Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

“Sihirli sözcük örgütlenmek”

6 Şubat depreminin 1. yılına yaklaşırken Antakya’da özellikle çocuklara ve gençlere yönelik çeşitli çalışmalar yürüten Necati Sönmez’le kentteki son durumu konuştuk.

Temmuz ayında Documentarist tarafından Karaçay'da düzenlenen belgesel gösteriminden

Belgeselci İmre Azem’in 6 Şubat depreminin ardından Antakya’da yaşananları aktarmak için kentlilerle görüşerek hazırladığı Hatay: 17-24 Nisan 2023 filminden beş ay sonra çektiği ikinci belgeseli Hatay: 1-11 Eylül 2023, bir anlamda kente dair bir güncellemeydi. Geçtiğimiz günlerde Necati Sönmez’in düzenleyicileri arasında bulunduğu “13. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali”nde seyirciyle buluşan belgesel, kentin kaderine terk edildiğini bir kez daha gözler önüne seriyordu. 

Filme dair “Bu kötülükler zincirini bu güzel insanlarla birlikte nereden, nasıl kırabiliriz diye düşündürüyor. O gücü bir şekilde bir yerden bulacağınızı hissediyorsunuz” diyen Sönmez, depremden bu yana Antakya’da çocuklara ve gençlere yönelik çeşitli etkinlikler düzenliyor; “Documentarist İstanbul Belgesel Günleri” ile “Hangi İnsan Hakları? Film Festivali”nde bölgede yaşananları konu edinen gösterimlere ve söyleşilere yer veriyor. 

Depremin 1. yılına yaklaşırken koşulların çok daha kötü olduğunu ve iyileşme sürecinin çok zaman alacağını belirten Necati Sönmez, Antakya’da süreklileştirilmiş bir felaket yaşatıldığının altını çiziyor. Kentte terk edilmişlik duygusunun hakim olduğunu söyleyen Sönmez; özellikle çocuklar ve gençlerin sosyalleşme imkânlarının olmadığını, kültür-sanatın da bu anlamda temel ihtiyaç olarak görülmediğini belirtiyor. Sönmez, “kötülükler zinciri”ni kırmanın yolunun dayanışmadan geçtiğini vurgulayarak “sihirli sözcük örgütlenmek ve unutturmaya karşı mücadele etmek” diyor. 

Antakyalısın ve Antakyalılık genel olarak güçlü bir aidiyet duygusuyla özdeş. Bunun nedenini anlamak çok da zor değil, güçlü kültürel bağları ve pratikleri olan bir coğrafya. Öncelikle kentle kurduğun ilişkiden bahsedebilir miyiz? Sendeki yansımaları, sana ifade ettikleri neler?

Antakya’ya dair aidiyet duygusu bende olmayan bir şeydi, hatta genç yaşlarımda bundan kaçınıyordum. Dar çevreden, geniş ailenin getirdiği geleneksel bağlardan kurtulma dürtüsüyle kaçıp gitmek istiyordum. Lisede Antakya’dan çıktım. Üniversitede İstanbul’a gittiğimde de Antakyalıların bir araya geldiği çevrelerden uzak durduğumu söyleyebilirim. Ben o bağı çok garip bir şekilde depremden sonra hissettim. Aslında varmış ve görünmez bir bağmış. Depremden bu yana Antakya’da yaşıyorum diyebilirim. Bu sayede kentin köylerini, mahallelerini yeniden keşfettim. Düzenlediğimiz etkinlikler aracılığıyla isimlerini bile unuttuğum yerlere gittim. Dolayısıyla Antakyalılığı şimdi yaşıyorum, Antakya yok olduktan sonra… 

Kent yok oldu ama garip bir şekilde ruhu daha güçlü hissedilmeye başladı. Galiba pek çoğumuz bunun farkına kaybettikten sonra vardık. Kaybedilen şehir ama o ruh değil. Ben depremin üçüncü haftasında buradaydım ve kısa bir süre içinde buraya özgü olan şeyleri yeniden yaşamaya başladık. Şehirde evleri yıkılanlar, güvende hissetmeyenler kendilerine köylerde yaşam kurmaya girişti ve özellikle kırsal alanda hayat hızlı bir şekilde yeniden yeşermeye başladı. 

Mavi Kuş İnisiyatifi olarak Ekinciler köyü çocuklarıyla yapılan etkinlikten

Neler gözlemledin bu süreçte?

Antakya insanını daha çok tanımaya başladım. Çünkü birtakım insani, toplumsal, kültürel özellikler böylesi zor şartlarda daha görünür oluyor. Onlara daha dikkatli bakmaya başladım. 6 Şubat büyük bir felaketti ama sonrasında yaşanan beşeri bir felaket vardı, her bakımdan başarısız bir süreç yaşandı devlet açısından. O süreçte insanların ayakta kalmak için harcadıkları efor inanılmaz büyüleyiciydi. Birbirlerine tutunarak, bir köyü ya da mahalleyi örgütlemeye çalışarak el uzatan insanların varlığı söz konusuydu. 10 yılda tanıyacağım iyi insan sayısını burada iki ayda tanıdım diyebilirim. Bir de tabii kültürel, etnik, dilsel özellikleri daha bir görünür oldu. Arap toplumunun kendine has unsurları mesela. Akut dönemden başlayarak neredeyse bir yıldır yaşanan yalnız bırakılmışlık, terk edilmişlik duygusu etnik kimliklerinden kaynaklı; Antakyalılar bunun da bilincindeler. Bazen kendi kültürel, etnik kimliğinizin altını çizme ihtiyacı hissetmiyorken karşınızdaki çiziyor. Ayrımcılık zamanlarında bu daha çok görünüyor. Burada öyle bir süreç de yaşandı. 

Devletin Antakya’da kentin dokusunu bozmak için yerel halkı orada tutmamak ve uzaklaştırmak adına ayrı bir çaba sarf ettiği gerçeği çokça konuşuldu. Benzer örnekleri daha önce Van ve Diyarbakır Sur’da görmüştük. Bu anlamda neler oluyor orada depremin 1. yılına yaklaşırken?  

Devletin bu konuda bir ajandası olduğunu düşünüyorum. Bunu depremin ilk gününden itibaren yürürlüğe koydular. Kurtarma faaliyetlerinin geciktirilmesinin de bunun parçası olduğunu düşünüyorum. Yaşanan büyük şoku fırsata çevirip burayı bembeyaz bir sayfa olarak görmeye başladılar ve o sayfa üzerinde hem demografik hem de kentsel anlamda şehri yeniden dizayn edebileceklerini düşündüler. Hâlâ da bunu yaşıyoruz. Şehrin birazcık yaşanabilir hale gelmesini önlemek üzere yapılıyor sanki her şey. İmre Azem’in Antakya üzerine hazırladığı ikinci belgeselde de açıkça anlatılıyor. Filmde bir depremzedenin altını çizdiği gibi, asıl depremi bina yıkımları sırasında yaşattılar. Yıkımlar o kadar gaddar bir şekilde yapıldı ki burayı daha da yaşanmaz hale getirecek düzeydeydi. Altyapı altüst edildi, elektrik ve su kesintileri ayyuka çıktı. İlk aylarda bile elektrik kesilmezken 7. aydan itibaren sık sık kesintiler oluyor. Bütün bunlar halledilmeyecek sorunlar değil. Her şeyi bırakın, havalanını bir türlü tam olarak açamamış olmaları çok şaşırtıcı. Bir yılda istenirse yeni havaalanı yapılır, oysa buraya ulaşmak için hâlâ Adana üzerinden gelmek durumundayız. Buraya gelmek zorunda olanları, yardımları, gönüllüleri bu şekilde engellemeye çalışıyorlar. Burayı daha yaşanmaz bir hale getirmek ve o rant alanını istedikleri gibi tasarlamak istiyorlar. Süreklileştirilmiş bir felaket yaşatılıyor Antakyalılara.

Şu anda şehir ne durumda? Hem devletin hem de STK’ların çalışmaları neler? Neye ihtiyaç var? 

Ben köyde olduğum için çok hâkim olduğumu söyleyemem ama şehre gittikçe görebildiğim tek faaliyet tarihi bir camide yapılan restorasyon. Restorasyon ya da iyileştirme anlamında görebildiğim tek şey buydu. Onun dışında yıkım devam ediyor. 

Uzunçarşı’nın içi insan dolu, çarşı işliyor ama insanların yanından geçtiği bazı binaların tepesinde düşmek üzere olan parçalar görüyorsunuz. Bunun gibi ciddi hayati tehlike taşıyan unsurlar bile düzeltilmiş değil. Konyetnerlardaki, çadır kentlerdeki durumun ne olduğunu da bağımsız yayınlardan biliyoruz. Kış geldi ve o çadır kentler bir kışı bile atlatmaya müsait değilken yıllaraca orada yaşamak durumunda insanlar. Şu anda su dağıtımı dışında yardım yok. Her yerde inşaat var ama herkesin kendi çabasıyla yaptığı ev inşaatları bunlar. İnsanlar bir an önce başlarını sokacak bir yer yapmaya çalışıyorlar. 

Türkiye’deki yardım/destek anlayışının ilk sıcak günlerden sonra kesintiye uğraması konusunda ne düşünüyorsun? Sence neden yerleşik bir dayanışma kültürü yok?  

Dayanışma ağlarını örgütleme eksikliği olduğu muhakkak ama haksızlık da etmemek gerek; yaza kadar güçlü bir dayanışma faaliyeti görüldü. Fakat ülkenin gündemi, dolayısıyla da insanların ihtiyaçları, hissiyatları çok çabuk değişiyor. Öte yandan sorunun boyutları o kadar büyük ki dayanışmayla yürüyecek gibi değil. Bazı dernekler kuruldu ancak yetersiz ve sınırlı, yerli halk da kendi çabasıyla dayanışma örgütlemeye çalışıyor ama uzun vadeli çözümler üretilmiyor. Ben Samandağ taraflarına sık gidiyorum, oralarda portakal ve mandalina üreticisi çok. En basiti bu insanların ürününü alıp ihraç ya da piyasaya sürme gibi bir örgütlenme bile yapılamadı. Asi Nehri kenarında kamyonlar dolusu dökülmüş çürük portakal, mandalina görüyorsunuz. Ağaçtan bile koparamadılar çünkü koparma masrafını karşılayacak bir para dahi teklif edilmedi. Binlerce çiftçi düşünün; zaten her şeyini kaybetmiş, elinde sadece bir tarlası ve ürünü var, onu bile satamıyor. Durum bu kadar acı. Bunu devletin yapması gerekiyor elbette, bu kadarcık bir destekten bile mahrum bıraktılar. İnsan doğal olarak bunun kasıtlı olduğunu, burada sürdürülebilir bir yaşamın engellendiğini düşünüyor.

Necati Sönmez’in kendi köyü Yeşilpınar’da çocuklarla resim atölyesi

Kültür-sanat çatısı altında yapılabilecekler de küçümsenmeyecek kadar hayati bölgede. Mavi Kuş İnisiyatifi’nde çocuklara özel film seçkileri hazırladınız, hem pedagojik hem kültürel destek verdiniz ekipçe. Yine senin öncülük ettiğin “Hangi İnsan Hakları? Film Festivali” kapsamında kent ve barınma meselesini gündeme aldınız. Ayrıca “Documentarist” de Antakya’da film gösterimleri yaptı. Bu ve benzeri etkinlikler nasıl bir ihtiyacı karşıladı? 

Deprem bir sürü şeyi yok ettiği gibi insanların sosyalleşme imkânlarını da ellerinden aldı. Hem şehir, meydanlar, sosyal mekânlar hem de evler yok oldu. Kültür-sanat bir aktiviteden ziyade insanlara psikososyal destek sağlamak amacıyla önemliydi. Biz çocuklar ve gençler özelinde ne yapabiliriz diye düşündük; onları kültür-sanat aracılığıyla sosyalleştirmek, kendi alanlarını yaratmak için çabaladık. Yerel inisiyatiflerin açtığı çocuk alanlarına içerik desteği verdik. 7-8 ay boyunca yoğun bir etkinlik trafiği yarattık. Mavi Kuş’la yaptığımız bu çalışma çeşitli nedenlerle bitti ama ihtiyaç elbette bitmedi. Şu anda pek çok gönüllü kurumun bölgeden çekildiği zamanda daha çok ihtiyaç var üstelik. Yoksa oralarda geriye sadece tarikatlar kalacak ve o çocuklar onların eline kalacak. 

İnsanlar bir yıl geçti, yaralar sarıldı yanılsamasına kapılabilir; oysa daha beteri yeni yaralar açıldı, sorunlar katmanlaştı. İlk zamanlarda acil ihtiyaçlardan bahsedenler şimdi geleceksiz kalmaktan, en temel ihtiyaçların karşılanmadığından bahsediyorlar. Değil bir yıl, 3-5 yıl sürecek bir iyileşme süreci var önümüzde. Antakya’nın şehre dönüşmesi ise çok daha uzun sürecek. Dolayısıyla özellikle çocukların, gençlerin sosyalleşme imkânları neredeyse hiç yok. Onlara alan yaratabilmek adına daha kompakt etkinlikler, atölyeler düzenlemeyi planlıyoruz. 

Şu anda maddi olanaklar da yaratarak bir ekip kurmaya çalışıyoruz. Gönüllülere de çok ihtiyaç var. Bu atölyeler uzun vadede çocukların kendi geleceklerini kurguladıklarında zihinlerinde bir iz bırakmasına; yazma, oyunculuk gibi eğilimlerini ortaya çıkarmasına yardımcı olabilir. Ayrıca sosyal ortamlar yaratarak bunun üzerinden bazı meseleleri tartışmanın da önemli olduğunu düşünüyorum. 

Örneğin yazın Antakya’da “Documentarist” kapsamında yaptığımız gösterimlerde ekolojik filmler ağırlıktaydı. İnsanları bir mekânda, bir perdenin etrafında toplarken o filmin oradaki insanların sorunlarıyla ilgili olması; mesela asbest mevzusuna dair bir şey söylemesini de önemsedik. Böylece hem insanların hayatıyla organik bağ kuruldu hem de şenlik ortamı yaratabildik. Bunun benzerini “Documentarist” kapsamında Culturecivic destekli “Başka Dünya Yok” adı altında düzenleyeceğimiz gezici ekolojik belgeseller gösterimi etkinliğinde yapacağız. İlkini İstanbul’da “Hangi İnsan Hakları? Film Festivali” kapsamında yapmıştık; Nisan’da Diyarbakır, Antakya ve Adana’da gösterimler olacak, ardından sonbahara kadar başka kentleri dolaşacak.

Bu sene “Documentarist” kapsamında İstanbul’da yaptığımız animasyon belgesel ve kısa film atölyesini de Antakya’ya taşıdık. İlkini kasım ayında Prag’tan ve Fransa’dan gelen ekiplerle yaptık. Benzer atölyeleri yine yapacağız. 

Kültür-sanat dünyası bu anlamda örgütlenebildi mi? Yapılar ya da çalışmalar birbirleriyle ilişkilenebildi mi? Ya da şöyle sorayım: Neler yapılabilirdi, nasıl bir ağ kurulabilirdi? Bugünden bakınca neler söylersin?

Büyük kentlerdeki kültürel kurum ve organizasyonlar, ne yazık ki çok fazla ilişkilenmedi deprem bölgesiyle. Travma odaklı destek aracı olmak dışında kültür-sanat temel ihtiyaç olarak görülmüyor demek ki. Oysa dediğim gibi, özellikle çocuklar ve gençler için sosyalleşme alanları önemli bir ihtiyaç. Ve deprem var olanları yok etti, aile içinde bile sosyalleşmek sorun haline geldi çünkü ev ortamlari dağıldı; hayatlar konteyner’lara, çadırlara sıkıştı. Depremden sonraki ilk aylarda ziyaret ettiğimiz konteyner kentlerde uyuşturucu kullanımının yaygınlaştığına dair duyumlar almıştım. Genç nüfusu bu tür tuzaklardan koruyacak programlar, projeler lazım. Bir de okullar açıldı ama eğitim kalitesi çok düştü. Sıkışık sınıflarda, üç okul aynı binada ders yapılıyor; eğitmen kapasitesi yetmediği için ders süresi yarım saate indiriliyor vs. Öğrencilerin ve öğretmenlerin daralan yaşam alanlarını da katarsanız, böyle bir eğitim düzeninin ne kadar verimli olabileceği ortada.

İşte bu boşluğun alternatif eğitim olanakları sunarak, kültürel ve sanatsal üretimlere alan açarak birazcık da olsa doldurulması mümkün ve gerekli gibi geliyor.

İmre Azem’in Hatay: 17-24 Nisan 2023’ün ardından beş ay sonra kentte değişen pek bir şey olmadığını, depremzedelerin terk edilmişliğini belgelediği filmi Hatay: 1-11 Eylül 2023, 13. Hangi İnsan Hakları? Film Festivali’nde seyirciyle buluştu geçtiğimiz ay. Filme dair “Bu kötülükler zincirini bu güzel insanlarla birlikte nereden, nasıl kırabiliriz diye düşündürüyor. O gücü bir şekilde bir yerden bulacağınızı hissediyorsunuz.” diyorsun sosyal medya paylaşımında. Nasıl olur da mevcut birçok muhalif hareket, kolektif bir hale kavuşabilir sence? 

Böyle olağanüstü durumlar insanı iyi insanlarla yan yana getiriyor, daha doğrusu böyle felaketlerde iyi insanlar daha görünür hale geliyorlar. O gücü bu insanlara güvenerek ve o insanları yan yana getirerek bulabileceğiz sanırım. Sihirli sözcük “örgütlenmek” elbette. Bazı yerlerde lokal düzeyde görüyoruz. Mesela Dikmece, ilk istimlak edilen yerlerden biri. Her şeyini yitirmiş insanları parayla, vaatlerle üstelik en zayıf yerlerinden yakalayarak teklifler yaptılar orada. Dikmeceliler buna rağmen örgütlenmeyi başardılar ve direniyorlar, şiddetle de karşılaşıyorlar. Bu örgütlü direnişlerin çoğalacağını umuyorum. İnsanlar bilinçliler ama o gücü bulmaları gerekiyor. Sırtında bu kadar yük olan, başını sokacak yeri olmayan insanlara bir de bu kötülüklere direnme sorumluluğu yüklüyor bu durum. Bir diğer misyonumuz da unutturmaya karşı mücadele etmek olmalı. Bu insanlar bir de kendilerini hatırlatma mücadelesi vermek zorunda kalıyor. Bana sorarsanız depremin uzun bir süre Türkiye’nin gündeminin ilk üç maddesi içinde yer alması gerekiyor.


Bu yazı bir Avrupa Birliği projesi olan CultureCIVIC: Kültür Sanat Destek Programı’nın desteklediği “Sanat Haberciliğini ve Eleştirisini Yerelden Geliştirmek” projesi kapsamında Argonotlar tarafından komisyon edilmiştir.

İlginizi Çekebilir

Duyurular

border_less ARTBOOK DAYS’in altıncı edisyonu, bu sene 3–5 Mayıs tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık ev sahipliğinde gerçekleşiyor.

Söyleşi

Larissa Araz ile Versus Art Project'te gerçekleşen “In Hoc Signo Vinces” sergisi üzerine konuştuk.

Eleştiri

Gizem Akkoyunoğlu'nun Sanatorium'da gerçekleşen "Kudretin Silüetleri" sergisini Oğuz Karayemiş değerlendirdi.

Söyleşi

Kundura DocLab vesilesiyle İstanbul’a gelecek olan Rabih Mroué ile dünya ahvalini, tiyatro ve performans ilişkisini ve İstanbul’la bağını konuştuk.