Bir çarşamba sabahı Arter’de, Selen Ansen’in küratörlüğünde gerçekleşen Franz Erhard Walther sergisi için toplandığımızda, sanatçının adını daha önceden duymuş pek az insanın aramızda olduğunu teslim edelim. Ansen kendisi de sanatçının yapıtlarıyla karşılaşma sürecini güzel bir tesadüf olarak tanımlıyor. Bir gezi esnasında müze koleksiyonunda karşısına çıkan eserler, onu önce sanatçı Walther’e, ardından Walther’in eserlerinden mesul vakfa, daha sonra çeşitli tanışıklıklar vesilesiyle serginin kürasyonuna sürüklüyor.
Basın öngösterimi için gerçekleşen sunum tamamlandıktan sonra yukarıya, serginin yayıldığı üst kata çıktığımızdaysa Franz Walther bizi kendi şen şakrak usulünce sergiyi gezdirmeye ve bizimle sohbet etmeye koyuluyor. Laf lafı açıyor, Düsseldorf’taki öğrencilik yıllarından Fulda’daki çocukluğuna, oradan New York seyahatine pek çok şey konuşuluyor. Ancak şu baki, Walther eserleri için ve eserleri vasıtasıyla geliştirdiği belleğin içinde ve onun içerisinden söz alıyor.
Bu usta sanatçının, acemi kalmış bir heyecanla bize on yıllar önce gerçekleşmiş diyalogları, anektodları, işlerin arkasındaki motor düşünce ve motivasyonları aktarması, elbet heyecan verici. Öğrencisi olduğu Beuys’un erken dönem işleri özelinde getirdiği eleştirilerden, Polke ve Broodthaers ile olan dostluk ve tanışıklıklarına, belleği taze bir sanatçı Walther. Üstelik yapıtları bir dönemin kendisini nasıl sunduğu, ne gibi azimleri olduğu ve dünya tasavvurlarına dair de çok şey söylüyor.

Geç kalmış bir neşe
İşlerin kavramsal çerçevesi görece sistemli bir soyutlama işleminin yanı sıra, Walther’ın özyaşamöyküsel gelişim çizgisinin bir serimi. Taşıdığı hafiflik, tanık olduğu dönemin bağladığı bir kaya gibi orada, sergi alanında asılı duruyor. Seyirciler nezdinde, kurulmuş bir düşü, geçmişteki bir canlanma arzusunu ifade derinliğiyle buluşturan bu çalışmalar, bir özgürleşim çağının doygun ve genç tonunu taşıyor.
Fırıncı bir aileye doğan Walther, ilk gençlik yıllarında hemen hiç müze görmediğini ifade etti. İlk müze gördüğü şehir Frankfurt, ardından katıldığı Düsseldorf Akademisi’nde sanat eğitimi alıyor, ellilerin sonlarında daha sonra altmışlı yıllarda isim yapacak pek çok sanatçıyla bir arada öğrencilik yıllarını geçiriyor. “Polke işlerimle alay ederdi” diyor dudağının kenarından ışıklı gözlerine kıvrılan, özlem dolu bir gülümsemeyle. “Beuys işlerimin içeriksiz biçimler olduğunu ifade etmişti” diye de ekliyor.
Tabii işbu yorumlar dönemin sanat eğitimcileri ve ortamının ciddiyeti konusunda da pek çok şey söylüyor. Kuşaktaşı pek çok isim gibi, ikinci savaşın içerisine doğan sanatçılar arasında geçirdiği yıllarda sanatın buyurgan tonlarına mesafeli, “Ich war draussen”, yani “dışarıdaydım” diyor geriye bakarak erken döneminden bir eserinde. İşçi sınıfından pek çok ismin (ki belki de en şöhretlilerinden John Berger’ı da katabiliriz bu listeye) üniversite eğitimi alması, savaşta verilen kayıpların ardıl etkilerinin yoğun yaşandığı atmosferde bir zorunluluk haline geldiğinde ancak bir hak olarak alındı.
Bu politikanın sonucu olarak okullara giden pek çok öğrenci, orada yalnızca bireysel bir dil kurma ve geçmiş sanat üzerine çalışma değil, aynı zamanda ortak bir deneyim havzasında kendi sanat pratiklerini gerçekleştirebilecekleri bir alana girme imkânı da buldular.
Walther’ın dünyasında estetiğin ikincil olduğu ilk bakışta kulağa doğru gelebilir, hatta Beuys’un eserleri özelinde verdiği eleştiri bizi düşündürebilir. Ancak içeriksiz bir biçim bir karadelik olurdu, Walther’ın bu nevi bir tavrı olmadığı aşikâr, baş etmek istediği şey sanat yapıtının statüsünü sorgulama teşebbüslerine direnen formalizm başta olmak üzere, her şeyi içe kapanan biçimler olarak kurmaya çalışan sanat anlayışının ta kendisi, bana kalırsa.
Dolayısıyla Walther, biçim ile biçimden kalan alanda, “dışarıda” dolaşan, bir anlamda sanat eserinde soyut emek formunda cisimleşen, Benjamin’in deyimiyle “aura”nın çağdaş görünümlerini masaya yatırıyor. Sayısallaşmayan ve buna direnen her türden emek formuna savaş açmış kapitalizmin, somut emekle kurduğu soyutlama ilişkisini, depolanmış biçimde, yani saklama halindeki eserleri sergileyerek sorguluyor. Bir anlamda, emeği aynı anda hem soyutlayarak evrenselleştiren hem de metaya kullanım değerini veren emek süreçlerinden ayıran sermaye birikimini, yapıtları nezdinde tartışmaya açıyor.
Ernst Bloch’un Umut İlkesi adlı yapıtında Almanya’nın Nazi Partisi liderliğinde İkinci Dünya Savaşına girmezden önce, 1930’lu yıllarda yaşadığı iktisadi krizi değerlendirirken ifade ettiği gibi, “Eski zamanlardaki gibi bereketsiz mahsulden ötürü değil de ambarların fazla dolu olmasından ötürü açlık baş gösterdi. Açıkça göründüğü ve bilindiği üzere, bir zamanlar onu bağlarından kurtaran kapitalist iktisat, şimdi üretimin ayak bağı haline gelmiştir. Ancak yeni ölüm araçları ilgiye değer bulunuyor, savaş arefesinden beri ve savaş içinde silah teknolojisi serpildi, sivil teknik onun paçasına tutundu”[1]
Bundan kasıt kapitalist ekonomide aşırı üretim, kar hırsı ve yetersiz tüketimin yarattığı buhranlar. Bu anlamda savaşın yaraları, yalnızca insani sonuçlarıyla değil, ona neden olan ekonomik ve politik sebeplerde değerlendirilmeli. Ancak böyle bir durumda kalıcı barış istemi anlaşılır.
Heykel olma teşebbüsü, işte böylesi bir “sonsuz girişim”in ifadesi olan eserlerden mütevellit, seyircilerini Arter’de bekliyor.
Kısa bir not
Heykel vasıtasıyla form oluşturmaktan ziyade, mekânda alan açma, mekânda kaplam oluşturan bir cisim meydana getirmekten ziyade, kendi deyimiyle “mekâna bir alanı iade etme” noktasında çalışmaları dikkate değer, benim de geçtiğimiz senelerde röportaj yapmış olduğum Belçikalı sanatçı Stijn Ank’ı da bu vesileyle anmak gerek.
Ank, bir süredir kamusal alana yerleştirilen heykelleriyle tanınıyor. Üst üste ve bitişik, çiçekvari dizili alçı çuvallarının arasında kalan boşluğu kalıp olarak kullanarak ürettiği heykellerden, alçı ve monokrom eserlerine bir seçki geçtiğimiz yıllarda Öktem Aykut galeride, Aybastı sokaktaki mekanlarında görücüye çıkmıştı. Eserler soyut emek/somut emek tartışmasını Walther’ın nesneler bağlamından alarak, mekânın üretimi tartışmasına bağlıyordu. Ank “bir insanı tanırsanız, özgürleşirsiniz” demişti röportajda ve eserlerinde mekânlara espas iade etmek istiyor, bu nevi karşılaşmalara alan açmaya çabalıyordu.
Dolayısıyla Walther’ın sanat yordamıyla mesele edindiği konuların, hâlâ daha tartışmaya açılabilir, eylemeye teşvik eden konular olduğu kanaatindeyim. Heykel olma teşebbüsü, bu anlamda da figürleri gerçek insanlar ve gerçek insanları figürler olarak yeniden düşünme teşebbüsü aynı zamanda. Bunu formun başladığı ve sonlandığı alanı sorunsallaştırarak yapması, Franz Erhard Walther’ın kapanmamış, açık uçlu bir sanatsal tartışmanın öznesi olarak aramızda, İstanbul’da olması bir şans. Kaçırmamalı.
[1] Sf. 792, Umut İlkesi; Bloch, Ernst; İletişim Yayınları, çev: Tanıl Bora