Ilgın Seymen’in sanatının en çekici ve insana nefes aldıran yönleri arasında kapitalizm, tüketim toplumu ve doğaya verdiğimiz zararın eleştirisini yaparken aynı zamanda kapitalizmin sunduğu cazibeleri de göz ardı etmemesi geliyor. Yarattığımız sürdürülebilirlikten yoksun yaşam koşullarını bize parmağını sallayarak ders veren bir şekilde değil, hem gerçekçi, hem oyuncu bir yerden anlatıyor. Bizi bir taraftan kendisiyle birlikte birtakım komplike gerçeklerle yüzleşmeye, diğer taraftan da birlikte hayal kurmaya davet ediyor. Bu açılardan Seymen’in işlerinin, ve özellikle de Galeri Bosfor’da 18 Haziran’a kadar devam edecek olan solo sergisi “İşsiz Nesneler Canlılığın İzleri“ndeki parçaların queer bir okumaya açık olduğunu düşünüyorum.
Kapitalizm ve tüketim toplumunun ortodoks Marksist eleştirileri genellikle kaptalizmin arzu ve hazla olan girift ilişkisini göz ardı etmiştir. Örneğin kapitalist düzenin herkesi üretim ilişkilerine sokmasıyla geleneksel aile zayıflamış, gençlere, özellikle de genç kadınlara kazanç kapıları açılarak ailelerine bağımlılıkları azalmıştır. Fakat bu durumun yarattığı toplumsal endişeler genç işçi kadınlara yöneltilen, onların tüketim merakını, özellikle de dantel, kurdele gibi süslere ilgilerini cinsel olarak da fazla özgürleşmelerinin, sözde hoppalık ve hafifmeşrepliklerinin bir eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Yani aslında kapitalizmin yarattığı değişimlerin, özellikle de geleneksel aileyi bir üretim birimi olmaktan çıkartmasının faturası sıklıkla çalışan kadınlara, cinsel azınlıklara, cinsiyet normlarına ve saygıdeğerlik kıstaslarına uymadıkları düşünülen göçmenlere ve etnik azınlıklara çıkartılmıştır. Cinsel azınlıklar ve queerlik özelinde de sanki queer altkültürler haz ve tüketime yöneldiği için otomatik olarak kapitalizmin yanında yer alır, en azından kapitalizme dair ciddi bir eleştiri üretemez bir şekilde konuşlandırılmıştır. Kapitalizmin arzu ve hazla girift ilişkisini kabul etmek, arzu ve hazzın sadece kapitalizme hizmet etmediğini, basit bir şekilde tüketim için seferber edilmediklerini, kendi otonom ve gayet meşru varoluşları olduğunu teslim etmekten geçer. Benim de katıldığım birçok queer düşünürün fikri eğer bir devrim ya da özgürleşme yaşanacaksa bunun asla arzu ve hazzı elinin tersiyle iterek olmayacağıdır. Seymen’in işleri de kapitalist tüketim toplumunun düz, indirgemeci bir eleştirisi değil. Tam tersine, tüketim odaklı bir düzenin yarattığı bunca felakete rağmen kolayca vazgeçemediğimiz birtakım hazlarla örülü olduğunu kabul edip bu durumun faturasını bu hazlara düşenlere kesmeyen eserleri tam da bu sebepten queer bir çerçeveye oturuyor.
Ilgın Seymen’in sanatı eleştiri-haz ekseninin bulanıklaştığı, yaşadığımız dünyayı hazdan da vazgeçmeyen küçük müdahalelerle yeniden yaratan bir fabrika adeta. Örneğin Seymen’in Bosfor’da da sergilenen son işlerinde sıklıkla kullandığı parıltılı ojeleri ele alalım. Oje günlük hayatımızda düşünmeden kullandığımız kimyasallardan birisi. Vücudumuza zararlı kimyasallar sürmek istememekle bu parıltılı nesneyi çekici bulmak arasındaki çelişki aslında hayatımızdaki birçok ikilem için bir analoji teşkil ediyor. Seymen’in purist/sadelikçi olmayan duruşu, bize herhangi bir değişim yaratmak, hatta değişimi hayal etmek istiyorsak dahi bunun yolunun dünyaya zarar verebilen şeylerin aynı zamanda bize haz da verebildiğini teslim etmekten, “doğal” dediğimiz şeyi bir fetişe dönüştürerek değil, artık içtiğimiz suda bile plastik olan bir dünyada doğal ve sentetik ikiliğinin varolmadığının kabulünden geçtiğini hatırlatıyor.
Seymen’in oje katmanlarıyla yaptığı müdahaleler aynı zamanda izleyene “değer” meselesini de düşündürtüyor. Kimsenin istemediği, çöp olarak gördüğü, inşaatlardan topladığı moloz parçalarında “değerli taşlar” görüyor Seymen –bunu bize gösterebilmek için onları parıltılı objelere dönüştürmesinin gerekmesi bile değer ve transfer/tercüme arasındaki ilişkiyi ortaya çıkaran bir hamle. Moloz, volkanik kaya ve kristal parçalarından oluşan İşsiz Nesneler isimli işinde Seymen artık işlevlerinden çıkarılmış, dolayısıyla “işsiz” kalmış bu taşları dünyayı dolaşan birer flanör olarak sunuyor bize, hepimizden daha özgür ve ömrü hepimizden uzun bilgeler gibi. Parıltılı ojelere boyanmış bu taşlar insan tarafından üretilmiş her nesne gibi saatlerin, haftaların emeğini gizliyor. Hem sanatçının görünmez emeğine, hem de ojeyi istenmeyen moloz parçalarına sürünce tüketimin sihirli değneği değmişçesine bize çekici gelen kıymetli taşlar yaratıldığına işaret ediyorlar. Bize “değer” dediğimiz şeyin nasıl üretildiğini düşündürürken bunu oyuncu, gülümseten, dünyayı simle yıkamayı arzulatan bir yerden yapıyorlar. Böylece hem değerli/değersiz ve doğal/sentetik ikilikleri yıkılıyor, hem de dünyayı yeniden düşünmenin ciddi, somurtkan, suratsız bir yerden yapılmasının hiç de gerekli olmadığı hatırlatılıyor izleyiciye.
Seymen’in Emerson’dan ilhamla çevresine bir doğa gözlemcisi gibi bakması, fakat bunu yaparken “doğa”ya çevremizde bulunan her şeyi dahil etmesi sonucu Kendine Has Bir Hayat isimli tek kanallı video işinde bu gözlemlere inşaat molozları, çöp ve atıklar, kuş ve kurbağa seslerinin yanında araba sesleri de giriyor. Seymen bu çevreyi yanlış ya da yapay bulmak yerine olduğu gibi kabul ederek bize dayatılan doğal ve yapay kavramlarını (ki bu genellikle iyi/kötü, makbul/istenmeyen eksenine oturan bir ikilik) reddederek gözlemliyor. Videoda bu şehir sesleri eşliğinde Seymen’in evinin civarında keşfettiği moloz atık alanının “yeşil alan yaratmak” amacıyla sprey boyayla yeşile boyadığı halini, ve sonradan molozların arasından filizlenmiş bir fideyi seyrediyoruz. “Yeşil alan yaratmak” kavramının zaten müdahale edilmiş doğaya yeniden müdahale içeren, dolayısıyla “sentetik çarpı 2” diye düşünebileceğimiz yapısına selam gönderen bu iş, Seymen’in diğer eserleri gibi çok samimi ve içten: yeşil alan yaratmaya üstten bir alaycılıkla bakmaktansa hepimizin dahil olduğu bu döngüde kendimize gülmeye bir davet.
Seymen’in bu “doğal” kabul edilmeyen çevreyi doğaymışçasına gözlemleme arzusu 1970’lerde İtalya’da Fiat fabrikasının Marksist gey işçilerinin “çalışma koşullarını” yeniden tanımlamasını andırıyor. Üretim dediğimiz şeyin sadece fabrikada gerçekleşmediği, kapitalizmin işçilerin boş zamanlarında kendilerini tekrar üretmelerinden yararlandığı, ve karşılığı verilmeyen bu emeğin artı değere çok büyük bir katkısı olduğu kabulünden yola çıkan gey Fiat isçileri, “cruising” ve kamusal seks alanlarına gidip oradaki “sosyal yeniden üretme” (social reproduction) koşullarını ellerinde klasörlerle denetliyor, koşullarla ilgili oradaki bireylerle sözlü anketler yapıyorlar. Seymen’in doğal/yapay reddi bu şakacı üretim/sosyal yeniden üretim ikiliğinin reddiyle önemli parallellikler gösteriyor: Bize sunulan özel/kamusal, doğal/yapay, iş yeri/ev gibi sınırların bize bir ihtimal analiz noktasında yardımcı olan kavramlar olsalar da çetrefilli varoluşumuz böyle ikiliklere sığmadığı gibi kavramsal düzlemde de olsa bu ayrılıkların bazı önemli sosyal ilişkileri gizleyebildiğinin altını çiziyorlar.
Seymen’in eserlerindeki oyun, haz ve neşenin rolüne vurgu yaparak bu işlerin gerçekçi bir altyapısı olduğunu atlayalım istemem. Örneğin plastik kozmetik şişe atıklarından oluşan Kozmik Toz isimli tavan yerleştirmesi Seymen’in plastikle kurduğu gerçekçi ilişkiden de besleniyor. Plastik “mutlak” olarak zararlı ve kötü bir malzeme olarak değerlendirilemeyeceği gibi, Seymen plastiğin esnekliği, dayanıklığı ve kolay şekil almasının birçok malzemeye göre çok büyük avantajları olabileceğinin farkında. Daha az dayanıklı ama daha “doğal” kabul edilen malzemelerin üretiminde, ya da ağırlıkları yüzünden transportasyon sürecinde sebep oldukları karbon emisyonu daha fazla olabiliyor. Bu farkındalıkla “plastik kullanmayalım” gibi basit çözümlerdense plastiğin hayatımıza neden kullan-at modeliyle girdiğini sorgulamaya ve bizi “plastiği nasıl kullanalım?”ı sormaya sevkeden bu iş, ismini dünyaya her sene yağan 60 tonluk kozmik tozdan alıyor. Doğa ya da çevre dediğimiz şeyin bu dünyanın izole bir gerçeği olmadığı, hepimizin evrenle sonsuz bir geçişkenlik içinde yaşadığı, hatta dünyaya yağan kozmik tozun planktonları ve dolayısıyla “çevre”yi beslediğini göz önüne alıp “çevre” anlayışımızı iyice genişletmemizi istiyor bizden.
Bu sergiyle Ilgın Seymen özellikle günümüzde aşırı ahlakçı veya dogmatik olma eğilimi güçlü antropozen merkezlilik tartışmalarına çok önemli bir katkıda bulunuyor: “Dans etmeyeceksem bu benim devrimim değildir”e benzer bir “ışıltılı ve neşeli olmayacaksa o benim dönüşümüm değildir.”