Mühendislikten sanat alanına bir köprü atan Bilal Yılmaz saha araştırmalarına dayanan ilk kişisel sergisi “Elhamra: Zanaattan öğrenmek” ile karşımızda. Art On İstanbul’da açılan sergi çini zanaatının Kütahya’daki Elhamra atölyesi modeli üzerinden bir çeşit incelemesi ve yeniden üretilmesi.
Bilal Yılmaz eğitimi ve mühendislik deneyimiyle, multidisipliner işler yaratma konusuna kendi yorumunu getiriyor ve fen bilimleriyle sanatsal formlar arasında geçişken işler üretiyor.
Bin yılı aşkın bir tarihe sahip olan çini zanaatıyla beraber el işçiliğinin kıymetini ve sanatla ilişkisini, bir şehre ait zanaatın sosyal hayatı ve ekonomik şekillenmeyi, şehrin kültürünü nasıl kurduğunu sanatçı Bilal Yılmaz ile konuştuk.
“Elhamra: Zanaattan öğrenmek” serginizdeki her işte, sanatsal estetiğinizin yanında bir zanaatkâr obsesifliğiyle çalıştığınız görülüyor. Sanatçı ve zanaatkâr olmak arasındaki ilişki sizce nasıl kuruluyor? Pirinç işleriniz (kinetik heykeller, enstalasyonlar) örneğin, çini zanaatına yöntem olarak ne kadar yakındı? Dahası, bu eserler nasıl bir emek ve zaman gerektirdi?
Sergiyi, 2023 yılında Pera Müzesi’nde sergilenen Elhamra isimli, Kütahya’da bulunan eski bir çini atölyesinin pirinç tellerden yaptığım modelinden yola çıkarak tasarladım. Serginin genelinde pirinç malzemesini kullandım. Atölyenin arşivlerinden keşfettiğimiz çini desenlerini Elhamra’da kullanılan malzeme ve teknikle farklı işlere dönüştürdüm. Pera Müzesi için yaptığım o çalışmanın çıktısı olan modelle hikâyesini duyduğumuz Elhamra’yı, solo sergimdeki işlerle daha yakından tanıma şansı buluyoruz bu kez. Disiplinlerarası çalışmalar yapan bir sanatçı olarak çini üzerine bir üretim deneyimim yok aslında. Ancak Kütahya’da çini ekosistemi üzerine gerçekleştirdiğimiz sanatsal araştırma birçok hayali tetikledi. Sergideki temel meselelerimden biri de bir zanaatın hikâyesinin farklı malzeme, form ve teknikle güncel bir eser üzerinden devam edebilmesi ve yeni potansiyeller açığa çıkarmasıydı.
Bu ilk kişisel serginizdeki işleriniz bu anlamda dikkat çekici zaten. Hareket, ışık ve gölgeyi kullanma biçiminiz, eğitiminiz ve sanatınız arasında disiplinlerarası bir bağ kuruyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde Bilişim Sistemleri Mühendisliği ve Binghamton Üniversitesi’nde Bilgisayar Bilimleri eğitimi almışsınız. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Endüstri Ürünleri Tasarımı alanında yüksek lisans yapmışsınız. Bu kadar farklı disiplinlerin bir arada olması sanatınıza nasıl yansıyor?
Genelde farklı disiplinlerden aldığım eğitimler üretimlerime yansıyor. Kinetik işlerimde mühendislik ve tasarımın etkileri belirgin; iyi tasarlanmış sanat işleri yorumu alıyorum genellikle. Ancak, zanaat araştırmalarımdan gelen çeşitli malzemelerin farklı tekniklerle obsesifçe işlenme biçimi ufkumu genişletiyor.
Üretimlerimde sezgiler ve teknikler harmanlanarak kendi yolunu buluyor. Çocukluğumdan beri sürekli bozarak ve yaparak kendi ihtiyaçlarıma ve hayallerime uygun oyuncaklar ve mekânlar inşa ettim. Şimdi de durum çok farklı değil. Sadece donanımım arttı ve çeşitlendi. Mühendislik de bu donanımların başında geliyor ve sanatsal üretimimde bir yansımasının olmaması kaçınılmaz oluyor.
Elhamra’nın pirinç maketi örneğin; mimariden mekaniğe, çizimden gölge kullanımına ve haliyle ışık fikrine kadar çok boyutlu bir form çalışması olarak dikkat çekici. Aynı zamanda Elhamra atölyesinin çini ocaklarından tuvaletine kadar her detay gözle görülür derecede ince biçimde sergide yerini almış. Artık kapalı olan Elhamra Atölyesi bu formda ayaklanmış hissi veriyor. Çini zanaatının Kütahya’daki güncel durumundan bahsettiniz. Kentin kimliğini oluşturan bu zanaatın eski itibarını kazanması mümkün mü? Yoksa o atölye sizin pirinç maketinizde mi yaşayacak?
Zanaat araştırmalarını 2012 yılından beri sürdürüyorum. Şimdiye kadar 500’den fazla atölyede bulundum. Açıkçası Elhamra’yı görmeye giderken pek bir heyecanım yoktu, fakat içeri girdiğimizde Mustafa Kerkük (Üçüncü nesil Elhamra ustası) atölyedeki üretimi anlatmaya başlayınca, yarı yıkık haldeki atölye canlanmaya başladı. Saatlerce tüylerim diken diken dinledim, labirent gibi birbirine bağlanan üretim alanları içinde dolaştık. Fırınların zemindeki “cehennemlik katı”ndan terasın üstündeki tahrir ve desen okuluna kadar tekrar tekrar inip çıktık. Elhamra sadece araştırma açısından değerli veriler sunan bir atölye değildi, aynı zamanda şehrin çini tarihini okuyabildiğimiz bir yerdi.
Yıllanmış yapılar, atölyeler, anıtlar, eserler bize o şehrin kültürel zenginliği ve kimliği hakkında bir şeyler söyler. Türkiye’de şehirler modernleşme dürtüsüyle kimliksizleşirken, Kütahya da ömrü sınırlı endüstriyel değerlere tutunup geçmişinden koparılan bir şehir. Çini, sözde şehrin kültürel kimliği, fakat şehirde çini zanaatının geçmişine, kültürel zenginliğine ve üretimine dair pek bir şey kalmamış elimizde. Elhamra ise Kütahya’da çini üretiminin tarihini, kentle ilişkisini, sosyoekonomik bağlarını ve dönemin yaşam şartlarını okuyabileceğimiz bozulmadan kalmış özel bir zanaat atölyesi. Daha da önemlisi, Elhamra bir zanaatı bağlamı ve zamanıyla birlikte okumanın hazzını yaşatan ve öğreten bir hikâye. Hayalim, hikâyesini önce bir güncel sanat müzesine, sonra da galeriye taşıyarak Elhamra’nın yaşayan bir çini müzesine dönüşmesine katkı sağlamak.
Bir hikâye anlatma meselesinden de konuşalım öyleyse. Genelde hiçbir hikâyenin en başından en sonuna kadar bilmeye çabalamıyoruz artık. İçinden bir kesit bilmek yetiyor gibi. Siz Elhamra atölyesine oldukça bütünlüklü bakabilmişsiniz. Sanatta bir hikâyenin tamamına bakmak neden önemli sizce?
Sanırım bunun altında birden çok neden var. Öncelikle, ilk solo sergim olmasının getirdiği bir tutkuyla kendimi sergiye fazlasıyla kaptırmam ve böylelikle anlatının gittikçe derinleşmesi. Güncel sanat kariyerime 15. İstanbul Bienali’yle başladım ve benim öğrenme sürecimde ilk eşik ve ölçü bienal oldu. Yani işlerin kavramsal bağı ve anlatısı, ürettiğim estetik değer kadar önemli oluyor genelde. Sergi, bahsettiğim gibi, zamana yayılan bir zanaat araştırmasına dayanıyor ve bu çalışma tüm şehrin zanaatle şekillenişini, onun değişimini anlamaya yönelikti. Sergi de beslendiği bu araştırma gibi çok katmanlı bir hikâyeye dönüştü kaçınılmaz olarak. “Art for social change” alanında işler üreten bir aktör olduğum için sanatta bağlamı ve hikâyenin bütününü, sosyal bir değer yaratabilmek adına gerekli buluyorum.
Buradan düşünmeye devam ederek Elhamra’yı kavramak için nasıl bir hazırlık süreci geçirdiğinizi, ne gibi metotlara başvurduğunuzu konuşalım. Detaylarını anlatır mısınız?
Öncelikle zanaat araştırmalarından gelen bir disiplin ve biçim var. Araştırma; fütursuzca soru sorma, merakla üretim tekniklerini arama, umarsızca sokaklarda üretimin yansımasını (sesini, kokusunu, atığını) takip etme, zanaatın şehirde bıraktığı izleri gözlemleme ve zanaatın bulunduğu toplumdaki etkisini sorgulamaktan geçiyor. Elhamra özelinde, Kütahya’ya üç kez saha araştırmasına gittim. Ayrıca, Kütahya’da çini üretimi ve geleneksel çini fırınları üzerine birçok makale taradık. Saha araştırması sırasında Elhamra santim santim ölçüldü ve fotoğraflarla arşivlendi. Gerçekleştirilen görüşmelerde alınan ses kayıtları deşifre edildi. Ardından tüm mekan ve işlerin 3 boyutlu çizimi yapıldı. Sonrasında teknik çizimler hazırlandı ve üretim süreci başladı.
Serginizin paralelinde, sergiyle aynı ismi taşıyan bir kitap da hazırlandı. Tüm çalışmalarınızın devamı olan bu sanatçı kitabı, sanayi sonrası toplumlarda zanaatın potansiyelini ortaya çıkaran çağdaş formlara ve anlatılara dönüştürme pratiği üzerine düşündüreceğe benziyor. Kitap sizin için neden gerekliydi? Ve serginin vurgularını güçlendiren ne gibi özellikleri var?
Kitap, “Günümüzde zanaat yoluyla düşünmeye ve üretmeye dair sanatsal bir araştırma projesi” olarak yayımlanıyor. Elhamra araştırmasını güncel bir zanaat çalışması olarak ele alıyor; zanaat araştırmalarında elde edilen deneyimlerin, öngörülerin ve potansiyellerin aktarıldığı, sergiden bağımsız bir şekilde de yaşayabilecek bir çalışma olarak ele aldık kitabı. Zanaata alternatif yaklaşımlar geliştiren sanatçı, akademisyen, küratör ve araştırmacılar bu kitap için çok değerli yazılar kaleme aldılar. Kitabı, zanaatın güncel potansiyelini daha derinden aktarabildiğimiz bir rehber-manifesto olarak ele aldık.
Çini zanaatını seçmenizin spesifik bir nedeni var mı?
Açıkçası, yakın zamana kadar çini üzerine özel bir ilgim yoktu. 2023 yılında Pera Müzesi’nde Ulya Soley küratörlüğünde, müzenin Kütahya seramik ve çini koleksiyonundan yola çıkan “Gelecek Hatıraları” isimli bir güncel sanat sergisi gerçekleşti. İstanbul’da başlayan zanaat araştırmalarımızın diğer şehirlere yayılmaya başladığını ve yeni bir platform kurduğumuzu bir süredir kültür-sanat ekosisteminde duyurmaya çalışıyorduk. Serginin küratörü Ulya, sergi bağlamında müze adına Kütahya şehrindeki güncel çini ve seramik üretimi üzerine bir araştırma siparişi verdi. Ardından partnerim Lydia Chatziiakovou ile Kütahya’da saha araştırmasına başladık. Disiplinlerarası yaklaşımlar kullanarak keşfedilmeyeni bulma arzusu ile 15-16 görüşme gerçekleştirdik. Saha araştırmasının ardından Kütahya çinisi ve üretiminde kullanılan geleneksel teknikler üzerine literatür araştırması yaparak çalışmayı derinleştirdik. Sonunda tüm bu araştırma bir rapora dönüştü ve Pera Müzesi’ndeki sergi kataloğunda “Kütahya Çinileri Üzerine Bir Sanatsal Araştırma Raporu” olarak yayımlandı. “Elhamra: Zanaattan öğrenmek” sergisini oluşturan işlerim de böyle ortaya çıktı.
Elhamra ve diğer çini atölyelerinin tarihi yolculuğunda kentle ve oradaki insanlarla nasıl bir gündelik ilişkisi vardı? Yaptığınız saha çalışmaları size nasıl bir sosyolojik resim çizdi?
Araştırmanın önemli bir bölümünde, çini üretiminin bir zanaat olarak bulunduğu şehirdeki sosyal ve ekonomik etkilerini anlamaya çalıştık. İlk defa bir zanaatın şehirde bu kadar sosyal ve homojen bir şekilde dağıldığını fark ettik. Geleneklerin aktarımı üzerine kurulu folklor zanaatlarını (kâr amacı gütmeyen çeyizlik ve dekoratif ürünler üretenler) dışında, genelde ataerkil bir düzen üzerine kurulu bir zanaat üretimi söz konusuydu.
Kütahya’daki çini üretiminde ise seramik işçiliği atölyelerde erkekler tarafından yapılırken, desen ve boyama işleri evlerde kadınlar tarafından yapılmakta ve ardından sırlama ve pişim için işler tekrar atölyelere gönderilmekteydi. Yakın bir tarihe kadar şehre yayılmış çini atölyeleri, şehrin gündelik hayatının bir parçası olmuş; çamur ve seramik önce çocukların oyuncağı, sonra mesleği; evlerde ise desen ve boyama annelerden kız çocuklarına aktarılan bir zanaat ve ek gelir kaynağı olmuştur.
Elhamra Çini Atölyesi ise erkek çocuklarının çıraklık yaparak zanaatı öğrendiği bir üretim alanı olmasının yanı sıra, atölyenin en üst katında, atölyenin kurucu ortağı Ahmet Kerkük tarafından mahalledeki kız çocuklarına ücretsiz desen ve boyama eğitimi verilen bir okulmuş aynı zamanda. Elhamra ve şehirdeki diğer atölyeler, mahallelerinde insanları bir araya getiren ekonomik ve sosyal bir değer yaratmış.
Zanaatler üzerine düşünmek, araştırma yapmak ve iş üretmek sizin için yeni değil. Kahve Dünyası’nın 2017 yılında Kabataş’ta başlattığı sanat projesi Yanköşe’nin altıncı edisyonunda sizin de Seri Zanaat adlı eseriniz yer aldı. Türkiye’nin ender kamusal alanda sanat projelerinden birinde kaybolmaya yüz tutan zanaat kültürüne kinetik bir yerleştirme ile dahil oldunuz. Zanaat dünyası sizi neden bu kadar etkiliyor? Üstelik “yok olmaya yüz tutmuş” ve neredeyse “demode” iken?
Bu soruya bir de Bilgisayar Mühendisliği eğitiminden geldiğimi eklersek, okuyucunun “deli herhalde” diyeceği bir profil ortaya çıkacak. Üniversite yıllarında, çocukluğumdan beri devam eden, ellerimle bir şeyler üretme tutkumla zanaata olan ilgim başladı. Ardından, ömrümü bilgisayar başında geçirmek yerine üretmeye dair tutkumu takip etmeye karar verdim. Tasarım alanında yüksek lisans yaptığım yıllarda, İstanbul’da merdiven altına itilmiş zanaat kültürüyle tanıştım. Üretim bilgisine olan ilgimle beraber atölyeleri bulup ziyaret etmeye başladım. Daha sonra, bu atölyelerin daha görünür ve ulaşılabilir olabilmesi adına iki arkadaşımla birlikte “Crafted In Istanbul” projesini hayata geçirerek İstanbul Zanaat Haritası’nı oluşturmak için çalıştık. Araştırma derinleştikçe, zanaat atölyelerinin yaratıcı aktörlerin fikirlerini geliştirmesi ve üretim açısından ne kadar çok potansiyel barındırdığını fark ettim. Modernleşme ve endüstrileşme naraları altında, sanayiye ucuz işçi yetiştirme politikasıyla üretimden uzak, tüketim odaklı toplumlar yaratan bir sistemde zanaat, miadını doldurmuş bir üretim formu olarak “geleneksel” imgesi altında romantize edilerek kaybolmaya itiliyor. Yaptığım çalışmalar ise zanaatın yok oluşunu belgeleyen ve güncel potansiyelini görünür kılarak bu yok oluşa karşı direnen çalışmalar.
Peki, algoritmik çalışma prensibi ve üretim sürecinin kavranarak; sanat alanının mecrası ile sanatsal yaratım arasındaki sorunlar nasıl tartışılıyor? Her “yeni” dendiğinde “eski” de aslında içinden çıkıyor. Ancak yine de romantik olmayan bir yerden, bir sanatçı olarak el işçiliğinin, zanaatin ve bu yönüyle sanatın kıymetleneceğine inanıyor musunuz?
Değer yargısının temelinde arz-talep dengesinin olduğunu dikkate alırsak, zanaatkârlar hızla azalırken zanaat işçiliği giderek daha değerli hale gelecek. Teknolojinin ürettikleri kolayca çoğalıp gittikçe sıradanlaşırken; el emeği ve deneyime dayanan üretimler daha da kıymetlenecektir.
Son olarak, bu tür işler çok “yalnız” geçirilen zamanlarda yapılmış gibi geliyor izleyiciye. Ancak zanaatin kolektif üretme yönünü de vurguluyorsunuz, bu tarafı sizin serginizde de görülüyor. Küratör Lydia Chatziiakovou ile nasıl çalıştınız? On beşe yakın zanaatkâr üretiminize dahil olmuş, keza Elhamra Atölyesi’nin son temsilcisiyle önemli bir arşiv çalışması yapmışsınız, sır değirmenini yaptırmak için mühendisler sürece dahil olmuş vs. Kolektif çalışma sizin tercihiniz miydi yoksa zanaat üzerine çalışmak mı sizi buna zorladı?
Evet, sergi araştırmasını ve serginin küratörlüğünü ve kitabın editörlüğünü de üstlenen partnerim Lydia ile birlikte gerçekleştirdik. Serginin üretim sürecine yaklaşık 30 kişi dahil oldu, sergi metninin altında üretim sürecine dahil olan tüm aktörlerin isimlerine yer verdik. Kolektif çalışmalar, uzun süredir benimsediğim bir yöntem. Üniversite kulüplerinde ve atölyelerinde kolektif çalışmalarla tanışıp üzerine düşünme fırsatı buldum. 2010 yılında New York’ta Bilgisayar Mühendisliği eğitimimi tamamladıktan sonra İstanbul’a kolektif bir atölye açma hayaliyle döndüm. Yaratıcı aktörleri üretim üzerinden bir araya getiren, yeni fikirlerin ve deneysel üretimlerin yapıldığı, hem kolektif hem bireysel alanların yanı sıra sosyal alanları da barındıran hibrit bir üretim alanı hayal ettim. Temelde ekonomik gücü olmayan yaratıcı bir aktör olarak, kendimi geliştirebileceğim ve üretim yapabileceğim bir alan yaratmaya; benzer ihtiyaçlara sahip olan aktörlerle bir araya gelerek bu hayali ekonomik olarak mümkün kılmaya çalıştım. Ancak İstanbul gibi mülkün pahalı olduğu bir şehirde, bu hayali gerçekleştirebilecek bir sınıfa mensup değildim, ülkede de kolektif yapıları destekleyen bir mekanizma yoktu. Tam bu sırada, Boğaziçi Üniversitesi yönetimi “Kendi Kendine Yetebilen Üniversite” modelini destekleyen projeler arıyordu. Görüşmelerden sonra, güzel sanatlar kulübünün arkasındaki atölyede kolektif bir atölye kurma şansımız oldu. Depolardaki atıl durumdaki eski alet ve tezgahları bulup, taşıyıp, onarıp, ayağa kaldırdık. Sonraki 5 yıl boyunca bu atölyede hem deneysel üretimler yaptım hem de gönüllü olarak eğitim verdim. Zanaat araştırmalarıyla şehirdeki zanaat atölyeleri de kolektif üretim sürecimin bir parçası haline geldi. Aslında, “kolektif üretim yöntemleri ve alanları” zanaat araştırmalarıma eşlik eden bir diğer çalışmam.