Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Söyleşi

Görsel ve işitsel bir kuşatma alanı

Cevdet Erek’le ses, mimari ve çerçevenin ilişkisini “çepeçerçeve” sergisi üzerinden konuştuk.

çepeçevre sergisinden görünüm, Fotoğraf: Hadiye Cangökçe

Cevdet Erek’in Türkiye’deki ilk solo galeri sergisi “çepeçerçeve27 Ekim-9 Aralık tarihleri arasında Galeri Nev İstanbul’da gerçekleşti. Sanatçıyla galeri temsiliyetinden futbola, Covid 19 pandemisinden aile kavramına çalışmalarının kişisel arka planını konuştuk.

57. Venedik Bienali’nden Manifesta 14’e, Arter’den Galeri Akıncı’ya işlerini çok uzun yıllardır takip ediyoruz. Türkiye’deki ilk solo galeri sergini açman belli ki uzun bir sürecin sonucu. Neden şimdi?

Galeri Nev İstanbul’dan sevgili Haldun Dostoğlu yıllardır hep sorar, ben de hep kibarca reddederdim. Çünkü ben hiçbir zaman bir galeriyle çalışmayı düşünmedim. Birkaç sene evvel bir konuşmamız oldu ve ileride bir gün sergi yapalım dedik. Bu sürede bende de bazı değişiklikler oldu. Birincisi burada daha çok vakit geçiriyorum, pandemiden beri daha az seyahat ediyorum. İkincisiyse bu fikrin şu anda bana hiç ters gelmemesi. Eskiden de ters gelmiyordu, ama galeri temsiliyetiyle ilgili çok düşüncem vardı.

Bağımsızlıkla ilgili düşünceler mi bunlar?

Genel olarak bağımsızlıkla ilgili. Yani galerilerin ne kadar sınırladığıyla ilgili ki başka faydaları da olabiliyor galerilerin. Sadece ticari değil, arşiv gibi pratik çok faydaları oluyor. Bir şeyin içinde olmanın içerik olarak da faydaları olabiliyor. Nev İstanbul hem saygı duyduğum hem sevdiğin bir yer. Dolayısıyla negatif baktığım ve karar değiştirdiğim bir yerden ziyade bir gün umarım bir sergi yaparım diye düşündüğüm bir yerdi. Bu sefer bana tekrar sergi yapma ihtimali var mı denince denemek istedim. O zaman hem neugerriemschneider’deki eserler gelsin, hem de yapabilirsem yeni işler ekleyeyim diye düşündüm.

Cevdet Erek, Halkalı Stadyum; ahşap, metal, 2023

Bugüne kadar büyük oranda mekâna özgü büyük çaplı işler ürettin. Galeri sergisi senin için nasıl bir deneyimdi?

Yıllardır çoğunlukla mekânın söylediklerinden yola çıktım. Mekân çok önemli bu sergide ama işlerin çoğu başka yerlere de uyarlanabilir. Direkt olarak mekânın tarihi o kadar önemli değil. Ama mekânsal olarak çok önemli bir şey var: Galerinin deposunda ve ofisinde bayağı çalıştık ve orada belki yüzlerce çerçeve var. Genellikle resim ve fotoğraf çerçeveleri. İlk gittiğim günden beri onlarla ilintili bir iş yapmak istiyordum. O çerçevelerle deflerin ilişkisi, bir süredir aklımda olan o yaldızlı çerçeveyle büyük bir stadyumun mimari oranları arasında düşünüp bir stadyum soyutlaması yapmak… Galerinin böyle bir katkısı oldu.

Sergide derisiz defler merkezi bir konumda. Bu denli bedensel bir enerji barındıran bir enstrümanı yeniden yapılandırıp, neredeyse iskeletine indirgeyip yine izleyiciyle bedensel bir ilişki kuran bir nesneye dönüştürmen çok döngüsel bir süreç.

Defin en önemli tarafı olan derisini çıkartıp klasik anlamda bildiğimiz bir def ritmini, yani derili bir aletin ritmini biraz sakatlayıp onu başka çağrışımlara açık bırakıyorum. Yine perküsif bir ses kaynağı olsa da bildiğimiz vurgulu sesten daha başka şeylerin, yüzlerce halkanın çarpışmasından oluşan bir ses ortaya çıkıyor. Tek bir çalgının insan kafası, bedeni etrafındaki durumuyla icracı, icrayı dinleyen ve enstrüman başka bir şeye dönüşüyor ve birbirlerine çok yakınlar. Bir de galerideki diğer işlerle ilişkileri, görsel ilişkileri var. Ben muhtemelen görsel olarak daha takıntılı, daha açık fikirli bir insanım. Bu serginin ortasında ilk kez bir figür vardı. İlk bakışta görülmeyen, duyulmayan ilişkiler kuruldu. Üstüne gittikçe bu katmanlar artmaya başladı. Bu da beni inanılmaz mutlu etti. Özellikle İstanbul’da olması… Özlemişiz. Uzun zamandır ilk kez içimden gelerek bir sohbet teklif ettim. Genelde hiç motive olmuyorum bu konuda. Sonra üç dört kayıt yaptık. Beş haftalık kısa bir sergi ama albüm de, dinleme seansı da yaptık. Ticari olarak aşırı hafif, ama içerikte çok güzel bir şey çıktı. Çevrimiçi albümün dinletisinin yapılmasıyla beraber bir çember de tamamlanmış oldu. Öyle gözüküyor ki bundan sonra da başka yerlere açılarak devam edecek.

Cevdet Erek, “çepeçevre” sergisinden görünüm. Fotoğraf: Hadiye Cangökçe

Aynı döngüsellik ve senin bahsini ettiğin sakatlama durumu stadyumlu işlerinde de mevcut. Büyük bir kitlesel enerji minimal mimari formlara, oradan da kirli seslere varıyor. Futbolla nasıl bir kişisel ilişkin var?

Eski Fenerbahçe Stadı’nın yanında çocukluğum geçti. Eski stadyumlar farklıydı, tezahüratlar, şenlik vardı, hoparlörle yüksek sesli müzikler yoktu. Daha çok seyircinin kendi kendini organize ettiği, daha kaba ama çok eğlenceli bir ortamdı. Bayraklar, pankartlar el yapımıydı. Futboldan yıllardır kopuğum, ilk kez bu sergiden dolayı bir maça gittim. Ama çok gözlemlediğim hatta neredeyse kurtulmaya bile çalıştığım estetik bir şeydir benim için. Eskiden tribünler yarı yarıyaydı, her zaman bir ayrım vardı ama şu anki şiddet, ayrım gibi bir durum yoktu. Misafir tribünün ufalması, sonra misafir tribününe aşırı şiddet, sonra oraya insan alınmaması… Bunu ilk kez Venedik’te kullanmıştım. Ondan sonra İstanbul’da bir anda kapatılan kentsel kamusal mekânlar beni daha çok düşündürdü. Bir şey oluyor Beşiktaş kapanıyor, Taksim meydanı bloke ediliyor, köprüler kapatılıyor. Bunu kamusal alanla ölçeklendirdim. Venedik’teki mekân dikdörtgendi, hoparlörüm dikdörtgendi. Bir ülkeyi temsil eden bir dikdörtgen diye bir şey söylüyordum. Misafir tribünü orada da vardı. Bu arada gerçek tribünü, en güzel manzaralı tribünü inşa edip kapısını kapatmıştık, insanlar giremiyordu. Herkes performans ne zaman diye soruyordu, Biz de performans yok, yasak diyorduk. Bu sefer tribünü resim çerçevesiyle ilişkilendirmek, tam tersi misafir olanı gerçek altın varakla kaplamak ve böylece uzaktan bakmayı teşvik etmek istedim. İlginç bir enstrüman ölçeği, küçük bir çevresel ses, mono olmak, diğer tarafın küçük olması ya da hiç olmaması gibi meseleler var. Yıllar içinde mimarisine, kökenlerine türlü açılardan bakmaya çalıştığım, çok soğuduğum uzaklaştığım ama hayatta kaldıkça çocukluk odama döner gibi döndüğüm bir şey futbol.

çepeçerçeve başlığının de belli ettiği üzere galeri mekânında akustik ve görsel bir kuşatma söz konusu. “Immersive art” tabir edilen sanat akımı bunu daha çok izleyiciyi uyaranlara maruz bırakarak yapıyor. Senin işlerinde ise çok daha sade, ölçülü ve davetkâr bir tavır söz konusu.

Bir metre çapında bir defin içine giriyorsun. O an 360 derece ve tamamen akustik bir ses kaynağı var, kulağına 30 cm. uzakta. Seni bir çemberin içine alıyor. Şu an çok revaçta olan “immersive art”, “immersive sound”, çevreleyici, sarmalayan, kapsayıcı, adına ne dersen, bunu elektronik hoparlörlü bir sistem üzerinden yapıyor. Ben de asimetrik de olsa bunu yapıyorum aslında. Enstalasyonun büyük bir kısmında teknolojik, simetrik bir kuşatma yok ama hacimsel olarak her tarafı düşünüyorum. Her zaman baskı kurarak değil. Benim hemen hemen her işte niyetim –ama bunu iddiayla bağırmıyorum- meraklarımla, zevklerimle, soru işaretlerimle, kafa karışıklığımla, tecrübelerimle çalışmak. Ama bunu tek bir izleyici, tek bir eğitim, tek bir tecrübe, dimağ, alıcı için yapmıyorum.

Cevdet Erek, Yüzyıl Cetveli 2023, ağaç ve pleksi üzerine lazer ve siyah boya, 2023

Annenin üç boyutlu modelinin kullanıldığı Ana Kulağı büstüyle birlikte bildiğim kadarıyla ilk defa kişisel hayatından bir unsuru üretimine dâhil ettin.

Aslında o kadar kişisel değil. Babamın Zaman Çizelgesi’nde de yapmıştım bunu. Annemin çektiği bir fotoğrafı hem bir işte kullandım, hem de Nekropsi’nin albüm kapağı oldu. Ama buradaki görünüş kadar direkt, birebir değildi. O bir fotoğraf aslında. Binlerce fotoğraftan oluşan bir teknikle yapılmış bir şey. Bakmayla, görmeyle, topolojiyle, profille ilgili. Çünkü anneye, aileden birine bakmak demek kendinle de ilişkili kurmak demek. Ana Kulağı diğer yandan insanların müzikle beraber yaptığı istem dışı kafa hareketlerini ve bizzat annemin şu anda çok çektiği kafa sallantısını referans alıyor. Figüratif, gerçeğe benzer bir nesneyi ölçüp biçerek minimal ama değişken bir elektronik müzik ya da progresif müzik yazar gibi üç aksla yapılan bir hareketi yazdım. Onu bazen aşırı gerçekçi, bazen müzikal yapmak istedim. Bir de hepsinden öte dummy-head mikrofon bağlantısı var. Hareketli, duyan ve istendiğinde kayıt eden bir heykel olunca sergideki diğer objelerin yerleri çok önemli bir hale geldi. Her aşamayı anneme gösterdim, çok vakit geçiriyoruz onunla çünkü. Bir de Güney Kafkaslar’dan gelen bir formla kaydetmeyi de çok isterdim her zaman. Onun için de bir fırsat verdi. Bir önceki ırk teorisinde -hala Amerika’da beyazlar kendilerine Caucasian diyorlar biliyorsun- ırklar renkten değil, kafa şekillerinden de ileri geliyor. Afrika kafası, Asya kafası gibi. Batı, Kafkasya’yı niyeyse kendi kökeni olarak görüyor. Bunun da güçlü, kuvvetli Kafkas söylemi olan eski köle ticaretinden geldiği düşünülüyor. Ana Kulağı’nı bunlarla ilgili bir tahrik olarak da düşündüm. Ama diğer yandan çok da kişisel bir yanı var.

Cevdet Erek, Ana Kulağı 2; silikon, kontrplak, metal, karbon, fiber, abs plastik, servo kontrolör, bilyalı rulmanlar, güç adaptörü, 2023

Özellikle 2011 İstanbul Bienali’nden bildiğimiz cetvellerle olan işlerine bu sergide de devam ediyor hatta bu sefer bir cetveli geleceğe bakan bir şekilde kurguluyorsun. Cetvel projesini sürdürecek misin ve sürdürürsen 21. yüzyıla baktığında neyi bir kilometre taşı olarak alırdın?

Hayatta oldukça devam ederim muhtemelen. Cetveller de birkaç iş gibi hep geri gelen bir iş. Daha önce başka cetvelleri geleceğe götürmeye denemiştim. Hep tarihle mi uğraşıyoruz biz diye. Bir sürü insan için genelde karamsar bir yakın gelecek tahayyülü var. Aynı cetvel geçmişe bakıyorsa hiç yorum yapmadan o zaman ileriye de baksın. Ben bile hayatımda düşünmediğim yıllar olduğunu gördüm, iki üç seneden sonrasını düşünmeyen bir insan olarak. Diğer yandan da cetvel defle bir araya geldi, o defe niye cetvel dediğim ortaya çıktı. Hem biri makineden çıkmış, diğeri el yapımı. Biri takvim zamanını gösteriyor, diğeri müzikal zamanı. Çok güzel bir etkileşim oldu. Elimden geleni yapıyorum cetvel yapmayayım diye, cetvelle adım çok çıktığı için. Ama öyle bir zaman geliyor ki ilginç bir şey çıkabiliyor. Kilometre taşı olarak tek bir şey söyleyemem ama Covid’i milat alarak ona göre yeni bir takvim düzenlemesi yapan iki cetvel yapmıştım. Onu karşılaştırdığım tarih ise İsa’nın doğumunu referans alan bir tarih. Covid’in başlangıcını 0 kabul ediyorsan, İsa’nın doğumunu referans alan takvimin sıfırı için de Covid’den önce 2020 diyorsun. Bunun amacı da takvimde neyin sıfır olduğunu hatırlatmak, çok basit bir şey. Aklıma gelen başka şeyler var ama Covid kamusal alandan kişisel hayatlara bir sürü şeye mal oldu. Politikacılara bir sürü şey kazandırdı diğer yandan. Evet, Covid derdim sanırım.

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Bilal Yılmaz'la Kütahya'daki son çini atölyesi olan Elhamra'daki araştırma sürecini ve ilk solo sergisini konuştuk.

Duyurular

Tarihçi ve romancı Reşad Ekrem Koçu'nun ömrünü adadığı İstanbul Ansiklopedisi Arşivi açıldı.

Kütüphane

Fotoğraf alanındaki çalışmalarının geniş çevrelerce fark edildiği ve merak uyandırdığı bir dönemde, 32 yaşında aramızdan ayrılan fotoğrafçı Cem Ersavcı'nın anısına yayımlanan monografinin editoryal metni...

Söyleşi

Tokatlıyan Han'da gerçekleşen "Polifonik Bir Bahçe" sergisini, küratörü Eda Yiğit'le konuştuk.