Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri /

Gölgedeki sızıntı ve zamanın yüzü

Karanlığın içinde saklanan heykeller, üzeri örtülmüş hikâyeler, yontulmuş bedenler ve süslenmiş imgeler…  Arzu Oto, The Letter Art Gallery’deki “Bir Heykelin Gölgesinde” sergisinde aydınlık ve karanlığı gerçekle yüzleşme alanı olarak kuruyor.

İsyan, heykel ve ışıktan oluşan yerleştirme, değişken boyutlar, 2025

Aydınlık ve karanlık yalnızca fiziksel dünyadaki gerçekliğimizin değil, inşaların ve tarihsel anlatıların da sessiz ortakları. Bugün, çoğu zaman gözümüzün önünde duran ama artık fark etmediğimiz anıt heykellerin gölgesinde dolaşırken hem geçmişin ağırlığını hem de bugünün anlamlarını aynı anda hissetmek mümkün. Arzu Oto’nun The Letter Art Gallery’de gerçekleşen sergisi “Bir Heykelin Gölgesinde”, tam da bu eşikte duruyor: Ne yalnızca geçmişle hesaplaşıyor ne de bugüne hapsoluyor; her iki zamanın çelişkisini önüne alıp aralarındaki geçirgen sınırı görünür kılmaya çalışıyor. 

Sergi, iki ana bölümden oluşuyor. İlk bölümde, kadınlar, doğa ve hayvanlar var. Sanatçının her gün içinden geçtiği Dokuz Eylül Üniversitesi kampüsünde yer alan bir Venüs heykelinin üç farklı açıdan resmedildiği işler yer alıyor. Bu resimler klasik güzellik ideallerini yansıtan, içi boşaltılmış bedenin üç ayrı duruşunu gösterirken heykelin fiziksel mevcudiyetinden çok ona yüklenen anlamları sorgulatıyor. Burada bir boşluk estetiği söz konusu: Heykelin maddi varlığı değil, onun çevresinde dönen ideolojik boşluk vurgulanıyor. Bu yüzden sergi genelinde ışığın nüfuz ettiği yer kadar, karanlığın kapsadığı alan da önemli bir anlatının taşıyıcısı hâline geliyor.

Sanatçının suluboyayla yaptığı havuz kenarındaki çıplak kadın figürleri, resim tarihinde sıkça karşılaştığımız ve eril bakışın simgesi hâline gelmiş “uzanan kadın” temsilinin Cumhuriyet dönemi bağlamında yeniden yorumlanışı olarak okunabilir. Benim gibi İzmir’de büyüyen ve yaşayan neredeyse herkes, Kültürpark’ta havuz başındaki bu tür heykelleri çok iyi bilir. Bu havuz başında uzanan kadınların etrafında bir soluk almak için oturup dinlenmişliğim çok ve resimlere baktığımda hemen onları tanıyorum. Modern Türkiye’nin inşasında sembolik olarak kullanılan kadın bedeninin hem özgürleştirici hem de araçsallaştırıcı temsillerle dolu geçmişine bir bakış bu. Pastel tonların sakinliğiyle sunulan bu resimlerde aslında oldukça gergin bir mesele dile getiriliyor: Cumhuriyet döneminde kadının imgesi, tarihsel olarak yalnızca ilerlemenin değil, aynı zamanda belirli bir rolün taşıyıcısı olarak da konumlandırılmış. Bu işler, o imgenin üzerine sinmiş ideolojik tozu hafifçe üfleyip altındaki gerçeği görmeye çağırıyor.

Kampüste Venüs – I,II,III, kağıt üzerine suluboya, 28×21 cm, 2025

Serginin en güçlü tarafı zaman kavramını çizgisel değil, katmanlı bir yapı olarak ele alması. Cumhuriyet döneminin idealleştirilmiş kadın imgesinden günümüzde doğa için mücadele eden, gerçek bedenlerle ve gerçek acılarla var olan kadınlara uzanan bu çizgi, tarihsel bir dönüşümün yanı sıra  bir kırılmanın da anlatısı olabilir. Bu kadınlar artık temsil edilmiyor; kendilerini temsil ediyorlar. Resimdeki duruşları, renkleri ve bakışlarıyla artık bir simge değil, bir gerçeklik olarak karşımızda duruyorlar ve onları çok iyi tanıyoruz. Bedenin kullanımı, temsil edilme biçimleri ve bu temsillerin taşıdığı ideolojik yük, aydınlık ve karanlık metaforları üzerinden yeniden düşünülüyor. Sanatçı burada yalnızca eleştirmiyor, aynı zamanda bir önerme yapıyor: Belki de artık temsil değil, tanıklık zamanı.

İkinci oda ise serginin kırılma noktası: Işıkla aydınlatılan küçük bir heykel, sırtında çocuğuyla direnen bir kadını betimliyor. Ancak duvara düşen gölge, figürü büyütüyor ve onu kahramansı bir siluete dönüştürüyor. Bu kırılma, klasik anıt heykel formuna doğrudan bir gönderme. Hemen karşısında özellikle ata binmiş lider heykellerinin tarihsel sembolizmiyle hesaplaşma burada çok güçlü. At üstünde zaferi temsil eden eril figürün yerini yere düşmüş bir figür alıyor. Karşısında ise toprağa basan, gerçek bir yük taşıyan kadın figürü yer alıyor. Bu tersine çevirme yalnızca görsel bir müdahale değil, aynı zamanda tarih anlatısına dair bir sorgulama.

Bu sergi, bize bildiğimizi sandığımız her şeyin ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatıyor. Heykellerin yüzüne bakarken zamanın nasıl ihanete uğradığını, geçmişin yüceltilmiş imgelerinin nasıl boşluklara dönüştüğünü görüyoruz. Sanatçının pastel tonlardaki sakin ve sade yaklaşımı, bu ağır meseleleri bağırarak değil, derin bir inanç sorgusuyla ele alıyor. Bu, bir yüzleşme ama aynı zamanda bir yeniden bakma, yeniden anlama ve yeniden tahayyül etme çağrısı. Aydınlık ve karanlık, ışığın varlığı ya da yokluğunun yanı sıra  duygularımızı, bakışımızı ve değer yargılarımızı da biçimlendiriyor. Sergide aydınlık aynı zamanda bastırılmış, görmezden gelinmiş, üzeri örtülmüş hakikatlerin gün yüzüne çıkmasını da temsil ediyor. Karanlık ise tümüyle olumsuzlanmıyor; aksine yüzleşmeye çağıran bir alan olarak bizi karşılıyor.

Sanatçı, bu ikiliğin basit karşıtlıklar üzerinden kurulmasına direnen bir tavır içinde. Aydınlık, her zaman iyinin, karanlık da kötünün alanı değil. Karanlık bazen koruyucu bir alan bazen bastırılmış duyguların, bazen direnenlerin ve sistematik dışlanmaların sessiz barınağı. Öte yandan aydınlık da her zaman özgürleştirici değil; devlet eliyle kurulan anıtların parıldayan yüzeylerinde nasıl bir tahakküm tarihi yattığını hatırlatıyor. Göğe yükselen ata binmiş bir liderin heykelinin nasıl yüceleştirildiği ama bu yüceliğin aslında kimin üzerinden inşa edildiği sorusu bu noktada önem kazanıyor. Işık ve gölgeyle kurulan anlatılar, heykel imgelerinin ardına düşen gölgelerle çoğalıyor. Sırtında çocuğuyla duran kadının heykeli, duvara düşen gölgesiyle olduğundan daha büyük, neredeyse mitolojik bir figüre dönüşüyor. Burada ışığın işlevi görünmeyeni göstermekten çok, görünene bir ikinci katman eklemek. Bu ikinci katmanda tarih var, yük var, mücadele var. Işık burada bir teşhir değil, bir büyütme; bir çarpıtma değil, bir açığa çıkarma aracı.

Sanat tarihinde “ışık” genellikle akılcılıkla, ilerlemeyle ve gerçeğe ulaşmayla ilişkilendirilmiş; “karanlık” ise irrasyonel, korkutucu, bastırılmış olanla. Bu ikiliği yıkan işler, sergide özel bir yer tutuyor. Havuz kenarında uzanmış çıplak kadın figürlerinde pastel tonlarla kurulan aydınlık sahne, aslında bir başka karanlığa işaret ediyor: Kadının temsili üzerinden süreklilik kazanan eril arzunun karanlığı. Figürler ne kadar aydınlıktaysa, o kadar da edilgenleştirilmiş. Bu kırılma noktası, geçmişte bir ideolojiye hizmet etmiş olan simgelerin, bugün nasıl sorgulanması gerektiğine dair güçlü bir önerme sunuyor. 

Serginin bir başka çarpıcı yanı da günümüzde doğa için direnen kadınları gösteren işler. Bu resimlerde aydınlık artık dekoratif değil; doğrudan hayata temas eden, sahici bir ışık. Bu kadınlar kurgusal değil, hayattan, mücadelelerinden ödün vermemiş bedenlerle karşımıza çıkıyor. Bu ışık, yalnızca onları görünür kılmakla kalmıyor, direnişlerinin içsel gücünü de yansıtıyor. Burada aydınlık, umutla karışık bir kararlılığı simgeliyor. 

Karanlığın içinde saklanan heykeller, üzeri örtülmüş hikâyeler, yontulmuş bedenler ve süslenmiş imgeler… Sanatçı bu sergiyle birlikte aydınlık ve karanlığı gerçekle bir yüzleşme alanı olarak kuruyor. Çünkü bazen asıl bakmamız gereken şey, parıltılı yüzeyin ardında kalan. Bizi ürküten, rahatsız eden, güvenli tarih anlatılarını sarsan şeyler tam da orada barınır. Sergi, bu anlamda konforlu bir aydınlanma anlatısından çok, karanlığın içinde de kalabilme cesaretini öneriyor. Aydınlıkla karanlık arasında net sınırlar çizmek yerine, ikisinin iç içeliğini, birbirini nasıl taşıyıp dönüştürdüğünü gösteriyor. Zamanla ışığın yer değiştirdiği, gölgelerin şekil değiştirdiği bir tarih anlatısıyla karşı karşıyayız. Bu anlatı, bize şunu soruyor: Gördüğün şey gerçekten sana mı ait? Yoksa sana gösterilmiş olanı mı görüyorsun? Işıkla oyulmuş bedenlerin, gölgeyle büyütülmüş figürlerin, geçmişle geleceğin arasında sıkışmış ama hâlâ sorular sorabilenlere bir yer var burada. Ve tam da bu yüzden ışığın da, karanlığın da mutlak olmadığını; her ikisinin içinde de çatlakların, sızıntıların ve gerçeklerin mümkün olduğunu hatırlatıyor bize. Çünkü ışığın nereye düştüğü kadar, kime düşmediği de her zaman politiktir.

İlginizi Çekebilir