Zaman çoğu zaman dışarıdan bir gerçekliği varmışçasına kendi ağırlığını bırakıyor, çöküyor üstümüze. İçinde nefes aldığımız şey sanki hava değil de zamanmış gibi. Bir yandan onu elle tutamıyoruz aynı havayı da tutamadığımız gibi. Zamanın insan eylemselliği ile iç içe geçmiş hâlini unutuyoruz bu yüzden. Zaman bizi üretmiyor, biz zamanı üretiyoruz. Bunu yaparken aynı zamanda hem kendimizi hem de etrafımızdaki geniş dünyayı.[1] Faili biziz, ellerimizde yükü. Kişisel arşivler bu ele gelmeyen zamanın neresinde? Zaman her yerde ise arşiv de mi öyle? Arşivi de biz yapmıyor muyuz zamanı büktüğümüz gibi? Ben olma hâli bir yük hissettiriyor.
Arşiv kendi içinde fiilî bir eyleme işaret ediyor; durma hâli de aksiyonun parçası. Çetrefilli bir zamansallıktan nesneleşen bir koleksiyona, anıya o kadar fazla şey demek oluyor ki arşivin kendisi. Arşive dahil ettiğimiz şeylere her zaman rızamız da olmuyor. Bazı nesneler kendine yer buluyor, sızıyor, bizi takip ediyor. Gölgesi oluyoruz birbirimizin. Yarattığı duygulanım aracılığıyla bizi dönüştürüyor arşiv, imliyor adeta. Bu hâliyle hem materyal hem de materyal olmayanın bir araya geldiği tarihsel bir kaynak bu serginin ortaya attığı konu. Avuca sığan ve sığmayan arasında bir mücadele vereceğiz.
arşivin eyleyeni
Kişisel arşivlerimiz üzerine düşünürken aslında amatör birer tarihçi oluyoruz. Tarihimiz üzerine düşünüyoruz. Tarih sadece insanın konusu mudur yoksa hayaletler, ruhlar da eyleyen midir mesela? Arşivi bulguya ve nesneye dayalı pozitivist bir noktadan konumlandırdığımızda sadece bu tip öznellikleri ortadan kaldırmıyoruz; aynı zamanda insan merkezciliği de yeniden üretiyoruz. Bu tarihselliği ve hayaletlerin eyleme kapasitesini düşünmeden bazı toplumsal devrimler anlam kazanmıyor örneğin.[2] Hayaletler bizi yatıştırıyor, bizimle dertleşiyor.[3] Mümkünatsız görünen arşivleri biriktirmek için kaynaklık ediyor. Ele avuca sığmayan hayaletlerden bahsederken materyal dünyanın önemsiz olduğunu söylemiyorum. Aksine ikisi arasında bir diyalektik var. Ne kadarı kendimizin arşivin? Kişisel arşivlerin tek eyleyeni şu küçük dünyanın şu küçük insanı mı gerçekten?
arşivin nesnesi
Arşivimizdeki nesneler üzerine düşünürken, bu nesnelerin insan merkezci yaklaşımını tartışmak önemli olacak. Yeni materyalizm gibi birçok sosyal bilimler yaklaşımı, insan ve nesneler arasındaki alışılageldik ayrımı sorguluyor. Bruno Latour’un da tespit ettiği gibi modernitenin en büyük korkularından biri özne ve nesne, insan ve insan olmayan arasındaki ayrımın kaybolması. Bu yüzden de bu ayrımın, ikiliklerin korunması için büyük bir çaba içerisinde. “İnsan” olma deneyiminin birbirine indirgenemeyecek yapılarını ortaya çıkaran antropoloji yazını, Latin Amerika, Pasifik Adaları ve Sibirya gibi coğrafyalarda yerli halkların bu ayrımları alaşağı ettiğini gösteriyor. İnsan, obje, bitkiler ve hayvanlar arasındaki ayrımların alışık olduğumuz biçimde olmadığını gösteriyor. Kendisi de bir kozmoloji olan modernite, bu tip deneyimleri marjinal diye sınıflandırıp ardındaki felsefi bütünlüğü görmekte dirense de, bu ayrımların aslında evrensel ve mutlak olmadığını gösteriyor.[4] Türler arasındaki ayrımın öğretilmesi, yaygınlaştırılması ve bu ayrımların güvence altına alınması bu sergi bağlamında özgürleştirici sorular sormamızı da sağlıyor. İnsan ve nesne arasındaki hiyerarşik ilişki ilk akla gelen. Bu tartışmalar pratikte karşılığı olmayan soyut tartışmalar da değil. Bilakis sömürgeci denetim bu ayrımları sürekli yeniden üretmek için mücadele gösteriyor. Endonezya’daki Hıristiyan misyonerlerin, yerli halklara din değiştirme çalışmalarında karşılaştıkları en büyük problemlerden biri fetiş objeler olmuştu. Bu nesnelerin yasaklanması ve denetim altına alınması en kolay çözüm olarak görünmüştü. Fakat misyonerler, bu fetiş nesnelerin ada halkı için ruhani kaynaklık etme kapasitesini ve adanın politik ekonomisi ile iç içe geçmiş yapılarını anlayamadıkları için başarısız olmuşlardı.[5] Nesneler denetime ve yok sayılmaya direniyor.
şiddetin kurucu gücü
Kendi kişisel arşivim ve objeler üzerine düşünürken “şiddet” kavramı beni yakalıyor ve bırakmıyor. Bunun sebebi hem kendi tarihselliğimin şiddet ile şekillenmiş olması hem de doğup büyüdüğüm Türkiye coğrafyasını bu bağlamın dışında konumlandıramıyor olmam. Fakat fazlasıyla şeyleştiğini düşündüğüm şiddet kavramını kullanıyor olmaktan bir o kadar da huzursuzum. Merkezî eğitim sisteminden, zorunlu askerlik ve devletin şekillendirdiği resmî tarihe, omzumda taşıdığım yük fazlasıyla tekinsiz. Şiddet pedagojik bir şey. Sirayet ettiği her şeyi dönüştürüyor. Beni, arşivimi, ilişkilendiğim nesneleri nasıl dönüştürmesin?
Şiddet çoğu zaman can acıtan, utandıran, özneyi dönüştürmeyi amaçlayan bir disiplin aracı. Ama en önemli çalışma prensiplerinden biri, kendisini görünmez kılıp takip edilebilirliğini ortadan kaldırması. Eğer şiddet benim arşivimin kurucu unsurlarından biri ise, benim arşivimde takip edilemeyen bir şeyler olmalı. Belgelere, kendini apaçık ortaya atan gerçekliklere, cisimleşmiş kaynaklara dair soru işaretleri ortaya atmak zorundayım. Marc Nichanian, soykırımın kanıtlanabilirliğini tartışırken soykırım eyleminin bu kanıtları da yok eden tahribat boyutuna boşuna dikkat çekmiyor.[6] Arşiv biriktirmek bir artık değil de bir eksik olabilir mi? Bu eksik nereden büyüyor? Belki tam da bu eksilme hâli bakımından nesneler ve objeler dünyası önem kazanacak. Dile gelmeyen nesneler aracılığıyla konuşuyor olabilir miyiz? Avuca sığan ve sığmayan arasındaki ilişkiyi tartışmamız gerektiğini boşuna söylemiyorum. Biriktirmekten değil, eksilmekten de konuşmak zorundayız.
insan da bir nesne mi?
Ben arşivimdeki nesneleri düşünürken hangi yöntemsel sorularla hareket etmeliyim? Nesnelerin statülerine dair bir dizi sorum var. Nesneler insan kullanımına indirgenebilir mi yoksa kendilerinin otonom alanları var mıdır? Bu eyleme hâli dışında nesneler ve insanlar nasıl iç içe geçmiştir? Bu iç içe geçme hâli bize ne anlatır? Nesnelerin de kendi aralarında bir sosyalliği var mıdır?[7] Bu sorular arasında bir taraf seçmektense bize kendi arşivlerimizi sorgulatırken açabileceği kapıları düşünmek daha yararlı. Örneğin gökkuşağı bayrağı, kimileri için önemli sembolik değeri olan bir mücadele nesnesi. Fakat nesneler çoğu zaman tek bir anlama ve göstergeye indirgenmeyi kabul etmiyor. Çocuk bezi bir yandan bebeklerin gelişme sürecinde tuvalet eğitimi öncesi kullanılan bir tüketim ürünü iken, muhafazakârlığın post-sömürgecilik ile iç içe geçtiği bir coğrafya olan Kenya’da, eşcinsel erkeklerin tuvaletini tutamadığını anlatmak için kullanılan bir nefret söylemi aracı.[8]
Kendi arşivimizi nesneler aracılığıyla düşünmek hiç şüphesiz insan da bir nesne mi sorusuyla da yüzleşmemizi gerektiriyor. Özellikle madunların deneyimlerine baktığımızda insan ve nesne arasında çok net olduğu düşünülen ayrımların o kadar da net olmadığını görüyoruz. “Nesneleştirme” diye dilimize pelesenk olmuş kavram da tam olarak burada işe yarıyor. Kendi arşivinin nesnesi olabilmek nasıl bir deneyim? Biriktirdiğin şey ile aranda o kadar da net bir ayrım olmaması öylesine bir soru değil. Biriktirmek, arşivlemek, nesneleşmek bir akrabalık ilişkisi. Her akrabalık ilişkisi gibi de huzursuzluk verici. Kendine dönmek. Kendin olmak. Kendinden vermek. Eksilmek. Eksilerek biriktirmek.
[1] Munn, N. D. “The Cultural Anthropology of Time: A Critical Essay” (1992) Annual Review of Anthropology 1992, no. 21, Chicago: 1992.
[2] Chakrabarty, D. Provincializing Europe, New Jersey: Princeton University Press, 2008.
[3] Langford, J. Consoling Ghosts: Stories of Medicine and Mourning from Southeast Asians in Exile, Minneapolis: Minnesota University Press, 2013.
[4] Descola, P. Beyond Nature and Culture, Chicago: University of Chicago Press, 2005.
[5] Keane, W. Christian Moderns, Berkeley: University of California Press, 2007.
[6] Nichanian, M. Edebiyat ve Felaket, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.
[7] Bu ve benzeri sorular için bkz. Bennett, J. Vibrant Matter: A Political Ecology of Things, Durham: Duke University Press, 2010.
[8] Meiu, G. P. “Underlayers of Citizenship: Queer Objects, Intimate Exposures, and the Rescue Rush in Kenya” (2020) Cultural Anthropology 2020, no. 4 içinde, Arlington: 2020.
Bu metin Depo’da gerçekleşen “Eksilerek Biriken” sergisinin kataloğunda yayınlanmıştır. Sergi 5 Ağustos’a kadar görülebilir.