Onur Kaymak’ın ilk kişisel sergisi “Gölgemdeki Anı(t)lar” Summart Sanat Merkezi’nde 31 Mayıs’ta sona erdi. Gelip geçici, gündelik ve rastlantısal an ve nesnelere resimleriyle yeni bir hayat ve kimlik kazandıran sanatçı ile an, anı ve anıt kavramlarının yanı sıra tesadüflerin de işlerindeki yerini konuştuk.
Öncelikle sanatla buluşmandan ve Gent-İstanbul arası yaşamının seni nasıl beslediğinden bahseder misin?
Sanatla buluşmam doğduğum şehir Tokat’ta fazla bir yönlendirme olmadan kendiliğinden gelişen bir durum oldu. Kapalı bir toplum ve sıkıcı da aynı zamanda. İlkokul dördüncü sınıfta birine âşık olmuştum, ona kendimi ifade etmekten çok korktuğum için portresini çizmiştim ama hiç veremedim. Bulduğum herşeyi çiziyordum, pantolonlarımı, masamı ve popüler yeşilçam oyuncularını filan. Daha çok da âşık olduğum kişileri sanırım. Çizimle tamamen oyunvari bir şekilde ilgilenmem çok eğlenceli olduğundandı ve diğer yandan da çok küçük yaşlarda babamın elektrikçi dükkanına gitmek zorundaydım ve çok sıkılıyordum orada. Bu sıkıcılıktan kaçmanın ve eğlence yaratmanın en ucuz yolu buydu. Sonra Tokat’ta güzel sanatlar lisesine başladım. Lisede iken babaannem felçli idi, kıpırdamadan saatlerce beklediği için babaannemi sürekli canlı model olarak çizerdim. Bir gün kendisini çizerken babaannem ölmüş ve anlamamışım, çalışmamı hâlâ devam ettirmiştim. Sonra o resmi oturma odasına asmıştım, gelen herkes görmek istediği için. Sanatla hiç alakası olmayan insanlar bile onu görmek istiyordu. Taziye evi âdeta bir sergi alanına dönüştü. Sonra bunun üzerine düşündüm, bunun ölen birine hoşçakal demenin en eşsiz ve güzel şekli olduğunu anladım. Bu özel an, aslında bugün hâlâ çizim yapmama sebep olan bir andır. Bugün ilgilendiğim konuların da bir yandan alt yapısını oluşturuyor. Gözümüzün önünden kayıp giden nesnelerin ve mekânların kayıtlarını tutmak, ve çizimin benim için yok olanın arkasından tutulan bir yas aracına dönüşmesi…
Ciddi anlamda galeriler görmem Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesinde okumak için İstanbul’a taşındığımda oldu. Okula kabul olmadan aslında sanatçı Metin Çelik’in atölyesinde asistanlık yapmaya başladım. Benim için çok önemli bir deneyimdi profesyonel bir sanatçının çalışma sürecini görmek. Sonra da zaten iyi arkadaş olduk. Desteklerini hiç esirgememiştir. Sonrasında da Çek’te iki yıl, biraz da Fransa’da kaldığım süreçte çok galeri gezip müze görme şansım oldu. Son dört beş yıldır Belçika’dayım. Gent-İstanbul arası bir yaşama sahip olmak tabii ki bir şans ve zenginlik benim için. Gent’te yaşamak beni çok geliştiriyor. Sürekli farklı müzeleri ve galerileri gezme fırsatım var. Buradaki şehir müzesinde, Rubens, Brughel kardeşler, Magritte, Bosch ve birçok diğer sanatçıların orijinal eserlerine ulaşabiliyorum. Bunun nasıl bir zenginlik olduğunun farkındayım. Öbür yandan İstanbul’un sanat ortamı da ciddi bir harekete sahip ve iki ülke arasındaki üretim dinamiklerini gözlemleme şansım oluyor. Bu anlamda çok ciddi kültürel ve üretim farklıkları var.
Serginin ismindeki anı/anıt kavramına değinmek isterim. Her an değişebilir, akışkan, kırılgan anları sabitleyip bir anıta çeviriyorsun tüm resimlerinde. Anının anıta dönüşmesi senin düşünce dünyanda neye tekabül ediyor?
Anının anıta dönüşme hikâyesi, son dönem üretimlerimin ana konseptini oluşturdu. Anı diyorum çünkü çalışmalarımda gördüğünüz imgelerin hepsi kişisel an(ı)larımın birer yansıması olarak varlar. Geçmiş bir şekilde bazı görsellerle zihnimizin içinde kendini var ediyor. Ama bu görseller bölük pörçük orada ve bunun ötesinde geçmişin anı olarak bizdeki güçlülüğü o görsellerin toplamından geriye kalan tortuların hissi. Bu hislerle hep meşgul olmayız ama zaman zaman kendilerini şimdiki anda ortaya çıkarıyorlar. Bunun bir matematiği olduğunu düşünmüyorum ve çok da kişisel bir durum. Bende daha çok objeler ve mekânlar üzerinden kendini gün yüzüne çıkarıyor. Tam tanımlayamadığım bir geçmişle şimdiyi aynı vücutta buluşturma süreci haline geliyor. Bunu da imgelerini ürettiğim çizimler üzerinden gerçekleştiriyorum. Anıt meselesine değinmek gerekirse, bu hem doğal gelişen bir süreç ama aynı zamanda da ufaktan ufağa kazısını yapmak istediğim bir konuydu. Anı ile anıt arasındaki mesafe bir kelimelik olsa bile bizde bıraktığı görsel algi çok daha kontrast içeriyor. Ânın küçük anıtın büyüklüğü üzerine bu kontrast. Biraz bunun zıttına doğru bir yolculuk serüveni başlattım bu sergi özelinde. Küçük, değersiz, güçsüz, dermanı kalmamış yapıları, bazen de steril, geometrik ama kırılgan formaları birer anıt olarak sunmayı denedim. Bu tezatlık, bir kelime ve görsel oyun olmakla beraber, özde neyin imge olmayı hakkettiğini kişisel penceremden sorguladığım bir üretim süreci oldu. Tıpkı devletlerin, kimlerin insan muamelesi görmesini sorguladığı gibi. Kimler görünür kılınıyor, kimlerin hatıraları yaşatılıyor. Tabii, Zeynep Sayın’ın Ölüm Terbiyesi kitabı bunları çok güzel açıklıyor.
Eserlerinde fotoğraf sanatının da önemli bir yeri var. Çektiğin fotoğraflardaki senaryoları resimlerine baz alıyorsun ama hiperrealizmde olduğu gibi birebir bir aktarmayla değil. Üretimindeki fotoğraf-resim ilişkisinden biraz bahsedebilir misin?
Evet, aslında çalışmalarımı üretirken fotoğraftan yararlanmak bana çok pratiklik sağlıyor. Fotoğraf çekmenin de kendi içinde çok farklı bir dinamiği var. Belki şunun altını çizmek iyi olabilir, bu fotoğrafların sanatsal hiç bir değeri yok ve düşük çözünürlükte imgelerden oluşuyorlar çoğu zaman. Bir ânı, mekânı veya objeyi unutmamak için çok kolaylık sağlıyorlar bana. Özellikle düşük çözünürlükte olmaları aslında bu sürecin de bir parçası haline geliyor. Bu sayede elektronik cihazlarda muhafaza etmek ve onlara çok çabuk ulaşmak da mümkün oluyor. Hito Steyerl In Defense Of Poor Image adlı makalesinde kötü çözünürlükteki fotoğrafların kaderlerini ve onların yarattığı etkiyi çok iyi açıklıyor. Makale, düşük çözünürlüklü görüntüleri görsel kültürü demokratikleştiren, marjinalleştirilmiş tarihleri koruyan ve medya üretimindeki geleneksel güç yapılarını alt üst eden önemli bir kültürel olgu olarak konumlandırıyor. Düşük kalitelerine rağmen düşük çözünürlüklü görseller erişilebilirlik, dağıtım ve siyasi ve kültürel direniş potansiyeli açısından büyük değer taşıyorlar. Son dönemdeki çalışmalarım nazarında, fotoğraf bir beceri unsurunu değil kavramsal bir durumu teşkil ediyor. İmgesini oluşturduğum nesneler ve mekânlar aslında öyle çok da güzel ve iç açıcı yapılardan oluşmuyor. Çalışmalarımda fotografik bir etkinin görünmesi aslında zaten kaderleri çirkinliğe itilmiş olan yapıları izlenebilir hale getiriyor.
Resimlerde sokaklarda rastladığın nesnelerle kurguladıkların gündelik hayattan sade, mütevazi sekansları andırıyor. Ama onları işlevselliğinden koparıp anıtlaştırman sonucu örtük bir hal, bir gizem unsuru da taşıyorlar. Senin bu nesnelerle kurduğun ilişkiyi ve rastlantısallığın senin için anlamını merak ediyorum.
Bu güzel soru için teşekkür ederim. Aslında kendimi tam olarak konumlandıracağım bir yeri teşkil ettin. Çizdiğim objelerin birçoğu vaktiyle bir işlevselliği olan nesneler ve bir zaman gelince de kendilerini atıl bir vaziyette buluyorlar. Kaderleri kaybolmanın ve yok olmanın eşiğine yaklaşıyor. Onları o hallerinden alıp kurtarmak ve başka bir statüye yükseltmek çizim yapma isteğimin bir parçası ve beraberinde tam da bu süreçte sanırım kendime, yani içe doğru döndüğüm bir zemin ortaya çıkıyor. Senin gizem unsuru taşıyor dediğin nokta bence burası. Aslında nefes aldığım bir boşluk da diyebilirim bunun için. Öte yandan burada ben de ne aradığımı tam bilmiyorum, füzenin o tozumsu yapısında gelişen arayış âdeta bir sis bulutunun içerisinde varılmak istenen yerin arayışı gibi. Nereye varacağımı bilmeme hali aslında itekleyici bir güç çünkü bir yandan merak ediyor insan. Çizim bitene kadar bir gerginlik de oluyor. Başlangıçta elbette küçük bir imge oluyor kafamda ama iş bittiğinden genelde raslantılar sonucu farklı bir şey çıkıyor ortaya. Raslantısallık farklı boyutlarda kendini var ediyor benim sürecim içerisinde. İlki daha çalışmanın hazırlık aşamasında ihtiyaç duyduğum bir şey, genelde bir obje, bir mekân arayışı içinde oluyorum. Çizmek isteceğim yapılara rastlamak arzusuyla uzun ve avare yürüyüşler yapıyorum. Fotoğraflar çekiyorum. Notlar alıyorum. Skeçler yapıyorum. O rastlantısallığı bir bağlama oturtmaya çalışıyorum. Diğer raslantısallık da nesnelerin orada zaten birer raslantı eseri var olması. Kırılmış olabilirler, bir rüzgâr onları oraya getirmiş olabilir ve kendi geleceklerinin de ne olacağı belli değil bir yandan. İşlevsellikleri bitince yazgıları tamamen raslantısallığa emanet edilen bu yapıları son bir dokunuşla, yani imgelerini üreterek bir personaya yükseltmeye çalışıyorum.
İzleyicinin baktığı yere göre işlerin çok farklı çağrışımlar yapıyor. Bazen mizahi, bazen hüzünlüler, bazen malzemeyle bütünleşme isteği uyandırıyor, bazen huzursuzluk yaratıyorlar. Bu kırılgan ve ölü gibi görünen nesneler âdeta yeni bir yaşam, bir canlılık kazanıyor. Sen bu senaryoları kurgularken seyirciye nasıl bir perspektif aktarmak istiyorsun?
Süreç içerisinde benim de kimi zaman üzerinde durduğum bir soru bu. Senin bahsettiğin özellikleri de bünyesinde taşıyabilecek olan ana özellik, sanırım eserlerimle karşılaşan insanlara çizimlerini oluşturduğum imgelerin özne olabilme ihtimalini düşündürmek. Beni meşgul eden kısım burası diye düşünüyorum. İnsan olmayan varlıkların personasına ulaşmak ve izleyiciye de bunu hissettirmek istiyorum. Benim şahit olduğum manzarayı aslında başkalarına da gösterme isteğinden de doğuyor bu durum tabii ki. Olur ya bazen, aniden hareket eden birşey görürüz ve yanımızdakine de göstermek isteriz ama çok geçtir artık, o göstermek istediğimiz an yok olur gider ve bir tamamlanamamışlık hissi olur içimizde, bir tatminsizlik ve kabullememe hali. Şahit olduğun ânın duygusunun tıpa tıpını yanındakine de deneyimletmek istemişsindir. Bu çok bilinç dışı ve içgüdüsel olarak ortaya çıkıyor sanırım. Biraz çocuksu da bir duygu olabilir. Diğer birçok şeyde de bu durum oluyor aslında. Güzel bir yemek yesem, sevdiğim insanların da mutlaka bunu denemesi gerektiğini düşünüyorum. Ya da güzel bir konserde olsam, bütün sevdiklerimin de mutlaka onu görmesini isterim. Bilmem, belki de biraz bencilce bir durumdur bu. Sanırım bir noktada altan alta, izleyenlere önerim, halihazırda bize verilmiş olan anıtların dışından bize, gözlerimize ve kendi kişisel doğamıza uygun anıtlar yaratmak. Anıt derken bunu tabii kendi işlerimin bağlamında söylüyorum. Sanırım gücün bize dayatmasıyla sahiplendiğimizi anıtları kenara bırakıp gözlerimizi özgürleştirerek kendi imgelerimizi yaratmamız gerekiyor. Belki toplum ve birey olarak küflenmiş yapıların dışında otantik bir şeyler aramamız gerekiyor. Benim çalışmalarım, bunun kendimce bir denemesi aslında.
Füzen tekniğini ve siyah-beyazı tercih etmenin nedeni nedir? Nesneleri belli bir zamansallıktan koparmak ya da gölgeleri vurgulamak mı?
Aslında siyah-beyaz tercihimden önce füzeni tercih ettim diyebilirim. Haliyle böylece siyah ve beyazı seçmiş oluyorum. Biraz garip bir cümle gibi görülebilir bu. Renk veya siyah-beyaz düşüncesinden öte, füzenin renkten bağımsız kendi doğası önceliklerimi belirledi. Füzenin tozumsuluğu ve haliyle o uçucu olma özelliği bu malzemeye yaklaştırdı beni. Füzen de siyah olduğu için bir şekilde siyah-beyaz dünyasının içinde buldum kendimi. Tabii ki benzer yapıda renkli malzemeler var ama içlerinde kimyasal karışımlar var ve hiçbir zaman füzenin o basitliğine ulaşamıyorlar. Bu dediğim gibi basit bir malzeme tercihi değil, işlerin kavramsal çerçevesini de oluşturmaya iten bir seçim oldu. Neticesinde doğal bir malzeme ve bir sistemi yok. Her yeni çizim için yeni bir huya ve karaktere bürünüyor ve bunu çözmem de zaman alıyor ve çözemiyorsun çoğu zaman. Beklenmedik anda kırılıyor, çizimin bitmiş bir alanı parmak değse bozuluyor, aslında parmaklarının arasında bir düşman seni her an tuzağa düşürmek için bekliyor gibi hissetiriyor füzen. Bu da bir inatlaşma hali getiriyor bana diyebilirim.
Siyah-beyazı tercih etmemin sebebi şu: Aslında çizimlerini yaptığım nesnelerin ve mekânların beni renklerinden ziyade formları ilgilendiriyor. Vurgulamak istediğim renkten öte nesnelerin ve mekânların oradalıkları, etraflarında ve içlerinde olabilme halimiz veya ihtimalimiz. Çoğu zaman çizdiğim yapıların ağırlıklarını bedenimde hissediyorum. Çünkü geçmişten bir âna dokunuyorlar. Tanımlayabildiğim bir geçmiş değil bu. Haliyle senin de söylediğin gibi bu yöntemle onu daha nötr bir hale getirip içinde bulunduğu zamandan çekip alıp saf form olarak orada olmasını sağlıyorum.