Var olan dünyaya alternatif bir dünya kurma fikri, öyle anlaşılıyor ki bu çağa tanıklık edenlerin artık refleks halini alan bir düşünce fantezisi. Dünyanın git gide yaşanmaz bir yer halini aldığı, yaşamın her anlamda yeni bir tehditle karşı karşıya olduğu savı, yeni dünyalar arama güdüsüne gerçek ya da hayali bir şekilde karşılıklar bulmaya devam ediyor. Çevre ve iklim krizlerinin halihazırda sonunu getireceği düşünülen dünyanın üzerine bir de pandemi eklenince son dönem üretilen tüm sanatsal faaliyetler ya distopik bir son ya da yeni bir yaşam formu arayışını kendine konu edinir oldu. Şu sıralar hangi filmi izleyip, hangi kitabı okusak bilindik dünyaya bir son yazan ‘apokaliptik’ hikâyelerle mutlaka karşılaşıyoruz.
Uygarlık kavramının medeni-medeni olmayan ayrımını keskin bir şekilde kültürel semboller üzerine belirlemesi ikiye bölünmüş bir dünya yaratırken, gelinen son noktada insani gelişmişlik kıstasları baz alındığında neyin uygarlık neyin barbarlık olduğu ise karmaşıklaşmış görünüyor. “Gidilen doğal yerler için söylenen “medeniyetten uzak” tabiri bir refleks olarak halen telaffuz edilse de modern kentlerdeki yaşamın huzursuzluğu ‘hangi medeniyet?’ sorgulamasını beraberinde getiriyor.
Peki tüm bu gürültüden ve karmaşadan uzak yeni bir uygarlık mümkün mü? Üstelik merkezin ücrasında, finans-kapitalin uzağında, bulunduğumuz coğrafyanın ‘sapa’sında…
Kommagene Bienali ilhamını bu sorulardan alıyor ve bir nevi bu sorulara kendince bir yanıt arıyor. Medeni ve medeni olmayan diye bölünen modern dünyanın güç ve statü eksenli yaklaşımına karşı kendince keşfettiği çıkış yollarını güncel sanat eserleriyle yansıtıyor. Gündelik yaşamın getirdiği kaos, şiddet ve tartışmalara karşı uygarlık kavramı ile ilgili neler söyleyebiliriz üzerine sessiz, sakin ve hayali bir yaklaşım sunuyor.
Bienalin küratörlüğünü üstlenen Nihat Özdal bir kaçış uygarlığı olarak tanımlıyor çalışmasını. Şair ve yazar, multidisipliner çalışmalar yapan, aynı zamanda İzmir’deki Ayzeredant Galeri’nin direktörü Özdal bienalin çerçevesini; “Dünya her anlamda ciddi bir kirlilikle karşı karşıya, gürültüden patırtıdan ve kalabalıktan uzak yeni bir uygarlık mümkün mü diye sanatçılara sorduğumuz sorular bienalin temelini oluşturdu. Sanatçıların bu sıkışmışlık içerisinde hayali bir uygarlık algısını merak ettim,” diyerek özetliyor.
20 Ağustos – 20 Ekim tarihleri arasında Adıyaman’da gerçekleşecek Kommagene Bienali 20’den fazla ülkeden 53 sanatçıyı buluşturuyor. Kahta Kaymakamlığı’nın desteğiyle hayata geçirilen bienalde Norveç’ten Güney Kore’ye, İtalya’dan Letonya’ya kadar farklı disiplinlerden yerli-yabancı sanatçıların eserleri iki ay boyunca ziyaretçilerini beklerken birçok etkinlik ve atölye de gerçekleşecek. Modacı Hatice Gökçe’nin hayali uygarlığın modasını yansıttığı bir defile ve şef Hazar Amani’nin hayali uygarlığın mutfağına dair yapacağı atölye de bienal kapsamında gerçekleştirilecek etkinlikler arasında.
Sanatın rotasına yeni temsil; “Adıyaman, yolu duman”
Basın ekibi olarak Ağustos sıcağında gittiğimiz Adıyaman bizi en bilindik ifadeyle Doğu’nun misafirperverliği ile karşıladı. Adıyaman denildiğinde bugün akla çiğköfte ve tarikatlar gelse de tarihsel olarak bir zamanların güçlü uygarlıklarının buluşma noktası burası. Kommagene Krallığı kurulana kadar Hititler, Mitanniler, Aramiler, Asurlular, Persler, Kummurlar ile Makedonyalı Büyük İskender’in hakimiyeti ve Doğu Roma imparatorluğu egemenliğinin hüküm sürdüğü kent tarihi atmosferinin yanı sıra bu yıl ilk kez düzenlenen bienalle; Türkiye’de İstanbul, Çanakkale, Sinop ve Mardin’in ardından Adıyaman’ı da bir temsil mekânı olarak yeni bir platform olma yoluna sokabilir. Bienal, mekân ve sanat ilişkisini coğrafyanın olanakları dâhilinde kentin morfolojik yapısıyla örtüştürüyor. Eski çağlarda dağ yamaçlarına yaslanmış olan toplulukların bıraktığı izlerin üzerine bugünün çağdaş yorumu ekleniyor.
Adıyaman’ın doğasını bir sunum alanı olarak kullanan bienal altı farklı mekâna yayılıyor. Atatürk Barajı’nın sularının yükselmesiyle sonradan oluşan adalar bienalin en göz alıcı mekânlarından. Fırat nehri yatağı üzerine kurulan baraj gölündeki adalar en yakındaki yerleşime 7-8 kilometre uzaklıkta âdeta uzayda bir yer gibi ve üzerinde tek bir ağaç bile yok. Mütevazı bir balıkçı teknesiyle tek tek dağıtıldığımız bu beş ada bienale ruhunu veren en metaforik unsur olarak akılda yer ediyor.
Bir diğer mekân ise Kommagene Krallık Ailesi’nin kadınlarına ait bir anıt mezar olan Karakuş Tümülüsü. Bu tümülüs Kahta ilçesinin sınırlarında ve çay taşlarının yığılmasıyla oluşmuş. Yaklaşık 20 metre yüksekliğindeki tümülüs, sütunları üzerindeki kartal heykelinden dolayı yöre halkı tarafından ‘karakuş’ olarak anılıyor.
Bienale ait eserlerin sergilendiği diğer mekânlar ise; Adıyaman’ın en büyük sembollerinden olan tanrıların ve kralların tahtı Nemrut Dağı, Kommagene Krallığı’ndan kalma Arsemia Antik Kenti, köprünün üstündeki Latince bir kitabeden anlaşıldığına göre Roma İmparatoru Septimius Severus’un karısı ve çocukları için yaptırdığı Cendere Köprüsü ve üç önemli medeniyetin izlerini taşıyan Kahta Kalesi.
Hayali uygarlığın hayalperest sanatçıları
“Hayali bir uygarlık kurabilir miyiz?” sorusunun sanatçılardaki karşılığı ise her birinin kendi çalışmalarında kurdukları düşlerin birer yansıması olarak tezahür ediyor. Sanatçıların hayallerini tetikleyen yeni bir uygarlık fikri, dünyaya kendi perspektifinden bakan sanatçılara diledikleri gibi yaratıcılıklarını konuşturma fırsatını sağlamış. Öyle ki bu hayali uygarlığın bayrağı bile var. Adı konmamış bu düşsel medeniyetin hayali bayrağını diken fotoğraf sanatçısı Dilan Bozyel dünyayı fotoğraflamanın bir ‘göz hakkı’ olduğunu düşünüyor ve bu çalışmasında “Tarihe, doğaya en silahsız ve en teslim halimizle gözümüzü emanet ediyoruz,” diyor. “Bu çalışmam aracılığıyla dünya gezegeni ile hayali uygarlığımda bana ait olan adaya hazırladığım bayrak aracılığıyla bir anlaşma yapıyorum” diye sözlerine ekliyor.
Bienalin temas ettiği en önemli unsurlardan ütopya ve distopya ikiliği ise Cansu Sönmez’in Uygarlık Yığını adını verdiği işinde kendine çarpıcı bir yer buluyor. Distopyanın hikâyesi ütopyayla birlikte başlıyor. Antik Yunan’dan bugüne ütopyaların çok da değişmediğine ve insanların müreffeh yaşama arzusunu hep aradıklarına vurgu yapıyor Sönmez ve “Ancak distopya ve ütopya bir ikilik barındırıyor. İkilikler de birbirine dönüşmeye meyilli,” diyor. Eserinde toplu mezarlık imgeleminden yola çıkan sanatçı Cansu Sönmez hayali bir uygarlık kurulsa bile sonunun toplu mezarlarla sonuçlanacağını söylüyor. “Birçok uygarlığın aslında sonu toplu mezar oldu. Her yeni şey kendi grotesk aksini doğurdu. Batılı ülkeler dışında demokrasiler tek seçime indirgendi, bilim ise savaş makineleri üretti. Geçmişten bugüne bakıldığında sonuç hep toplu mezara çıkıyor. Buradaki süreç de bunu ifade ediyor. Burası bir toplu mezar. İnsanlığın hem geçmişine hem de bugününe dair hazin bir buluntu. Bu nedenle binlerce yıllık bir malzeme olan seramik kullandım. Bugünü temsilen ise betonu kullandım. Bugünün örtücü, yok edici malzemesi aslında. O ikisinin birleşimini buraya yerleştirdim. ‘Yeni bir uygarlık mümkün olabilir mi?’ diye soruyor bu bienal. Mümkün olsa da sonu benzer olur gibi geliyor bana. Yine de umutsuz olmamak gerek, distopyalar uyarmak ve sarsmak için var,” diye eserini tarif ediyor.
Göbeklitepe’deki sembollerin ilk kez Nevali Çori’de bulunduğu iddia ediliyor. Bu sebeple Nevali Çori’nin Göbeklitepe kadar eski bir tapınma yeri olduğu düşünülüyor. Baraj yapımı sırasında Kommagene Krallığı’nın başkenti Samasota da sular altında kalıyor. Dolayısıyla ölüler de sular altında kalıyor. Tüm bunların üzerine bir anıt dikmek istemiş sanatçı Ece Eldek. Baraj bir yandan yeni bir hayat verirken, eski uygarlığı ise sular altında bırakmış. Bu yaşananların üzerine Ece Eldek göğe doğru yükselen sekiz metrelik bir merdivenle çıkıyor. Eldek çalışması için; “Sıkışmışlığı göğe ulaştırmak, mitolojik bir yerden ruhları serbest bırakmak için bir anıt dikmek istediğini” söylüyor.
Karakuş Tümülüsü, kraliyet ailesinin kadınlarının kaldığı bir tümülüs. Burada dikilen dört sütuna Bulgar sanatçı Rumen Dimitrov da kendi figürleriyle selam vermiş. Medeniyetlerin başlangıcından beri insanların dansın etrafında bir araya geldiklerini vurgulayan Dimitrov; “Dans özgürlüğü temsil ediyor. Hepsi doğal materyallerden oluşan dans eden dörtlü, aslında sembolik olarak zamanla dans eden figürler,” diye üretimini tanımlıyor.
Nemrut Dağı’nda ise gelenleri Ecem Dilan Köse’nin Omurga isimli çalışması karşılıyor. “Yeni çağın insanının özü bu omurga, değişmiş, bozulmuş, evrilmiş. Nemrut’ta yüzyıllar öncesindeki uygarlıklarla iletişim kurmak için orada. Belki daha iyi bir uygarlık geliştirmek için gereken bu iletişimdir,” diyen Köse’nin çalışması Nemrut Dağı’nın masalsı atmosferine uygun bir yerleştirme olarak dikkat çekiyor.
Bunların yanı sıra diğer mekânlara yayılmış 20 ülkeden 53 sanatçının çalışmaları bienal boyunca görülebilir.
Dünya yüzeyindeki başka dünyalara küçük bir seyahat
Kommagene Bienali, sanatla yeni bir dünya kurulup kurulamayacağının bir yansıması. Dünyanın uzağında yeni bir dünya arayışının mütevazı bir karşılığı. Galerilere, kapalı mekânlara sıkışmış olan güncel sanat takipçilerini coğrafya ve doğayla ilişkilendiren eserler izlemeye yönelten bir yaklaşım olarak okunabilir. Medeniyetten uzaklaşmanın sonunun mutlaka barbarlıkla bitip bitmediği sorusundan hareketle hayali dünyaların deneyimlenmesi, doğal olarak seyircilerin de hayal gücünde çağrışımlar kurduruyor. Bu soruların izleyicilerde yarattığı karşılıklar ve böylesi bir dünyanın zihinde bulduğu yanıt belki de bir hayali gerçekleştiriyor. Medeni dünya-kaotik dünya ayrımında eski uygarlıklardan devraldığı birikime çağdaş bir yorum getiriyor bienal. Var olan dünyanın bir nevi reddi olan hayali bir dünya oluşturmanın yanı sıra gözleri özel bir şey olmadıkça yolumuzun pek düşmeyeceği “Ankara’nın doğusu”na çeviriyor. ‘Tanrıların Tahtı’ diye nitelenen Nemrut’un gölgesini sırtına alarak unutulan krallığın üzerinde bugün yeniden hayali bir uygarlığın kıyafetini giydiriyor. Bugün Adıyaman sınırları içerisinde yer alan Samosata’da yaşamış ünlü hiciv ustası Lukianos’un fantastik öykülerinden devşirilmiş gibi… Küçük bir mürettebatla aya seyahat öyküsünü anımsatır bir şekilde neredeyse başka gezegenlerin yüzeyine benzeyen adalara bir seyahat sunuyor. Bayrağı, toplu mezarlığı, mutfağı, modası, adaları, kalesi olan bu uygarlık en azından hayallerde bir düşler ülkesi kurma çabasını resmediyor.
Adıyaman’daki bienali ziyaret etmeyi düşünenler için minik birkaç not
Bienal mekânlarına ulaşım, eserlerin önemli bir kısmı tarihi mekânlarda olduğu için Adıyaman ve Kahta merkezden yapılan tarihi turlar aracılığıyla sağlanabiliyor. Adalara gitmek için ise Bienal’in web sitesinde bulunan teknecilerle iletişime geçip uygun bir ücret karşılığında bu turları yapabilirsiniz. Nemrut’a gün doğumunda çıkacaksanız üzerinizde mutlaka kalın bir şey bulundurmanızın faydası var. Kebap çeşitlerinin şöhreti malum fakat kırmızı et sevmeyenler için bölgeye özgü alabalık denenebilir. En önemli şey ise adaların olduğu yerde canınız suya girmek isterse mutlaka yanınızda mayo bulundurmanız.