsüzleştirmiş oldum. Sergi mekânına girildiğinde izleyiciyi Rüstem Paşa’nın bu duvarı karşılayacak.

Hem gerçekçi hem kavramsal…

Evet, oryantalist resimlerdeki gibi bir güzelleme yok. Duvarın önünde hiçbir figür veya ışıltı da yok. Gerçekten o duvara bakıyorsunuz, yani o kırık dökük dvarı Tahtakale’den kaldırıp Kanlıca’ya getirdim. Bu resimden sonra da yavaş yavaş kafamdaki İstanbul’un kırılganlığını, romantikliğini, tekinsizliğini figürler üzerinden anlattım. İstanbul’un fethine kadar bir sürü hikâyeyi kendinizce okuyacaksınız ama hiçbirini adlandırmayı seçmedim, resimlerin altına sadece kullandığım ve bana model olan arkadaşlarımın isimlerini yazdım.

Taner Ceylan, Halil Paşa, 2022, tuval üzerine yağlıboya, 49×67 cm.

O temsili figürlerden biri de Halil Paşa… Halil Paşa’nın Courbet’ye sipariş ettiği L’origin du monde’u da kullanmıştınız bir resminizde. Halil Paşa’nın önemi nedir sizin için?

Halil Paşa benim için çok önemli bir figür. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğullarıyla birlikte Mısır’da büyümüş bir Osmanlı diplomatı, aynı zamanda koleksiyoner. Paris’te yaşıyor ve bütün oryantalist ressamlara sipariş veriyor. Osmanlı’ya geri dönebilmesi karşılığında padişah ondan koleksiyonunu elinden çıkarmasını şart koşuyor. Halil Paşa da hazırda birikmiş kumar borçları olduğu için bütün eserleri müzayedelerde satışa çıkarıyor. Düşünsenize şimdi Louvre gibi bir müzemiz olabilirdi. “Kayıp Resimler” serisinde feraceli bir kadının arkasında yer alıyordu Halil Paşa’nın sipariş ettiği resimlerden biri olan “L’origin du monde”, şimdi ise Halil Paşa’nın kendisini koydum. Onu fiziksel görüntüsüyle değil ama edasıyla ve yaşamış olduğu haleti ruhiyeyle resmetmeye çalıştım.

Osmanlı tarihine figürler, portreler üzerinden bakarken İstanbul’u da kişileştiriyorsunuz diye düşündüm…

Sergideki bütün portreler ustalık işlerim, bugüne kadar yaptığım en iyi portreler. Böyle bir iddiası var kendi içinde. Bir anlamda da dediğiniz gibi bir durum söz konusu. Bunu şu örnekle anlatabilirim: Sergide elinde kendi kellesini tutan bir figür de yer alıyor. Bir basamaktan inerek kanlı bir koridorun içinden geçiyor, ayakları ve etekleri kan revan içinde kalmış, kendi sorgucunu kendi göğsüne saplamış. Bu figür benim için Fatih de olabilir, İstanbul’un fethinin kendisi de olabilir. Kucaktaki kelle Konstantinopolis, yukardaki ise İstanbul olabilir. İstanbul’u fethetmenin çok şeyi değiştirmediğinin ifadesi bana göre. Mezar geleneğinden müzik geleneğine, yemek geleneğinden hamam geleneğine kadar hâlâ Bizans’ın gelenekleriyle yaşadığımızı düşünüyorum. Fatih öldüğü zaman oğlu, elindeki bütün Bellini tablolarını ve Fatih’in Avrupa’dan getirttiği ressamlar tarafından yapılan tabloların hepsini pazara çıkarmış. Attığı da söyleniyor ama ben buna ihtimal vermek istemiyorum. Fatih öldükten sonra maalesef her şey eski tutuculuğunda devam etmiş. Biraz da bu sebeple kendi kellesini kendi elinde tutuyor. 

Pratiğinizde genel olarak ciddi bir araştırma süreci var. Toplumsal ve kültürel tarih ya da sanat tarihinin derinliklerinde bir çatlak ya da boşluktan ilerliyor, çatışmaktan ziyade kendi hikâyenizi yaratma ve kurgulama girişimine olanak tanıyan potansiyelleri değerlendiriyorsunuz…

Ben belgeselci değilim bunu unutmamak lazım. İmgelerle ve duygularla çalışıyorum. Sözel bir zihnim yok. Bu yüzden yola sezgilerimle ve duygularımla çıkıyorum. “Kayıp Resimler” serisini yaparken bu dediğiniz şeye çok dikkat etmiştim. Orada “politically correct” olmak zorundaydım. Mesela bir resmi “Esma Sultan” olarak ya da 4. Murat’ın ölüm tarihiyle adlandırıyorsanız, bu “politically correct” olunması gereken bir durum ve bence çok yorucu. Bunun bana göre olmadığını anladım. Oradaki amaç oryantalizmi eleştirmek ve oryantalizme biraz iğne batırmaktı ama dediğim gibi beni çok yordu. Onun için bu sergide çok daha duygusal ve imgesel bir yola, İstanbul’un bendeki yansımalarına başvurdum. Çünkü oryantalizm estetik anlamda çok güzel ama aynı zamanda da büyük bir palavra. Gerome’un ve her ne kadar tekniğini eleştirsem de Osman Hamdi’nin bütün resimlerine âşığım. Ayvazovski’nin veya Zonaro’nun peyzajlarına kim burun kıvırabilir? Olağanüstüler, romantikler, çok güzel ve çok estetikler. Estetik mühendisliğinin şaheserleri diyebiliriz. Bu yüzden oryantalizmi çok seviyorum, ondan beslenmek istiyorum ve besleniyorum da. Müze gezerken sizi kalbinizden vuran ve önünden ayrılmadığınız eserleri düşünün. Boyanın ve fırçanın nelere muktedir olabileceğini biliyorsunuz. Hem kendi adıma hem de benim resimlerimi izleyenler adına bunun peşindeyim aslında. Oryantalizmden çok faydalanıyorum çünkü şifrelerini çok iyi çözmüşler. Hasbelkader okuyorum da. Çok derinlemesine bir tarih okuyucusu değilim ama İlber Ortaylı’nın bana verdiği bir öğüdü unutmam: “İstanbul Ansiklopedisi’ni aç, masanın üstünden hiç eksik etme ve her gün bir sayfasını çevir“ demişti. İçerisinde muazzam hikâyeler barındırıyor. Tabii herkesin İstanbul’u çok farklı. Bugünkü erkin İstanbul’u ile benim tanıştığım insanların İstanbul’u ya da Kapalıçarşı esnafının İstanbul’u çok farklı. Herkes başka bir tarafından bakıyor ve başka bir tarafını yakalıyor. Benim İstanbul’umu nasıl bulacaksınız ben de çok merak ediyorum. Geçtiğimiz yıllar içinde yeni tanışıklıklarımla ve yeni hikâyelerimle bir sürü yalıya girdim. Eşsiz bir deneyimdi. Şimdi bunu sergimde birçok insan yaşasın istiyorum. Bu yüzden çok heyecanlıyım. Mümkün oldukça otantik bir yalının duygusunu yansıtmak istiyorum. Bu sergi için de Hikmet Mizanoğlu’yla birlikte çalıştık. 18 ve 19. yüzyıla ait Barok ve Osmanlı mobilyalarıyla, avizeler, halılar ve vazolarla bezedi yalıyı.

Taner Ceylan, Koral, 2020-2021, tuval üzerine yağlıboya, 240×176 cm.

Mehmet Emin Ağa Yalısı’nı özellikle seçmenizin bir sebebi var mı?

Bu sergi bağımsız olmalıydı ve bağımsız bir serginin nasıl kurulacağı; elektrik, aydınlatma, su, tuvalet gibi meselelerin nasıl halledileceği; korumaların ve sergi görevlilerinin sorumluluklarının nasıl ayarlanacağı gibi problemlerin çözüm aşamalarını Olimpos sergilerinde deneyimlemiştik. Bir de tabii işlerin sigortalanması, nakliyesi, mekânın her gün temizlenmesi gibi meseleler var. Halihazırda tüm bunların üstesinden gelmeyi biliyorken ve network’ümüz de varken kendi sergimizi yapmamamız için bir sebep yok diye düşündüm. Ekibimle bu işe çok sağlam giriştik ve pandemi öncesi mekânı ayarladık. Serdar Gülgün, Beykoz’da restore ettirdiği bir konağı vermişti. Neredeyse bu sergi için yapılmış inanılmaz bir konaktı, fakat bir yandan da çok uzaktaydı. “Nasıl olacak” diye kara kara düşünürken konağı görünce hiçbir problem umurumda olmadı çünkü aşık oldum konağa. Konak pandemide satılınca yeni bir mekân arayışına koyulduk. İki yıldır arıyorduk ve en sonunda canciğer arkadaşım Emine Gülçelik’in bağlantıları sayesinde şu an kullandığımız yalıyı bulduk. Yakın zaman öncesine kadar harabe bir yermiş, yıllardır restorasyonu yapılıyormuş, yeni bitmiş ve satılığa çıkarılmış. Ben kendilerini tanımıyordum ama yalı sahipleri beni çok sevdikleri için sergimi seve seve yapabileceğimi söylediler. Onlara güvenim sonsuz ama üstelemelerim sonucunda sergiden önce satılma ihtimaline karşı sözleşme de yaptık bunca hazırlık ve emek yarı yolda kalmasın diye. Yalı satılsa bile satın alanlar sergiden sonra taşınabilecekler. Boğaz’dan geçince Kanlıca Koyu’nun tam ortasında, kırmızı bir yakut gibi sizi bekleyen minyatür ve muhteşem bir Osmanlı yalısı…

Sergiden görünüm.

Sergi yalının bütün katlarına yayılıyor mu?

İki katlı bir yalı, altta bir de mahzeni var. Video mahzende, girişte konukları Rüstem Paşa ve Halil Paşa karşılıyor, üst katta dört resim daha var. Aynı zamanda mekânda belirli günlerde yemek verilecek. Bu yemeklerin ve sofranın tasarımını Onur Eraybar yapıyor. Sofra sergi boyunca tabaklarıyla, çiçekleriyle kurulu kalacak.

Biraz önce “Ben tarihçi değilim, sanatçıyım” dediniz. Gerçekle kurduğunuz sıkı ilişkiyi anlamak adına şunu merak ediyorum; geçmişe uzanıp oradaki hikâyeleri bugüne bir kurguyla taşımak söz konusu. Öte yandan hipergerçekçi resimler yapıyorsunuz. Bunu da içinde dijital destek, buluntu nesne ve imajlar olsa da klasik yöntemle, boyayla yapıyorsunuz. Gerçekle kurgunun bu iç içeliğinin sizdeki karşılığı ne? Siz bunu nasıl tanımlıyorsunuz? Bir sorum da, bugünün sanal dünyasıyla ilgili. Artırılmış gerçeklik cihazları aracılığıyla zaman ve mekânı başka yere taşımak, metaverse gibi yeni gerçekliklerle ilgili düşünceleriniz neler?

Mehmet Gün bana zamanında çok güzel bir şey söylemişti. 90’lı yılların başında bana sorduğunuza benzer bir soruyu, her şeyin iç içe geçmesinin ve çoğalmasının resim yapmayı zorlaştırıp zorlaştırmayacağını ona sormuştum. O da bana “Kombinasyon seçenekleri ve olasılıklar da bir o kadar arttı, her şey yeni başlıyor” demişti. Aslında şimdi başlıyor her şey. Şöyle çok güzel bir örnek var: Bugüne kadar hiç görmediğim bir canavarı tasvir etmenizi ve beni şaşkınlık içerisinde bırakmanızı istesem o canavarı neye göre yaratacaksınız? Kendi içinizdeki külliyata göre, yani okuduğunuz kitaplar, seyrettiğiniz filmler, tüm biriktirdiklerinizle. Sanat yapmak sanatçısıyla çok alakalı. Nereden beslendiği, neler biriktirdiği ve sermayesinin ne olduğu gibi konularla ilgili bir durum. Öncelikle Türkiye’de olmak bir sanatçı olarak kültürel açıdan büyük bir şans çünkü hem Doğu’nun müziğinden hoşlanıyorsunuz, hem klasik Batı müziği dinliyorsunuz, kısacası merkezdesiniz. Her yerden size doğru akıyor her şey. Medeniyetlerin, kültürlerin buradan; Mezopotamya’dan doğmuş olması hiç tesadüf değil yani. Bir büyük şansım da birçok dile hakim olmak. Okuyor, izliyorsanız katmanlılığa katkısı büyük. “Kayıp Resimler” serimi New York’ta sergilediğimde bir eleştirmen Esma Sultan’ın portresini anlatmamı istemişti. Ben de anlattım, dedim ki: “Esma Sultan 16 yaşında gencecikken dul kalıyor ve çok zengin oluyor, sonra tekrar evleniyor ve tekrar dul kalıyor ve daha da zengin oluyor. Sonra 2. Mahmut’un kız kardeşi olarak ülkeyi arkadan yönetiyor, öyle ki Yeniçeriler onu ilk kadın padişah yapmak istiyor. Esma Sultan’a dair şöyle hikâyeler de var; yalısındaki güzel kızlar pazara gidip yakışıklı, yağız delikanlıları saraya alıyorlar, sabah ise oğlanların cesetleri Boğaz’da yüzüyor.” Eleştirmen bütün bu duyduklarına çok şaşırarak “Esma Sultan, Dracula gibi bir şey mi? Orada insan hakları yok mu?” gibi sorular sordu. İnsan Hakları Beyannamesi 1950’de imzalandı, ben ise ona nerdeyse 300 yıl öncesini anlattım. Tarihsel katmanları olmadığı gibi mental katmanları da yok. Haksızlık etmek istemem ama bizim kadar çok katmanlı, olayları çözen ve anlayabilen bir yapıları yok. Bu yüzden burada yaşıyorum ve çok iyi bir klasik eğitim aldığım için bu aldığım eğitimi güncel bir insan olarak aktarmaya çalışıyorum. Dediğiniz gibi bilgisayardan faydalanıyorum. İşlerimi ilk önce photoshop‘la hallediyorum. Bilgisayarım benim post stüdyom, fiziksel stüdyodan ziyade orada gerçekleşiyor her şey. Daha sonra print alınıyor. Klasik sanat yapıyorum ama bunu da güncelin bütün nimetlerini ve olanaklarını kullanarak yapıyorum.

Bütün bunları bir potada eritebilmek çarpıcı olan…

Almanya’da doğdum ve büyüdüm. Hayatımın bir kısmı Türkiye’de, ardından yurt dışında geçti. İlk galerim orada olduğu için 10 yıl Amerika’da Paul Kasmin Gallery ile çalıştım. Ardından buraya gelip İstanbul’u gerçekten tekrar keşfetmek ve bu çok katmanlılık hikâyesi bir şekilde doğuştan beri hayatımın içinde olan bir durum. Resimlerime de mutlaka yansıyordu. Bir de çocukluğumdan beri sistemin dışında bir beden, eşcinsel bir birey olarak büyüdüm. Sürekli ters, doğru olmayan ve bu topluma uymayan biriymişim gibi olduğum hissettirildi. Yıllarım kendimi anlamakla, kendimi tanımlamakla geçti. Bende ters olan, normal olmayan şeyin ne olduğunu bulmaya çalıştım. Bunun araştırmasıyla geçen 30 yıl düşünün… Okuyorsun, araştırıyorsun ve bakıyorsun ki benzerin yok. Ben sayfiyede yaşadım hep, bahçelerde büyüdüm. Anne ve babamın tercihleri nedeniyle şehir hayatım olmadı. Bu yüzden benzerimi göremedim, asosyaldim ve sürekli resim yapıyordum. Dünyayı anlamakla geçti hayatım. Ters olmadığımı anladığım anda “Meğer ters olan dünyaymış, çevremmiş” diye düşündüm. Çözümcü kafa yapım ya da çok katmanlı düşünebiliyor olmam belki de oradan geliyor.

Sergiden görünüm.

Gerçeği kurcalamak da oradan geliyor sanırım…

Muhtemelen öyle… Her şeyi sorguluyorsunuz çünkü.

Metis Yayınları’ndan çıkan, Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice’nin yayına hazırladığı Cinsellik Muamması – Türkiye’de Queer Kültür ve Muhalefet adlı kitapta yer alan yazınızda “Unutulmuş mirasları, susturulmuş sesleri, tarihin mezarlığına gömülmüş öznellikleri yeniden dirilterek ironi, oyunbazlık ve hipergerçekçilikten faydalanarak, farklı tarihsellikleri alışılmadık biçimlerde çizgisel kronolojiyi kırarak bir araya getiren yeni sahneler kurgulayarak homososyal bir yerel bağlamın kalbine yerleştirdim“ diyorsunuz yukarıdaki sözlerinizi destekler bir biçimde. Bu söyledikleriniz Türkiye’de yaşayan pek çok Queer sanatçıya da ilham ve cesaret vermiş olmalı…

Galerist’teki ilk sergim 2002 yılında, tamamen bu yaklaşımla ortaya çıkmıştı. İnanılmaz sağlam bir şekilde, bir resim mühendisi olarak mezun oldum diyebilirim. Her şeye hakimdim fakat kendimi kabul ettirmek ve hayatımın normal olduğunu gösterebilmek için bu tekniği kullanarak benim gözümden bu dünyanın nasıl gözüktüğünü göstermek istedim. Mesela billboardlardaki moda ya da parfüm reklamlarında erkek ve kadın yan yanadır, öyle değil mi? Ben oradaki kadını çıkarıp yerine erkek koydum. Bu güzel, şahane, lüks ortamda iki erkek nasıl olur? Yaptım, oldu. Heteroseksüel dünyanın dayattığı reklam imgelerini nasıl gördüğümü ve nasıl olmasını arzu ettiğimi anlatmak istedim. Patlamayı 2002 yılında Galerist’teki o sergi yaptı. Oyunu bozmak, imgeyi bozmak, tersine çevirmek… Öyle değil, böyle de olabilir. Ben böyle görüyorum ve bugüne kadar klasik resimde görmediğimiz şeyleri bu resimlerde gösteriyorum. Çünkü kurcaladığınız zaman Türk sanatında bırakın çıplak erkeği, çıplak kadın resmi bile yok. Amacım bu durumu kırmak ve onun üzerine gitmekti. Oradan devam ettim.

Sergiden görünüm.

Bugünse hem dünyada hem Türkiye’de Queer sanat kendine daha rahat yer bulabiliyor. Siz nasıl görüyorsunuz?

Amerika’da Queer sanat kendini 80’lerde var etti, bize ise çok geç geldi. Reagan’ın “AIDS yoktur. Bu bir eşcinsel hastalığıdır” demesi üzerine Reagan karşıtı sanatçılar ve aktivistler pek çok şey ortaya koydu. Queer sanat için çok değerli yıllar. Tabii orada durum çok çatallandı. Queer sanatın şöyle bir handikabı var: Protest ve aktivist sanatla, estetik her zaman iç içe geçemiyor maalesef. O zaman yapılan şey sanat düzleminde sadece sözde kalıyor, estetik düzlemde ise “kitsch” oluyor. Bunun ayırdını iyi yapmak lazım. İkisi iç içe geçtiği zaman çok değerli oluyor: Felix Gonzales Torres’in işleri gibi mesela. Bu seviyeden bakmak gerekiyor.

Burada yapılanları nasıl görüyorsunuz peki? Aktivizm kokan işler olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Güzel şeyler görmeyi arzuluyorum ve var da ama buradaki ilk amaç estetik çıtayı yükseltmekten çok “benim cümlem” duygusu. Haklı olarak bir Queer olarak “Ben cümlemi duyurayım” hikâyesi önde yer alıyor ama sanat olabilmesi için sanatın kullanılması lazım.

Aktivist tarafı olmadan Queer sanat olmaz zaten ama sadece aktivist düzlemde kaldığı anda sanat düzleminde olamıyor ve galerilerde yer alamıyor. Dolayısıyla müzelere ve koleksiyonlara giremiyor ve geniş kitlelere yayılamıyor. Hikâye bu. Amaç, güncel sanatı çok iyi bilip güncel sanatın üzerine bir taş koyarak Queer sanatın üretilmesi olmalı. Tek başına olduğu anda sadece birbirimizi ağırlıyoruz.

Taner Ceylan, The Monte Carlo Style (1995/2022) işinden detay
Salt Beyoğlu, Eylül 2022
Fotoğraf: Mustafa Hazneci (Salt)

The Monte Carlo Style, 1995/2022

Performansçılar: Taner Ceylan, Murat İpek, Mine Pektaş

9 Aralık Cumartesi akşamı saat 20.00 sularında Beyoğlu İmam Adnan Sokak’taki Devlet Han’ın önünde toplanmış “seçkin davetliler”, Steve Maurice tarafından organize edilen ve sabahın ilk ışıklarına kadar sürecek parti için hazırlanmışlardı. Partinin hazırlıklarına iki hafta önce başlanmıştı. İstanbul’un muhtelif mekânlarına asılmış gizemli afişte bilgi için 24 saat aranabilecek bir telefon numarası not edilmişti.

Hattın ucundaki teleksekretere istenen bilgileri (isim, adres, telefon, meslek) bırakanlar birkaç gün içinde bir teyit araması, sonra da parlak kırmızı bir zarf aldılar. İnce sac levhadan davetiye çekici bir program vaadi içeriyordu: Vivette Jewellery sponsorluğundaki gece Devlet Han’da başlayıp Karaköy’den hareket edecek Cocolouris yatında devam edecek ve şov, ertesi sabah 10.00’da Fesçiler Kasrı’ndaki kahvaltıya kadar hiç durmayacaktı.

Ne var ki hem bu program hem Fesçiler Kasrı tamamen düzmeceydi. Davetiyedeki kasti yazım hataları kimsenin dikkat çekmemişti. Partiye katılımın 60 davetliyle sınırlı olacağı söylentisi insanları daha da heyecanlandırmıştı. İşin aslı, ressam Taner Ceylan boşlukla ilgili dört resmini sergileyecek bir mekân bulamayınca bu sözde parti projesini uydurmuş; bir beklentiyi, boş bir vaadi “happening”e çevirmek istemişti. O gece Devlet Han’a gelenler üç performansçı, dört resim ve duvardaki açıklamayla karşılaştılar.

Kanlıca’daki Mehmet Emin Ağa Yalısı’nda gerçekleşen sergi 16 Ekim’e kadar her gün 12.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebiliyor. Adres ve ulaşım bilgileriyle ilgili detaylar aşağıda.

Adres: Kanlıca Mah. Barış Manço Cad. No.86 Beykoz

Lokasyon: https://goo.gl/maps/xgq4zytzbjXXeE1E7

Ulaşım: Özel araç ya da taksi ile Avrupa Yakasından Fatih Sultan Mehmet Köprüsünden sonra Anadolu Hisarı’ndan Kanlıca yönüne giderken solda.

IBB Deniz Taksi ile Beşiktaş, Bebek, Ortaköy’den Kanlıca İskelesine, İskeleden 10 dakika yürüme. IETT Otobüsleri ile Üsküdar’dan 15 ve 15F otobüsleri ile Körfez durağından 1 dakika yürüme.

ŞEHİR HATLARI Boğaz hattı vapurları ile Kanlıca İskelesinden 10 dakika yürüme.

Bir İstanbul arkeolojisi
Nergis Abıyeva

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.