Raziye Kubat, şehir hayatından kırsala doğru uzanan bir dönüşüm sürecini değerlendiriyor ve bu süreçte sanatını yeniden şekillendiriyor. Malatya’da, çocukluğunun geçtiği dağ köyüne yaptığı yolculuk hem geçmişle yüzleşme hem de doğanın sert gerçekliklerini keşfetme imkânı sunuyor. Bu deneyim, sanatçının malzeme ve mekânla olan ilişkisini derinleştirirken, üretim sürecine farklı bir boyut kazandırıyor.
Sanatçının, taş, kum ve ahşap gibi doğal malzemelere yönelmesi, üretiminde bir tür diyalog yaratıyor gibi görünüyor. Kubat, Merdiven Art Space’te gerçekleşen “Taş Kafa-Zaman Yolcusu” sergisinde eski aile evlerinin kapı ve pencereleri üzerinden geçmişle bir bağ kurmayı denerken, doğadan topladığı taş ve kumlarla da hem kendi hikâyesini hem de malzemenin potansiyelini sorguluyor. Bu süreçte, doğaya romantik bir idealizasyonla değil, onun sertliği ve gerçekliğiyle yaklaşmayı tercih ediyor.
Bağımsız bir sanatçı olarak şehirde yaşadığınız zorlukların ardından 40 küsür yıl sonra, memleketiniz Malatya’ya döndüğünüzde yaşadığınız en büyük yüzleşme neydi?
Aslında Malatya’ya dönmedik, ama dağ köyüne gittik. Şehirle arası üç saate yakın, 1800 rakım, 12 yaşına kadar yazları giderdik. Çok yönlü hikâyeler var, ama benim zihnim artık ayrıştırıyor. İlk selamlaşma toprak hikâyesi, taşı sonradan geliyor. Sıradan memleket hikâyesi; yıllarca kullandıkları ve sahipleri artık dönmez deyip iyice sahiplendikleri yerlerin sahipleri dönüyor. Düzenleri bozuluyor.
Pandemiden sonra “ev” inşası fikri bizi oralara taşıdı. Verilenlerin veya el konulanların tekrar alımı kolay değilmiş. Yani kucaklanmadık ama pes de etmedik, bu süreçte de epey hırpalandık. Ama evi yaptık, başardık. Bağımsız sanatçı, daha önce de yazdığım gibi kiracıysa ve benim gibi yıllarca gidilecek dağının olduğu duygusuyla yaşamışsa; kriz kapıdaysa dağların çağrısına kulak verir. İlk kucaklayan beni dağlar taşlardı. Şu an İstanbul’da da atölye problemini çözdüm, ailenin küçük bahçe katını işgal ettim, genel tadilat vs. Yani 35 yıllık kiracılığı sonlandırdım. Barınma derdi dünya derdi, bitmez.
Sergide yer alan eski ahşap kapı ve pencerelerin hikâyesi nedir? Onlarla kurduğunuz bağı biraz anlatır mısınız?
Dağda büyük ailenin ortak iki taş evi vardı. Biri çocukluğumdan hatırlıyorum, daha tam yıkılmamıştı. İnce ahşap işliği olan bir konaktı. Erzincan depreminde, rivayete göre önünden geçen su yoluna eğilmiş, sonra da başını kaldırmış ama yıkılmamış. Hasardan korkan ev halkı yolun karşısına bir ev daha yaptırmış. Yazlıkmış önceleri, sonra tamamen oraya taşınmışlar korkudan. Ama geçmişe hürmet hep sözde var, eylemde yok. Eski evi yıkıma terk etmişler, sonra da taşı çalınmış, ince işlemeli ağaç işçilikleri, en sonunda komşu toprağından evi genişletirken üç metreyi çalmış. Biz oraya tekrar ev yaparken taş da toprak da yoktu. Dağdan taş toprak taşıdık temel için. Diğer ev hâlâ ayaktayken yine bakımsız kalmış. Zorda kalanların geçici mekânı olmuş yıllarca. Oranın da ince işçiliği olmasa da her şeyi çalınmış, dış kapı ve iki tane iç oda kapısı ve birkaç pencere duruyordu. Son depremde de epey zarar gördü ama hâlâ ayakta kendince. Kalanları da ben aldım ve bakımını yaptım. Evden de biraz özür niteliğindedir.
Sergide farklı taşlar üzerinde çalıştığınız görülüyor. Bu taşlara yaptığınız müdahaleler sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?
Müdahale olan taşlar müdahaleye izin veren taşlar. Şu da bir gerçek, heykeltıraş olmadığım için… Mini taş oyma setim vardı, kendim öğrendim, bir de büyük hareketler istemedim. İzin veren taş dokuları bana yetti.
Sergide ayrıca tuval üzeri kum kaplamayla yaptığınız işler dikkat çekiyor. Bu teknikle çalışmak nasıldı, kum sizce kullanım zorluğu açısından nasıl bir malzeme?
Evet, en büyük sürprizi kumlar yaptı bana. Onlar da bana hediye gibi sanki. Atölyeyi nihayet kurup çalışmaya başladığımda, epey bir teknik mücadele zamanı geçti. Sonra bir gün kumca yurt denilen dere yatağında yürüyordum, dere de kurumuştu, avuçladım ve torbama doldurdum. Ama teknik olarak çalışması zor olan bir maddeyi taşıdığımdan habersizdim. Bildiğim ezber yöntemlerin hepsini bırakmak zorunda kaldım. Hatta sonra fark ettim ki renkleri de bırakmışım, sayılı bir renk skalası kullanıyorum.
Sergi metninde büyük şehirden sıkılıp kırsala yönelen romantik imgelerden uzak durduğunuz vurgulanıyor. Ancak doğaya dönüş temasındaki romantizm, sanat söz konusu olduğunda nasıl aşılabilir?
Belki bu son dört yıllık süreçteki üretimlerime kavramsal anlamda vakıf olsaydım üretemezdim. Çoğu vakit, süreçte olma hâli, tuhaf bir iz sürümde oluyorsunuz. Belki de ilk zamanlardaki inşaat ırgatlığının ve çevresel koşulların sertliği beni daha başka, başka hâllere sürüklemiştir, bilemiyorum. Romantizmin açımlanması lazım belki ve kullanılan malzemedeki tavır, sevgili Mahmut Wenda Koyuncu’nun işleri bu yönde okumasına vesile olmuş olabilir. Romantizmi aşmamız gerektiğini de düşünmüyorum, tanımlanma ve yorum mevzusu bahis konusu. Ama romantizm terim olarak hatırladığım kadarıyla; ilk anda zihinde idealize etmek, ideali oldurmak ve “mış gibi yapmak” galiba. Belki bu çalışmalarda benim hâllerim, onları da unutuş hâlleri, bilemedim.