6 Şubat 04.17’de Kahramanmaraş merkezli önce 7.8 büyüklüğünde ve dokuz saat sonra 7.4 şiddetinde gerçekleşen depremlere (aradaki artçılar dahil) İskenderun’da ailemin yanında yakalandım. Kuşkusuz zamanın donduğu gerçeğiyle karşı karşıya kaldım. Kısır döngüde kalan, ağrı yaratan ve hatta kemiklere işlenip yaraya dönüşen bu anlardan söz etmemin bir önemi var: Geçmiş biten bir şey değilken gelecek ileriye doğru açılmaz.
Fakat maksat geçmişe yönelik bir seyahat değil. Hatta olan biteni düzeltmeye ilişkin olduğunu da söyleyemem. Bu anlamda zamanın evrensel işlememesi, her yerde aynı biçimde vuku bulmaması felaket sarmalıyla ilgili anlatacaklarımın sadece kendi benliğimle alakalı olmadığının bir göstergesi. Yer altı şiddetini, fay hatlarının hareketlerini yalnızca doğal afetle ilişkilendirmediğimden ya da kadere bağlamadığımdan bellek meselesinde duyarlılık mevzusu ortaya çıkıyor.
Atomik geçmiş denilebilecek bu olay örgülerinin sürekli musallat olması cisimleşmiş tarihsel süreçlerle alakalı. Yani fay hatları üzerine yapılmış kaçak inşaatların, iktidarla müzakere halinde çalışan müteahhitlerin, enkazlara yetişemeyen kurumların varlığından söz ediyorum. Deprem ülkesinde depreme karşı yaşam alanları kurmak bu sorunlarla doğrudan iç içe.
Sekiz seneyi aşkındır kültür-sanat eleştirileri kaleme alan biri olarak ağır hasarlı bina fotoğraflarına bakmanın ya da doğduğum, büyüdüğüm şehirler olan Antakya’da, İskenderun’da ve daha pek çok şehirdeki sokakların, mahallelerin haritadan silinmesini görmenin benliğimde adalet arzusunu uyandırdığını söylemem gerek. Yıkım sonrası iktidar pratikleriyle şehirlerin yeni baştan inşası yaşanan şiddeti, ihmalleri silmeye yol açtığı için nelerin görünmediğini, konteynırlar/çadırlar gibi gölge yerlerde mücadele etmeye çalışan kolektiflerin varlığından söz etmek, güncel sanatın neler yapabileceği konusunda imkânlarını sorgulamak bu yazının sorumluluğu. Sadece hayatını yitirenleri değil, onları aylarca enkaz altında arayanları da hesaba katarak felaketin nasıl anlatılması gerektiği tartışmalarını gündemde tutmanın aciliyeti söz konusu.
Bir sorgulama
Yıkılmış binalar, evlerdeki duvar patlakları, insanların çığlıkları, ölüm korkusu, arkadaşların, akrabaların vefat haberlerinin acısı, süren artçı depremlerin verdiği tedirginlik, yaşanılan dehşetin yıkıcı izler bıraktığının bir kanıtı.
İlk günün verdiği dehşet anlarından sonra ikinci günde artçı depremler sürerken İskenderun’da sel baskınları yaşandı. Deniz seviyesinin yükselmesi, limandaki yangınlarla beraber arabanın içinde ne olduğunu bilemediğim bir felaket zinciriyle yüz yüze geldim.
Şehrin karanlığa bürünmesi, darmadağın olmuş her binanın önünde duran buldozerler korkuyu iki katına çıkarırken zihnimde şöyle bir soru belirdi: “Tüm bu dehşet karşısında sanat ne yapabilir?”
Üçüncü gün (geçici de olsa) İskenderun’u terk etmek zorunda kalmak dahi bana bu zor soruyu sormaktan geri adım attırmadı. İlk 72 saat yardımın olmadığı, ihmalleriyle birçok ölüme yol açan devlet kurumları karşısında yaşananları anlatmak için ihtimaller aramanın, düşünce kanalları açabilmenin sanatla dolaşık hale gelen beraberliğini görmek önemli.
Hazır şemalar yapmaktan ya da her olaya uygulanacak tariflerden söz etmiyorum. Bu anlamda anlatının perspektifi gündeme geliyor.
Olay örgülerini donduran, depremi kaderci anlayışlara bırakmak yerine felaketin yarattığı buzları kıran, “bir daha asla” diyebilen, adalet ve eşitlik pozisyonlarından sorunları tartışan, inşa edici sanat pratiklerini nasıl oluşturabiliriz?
Felaketi Anlatmak
Maurice Blanchot, “Felaket Yazısı” adlı metninde felaketin en belirgin özelliklerinden birinin yasaya benzerliği olduğunu söyler. Filozof “O hep çoktan olmuş, bitmiştir,” derken edilgenliği, insanlık dışı akışı işaret eder. Çünkü çaresizlik, meydana gelen şiddet döngüsü ve mevzuyu algılayamama alıkonmuşluk hissine yol açar. Yasanın bıraktığı yara misali sınır olarak vuku bulur. Felaket anlatısı böylelikle olaylar zincirini sabitleyen, saplantılı ya da zorlayıcı hale bürünebilir. Dayanıksızlık, değersizlik, önemsizlik duygusuyla kapatılan, sadece vicdana davet eden hınç dolu pozisyonlar ise kaybı derinleştirirken ortaya çıkan yalnızca bastırılmış, kederle dolu anlatılardır.
Bir başka biçim daha gündeme gelebilir. Hatırlanabilir olanın sınırları sanat tarihinde çokça tartışmalara yol açar. Felaketin üstünün kapatılması ve sessizlik yaşamını yitirenleri korumayla, onları savunmayla ilgilidir. Fakat sessizlik her halükârda ahlakçılığa yol açmanın yanında adalet mücadelesinin üstünü çizerek yaşananların konuşulmasının önüne geçer. Geçmişteki her şeyi kurtarma gücüne sahip olunamasa da anlatıyı iktidar yapılarına kaptırmayarak yeniden biçimlendirip yasaklara rağmen konuşmaktan, yazmaktan, çizmekten vazgeçmemeyi gerektirir.
O halde yukarıda sorduğum iki soru birbirine teğellendiğinde mesele derinleşebilir. “Felaket karşısında sanat” ve “bir daha asla” ifadelerini hatırlatan estetik pratiklerin varlığı dehşetle, yıkımla nasıl baş edebilir?
Bu çift konumu varoluşsal ya da bireysel olarak ele almak meseleyi yüzeysel kavramaya sebep olabilir. Oysa dayanışma, örgütlenme pratikleriyle sorunları konuşmanın ve aşmanın önemi var. Çaresizlik yaratan mevcut algı ortamını değiştirip iktidarın yaptırımlarına hayır diyebilen, ihmallere dair hesap sorabilen, eylem kapasitesini genişleten, farklı duyu dünyaları icat eden kolektif oluşumlar ortak bir alanı inşa etmede etik ufuklara kapı açar. Sanatın politikası tek boyutlu olmamakla beraber böyle bir düzlemde de yükselerek felaket anında meydana gelen olayları biriktirir. Farklı atmosferler yaratarak onları detaylarıyla anlatmada devreye girer.
Rant ve çıkar üzerine kurulu düzenden kopuşla ölüme direnir. Hatırlamayı göz önünde tutarak görüneni, algılananı değiştirerek felaketin yarattığı tahribata direnç sağlamayı gündeminde tutar.
Şimdi ve burada: Ortaklaşa varoluş, dayanışma
Deprem sonrası Antakya, Samandağ gibi şehirlerde protestolar ve güncel sanata ilişkin etkinlikler yapılmaya devam ediliyor. Bu eylemler sadece iktidar karşıtı olmakla sınırlanmayıp yeni düşünme ve örgütlenme biçimleri ortaya koyuyor.
Efendisiz, temsilsiz konumlarda bulunan oluşumlar felaket sonrası yaşamı yeniden kurmanın peşinde. Antakya’daki “Barbarları Beklerken” kolektifi, bölge halkıyla beraber “hafızamız hesap soracak” sloganıyla eylemler düzenledi. Kurumların ölüme yol açan ihmallerini, yıkımların sonucunda ortaya çıkan asbest tehlikesini, şehirdeki kültürel hayatı tahrip eden rant şirketlerini tartışan, paneller düzenleyen oluşum; sanatı gündeminde tutarak fotoğraf, resim, şiir gibi estetik pratiklerin kriz günlerindeki konumunu tartıştı.
Depremin yüzüncü gününde kolektif, sandaloz sakızı olarak da bilinen, bir nevi tütsü kıvamında, Hatay’a has “bahur” eşliğinde “Umut ile, Sevda ile, Düş ile geleceğimizi yeniden inşa edeceğiz” pankartlarıyla protestolara devam etti. Geçtiğimiz Aralık ayında yine Barbarları Beklerken “Hatıralarımız Direncimiz Olacak” başlıklı, Eskişehir’de düzenlenen panelde kent hafızası, güncel sanatın konumu değerlendirildi.
Harbiye Mahallesi Dayanışma Şenlikleri, Samandağ Dayanışma Evleri gibi kolektifler de yıkım ve yıkımın fotoğrafı bağlantısını konuşarak tiyatro gösterileri, eylemler düzenleyerek özgür toplumsal mekânlar kurma derdinde olan örgütlenmeler. Ayrıca etkinlikler hukuki ilke ya da ön kabul olmaksızın herkesin söz alabildiği, fikrini söyleyebildiği eşitlikçi ve demokratik pozisyonlarda.
Öte yandan katılımcı, çevrimiçi hafıza mekânı olarak “beledna-Hafıza Haritası” uygulaması mücadeleyi, beraberliği vurguluyor ve iktidar pratiklerinin kültürü silme eylemlerine karşı direnç sağlıyor. Hatay’da yaşayanların hatıralarını işleyebildiği uygulamada evi, sokağı yıkılan insanlar haritadan yaşadığı yerleri işaretleyip ekledikleri fotoğraflar eşliğinde hikâyelerini anlatıyor.
Tüm bu kudretli girişimler felaketle ilgili görünüre dair çerçeveleri yeniden düzenler konumda. Sanatla politikayı birbirinin yükü yapmadan ve ikisi arasındaki sınırları bulanıklaştıran oluşumları, etkinlikleri, çevrimiçi müdahaleleri yaymak bir ufuk yaratmada önemli roller üstleniyor.
Şehri terk etmemekle ve hafızayı diri tutmakla ilgili yaratılan imgelerin, şiirlerin, anlatıların kıyısında yeni imkânların oluşması kaçınılmaz. Bu noktada aklıma ister istemez eleştirmen, oyun yazarı, filozof Gabriel Marcel’in cümleleri geliyor: “Ümit bir gelecek hatırasıdır”.
Daha fazla Argonotlar içeriği için:
- 📩 Argonotlar haftalık güncel sanat bültenine abone olarak 3000+ kişilik topluluğmuzun bir parçası olun: E-posta adresinizle ücretsiz kaydolun
- ✍️ 2024 yılı Argonotlar Telif Kumbarası kampanyamız yayında. Telif Kumbarası’na destekte bulunarak Argonotlar Almanak 2023’ün basılı kopyasına sahip olabilirsiniz.
Argonotlar olarak depremin kültür kurumlarına, kültür mirasına ve sanatçılara etkisine yönelik birçok özel haber, makale ve söyleşi yayınladık. Öne çıkan yazılardan bir seçkiyi aşağıda görebilirsiniz.
- 👁️🗨️ Depremde zarar gören kültür varlıklarının şu anki durumu ve akıbetini, bölgeyi dördüncü gününde bir ekiple beraber ziyaret eden akademisyen Koray Güler’le konuştuk.
- 👁️🗨️ Bir grup Antakyalı Rum Ortodoks’un kentin hafızasını tutmak için kurduğu Nehna platformundan Anna Maria Beylunioğlu ile Antakya’ya dair çalışmalarını ve kentin yeniden inşasını konuştuk.
- 👁️🗨️ 6 Şubat depremlerinin merkez illerinden Gaziantep’te faaliyetlerini sürdüren Nar Sanat’tan Merve Karataş’la konuştuk.
- 👁️🗨️ 6 Şubat depreminin 1. yılına yaklaşırken Antakya’da özellikle çocuklara ve gençlere yönelik çeşitli çalışmalar yürüten Necati Sönmez’le kentteki son durumu konuştuk.
- 👁️🗨️ Kültürhane’den Ulaş Bayraktar’la İKSV Kültür Politikaları Çalışmaları kapsamında, bölgedeki çalışmaları ve gözlemlerini konuştuk.