Connect with us

Ne arıyorsun?

Argonotlar

Eleştiri

Küçük dağlar: Devrim belgeseli üzerine

Sanatçının 60 yıllık kariyerinin dönüm noktalarını kendisinden dinlediğimiz, Netflix’te izlenebilecek Devrim Erbil belgeseli ne anlatıyor?

Devrim Erbil

Devrim Erbil’in Devrim Erbil’i anlattığı Devrim belgeselini izlediğim andan beri kafamı terk etmeyen bir ses var. Bu ses vicdanımın veya üzerimde hissettiğim bir çeşit sorumluluğun sesi değil. Ses Devrim Erbil’e ait. “Evet” diyor Devrim Hoca “Küçük dağları da ben yarattım!”

Yazıya başlamadan önce belgeseli eleştirmek için iki farklı yol izlenebileceğini düşündüm. Birinci yol Devrim’i başka belgesellerle karşılaştırarak neleri yanlış yaptığını görmek olabilir; Stanislaw Szukalski, Marina Abramovic, Kurt Cobain, Amy Winehouse gibi sanatçıların hayatlarının tamamını ya da bir parçasını ele alan belgeseller üzerinden Devrim’in verdiği kararlar tartışılabilirdi. Hatta yelpaze genişletilip Fatih Terim, Michael Jordan, Ayrton Senna gibi rekabetçi spor figürlerine dair belgeseller de önemli örnekler olarak alınabilirdi. Ancak bu yolun, örnekleri doğru seçmeyi gerektirdiğini ve Devrim’i yalnızca bir belgesel olarak ele alma ihtimalini doğurduğunu fark ettim. Bu durum belgeselin söylediği söze değil, söyleniş şekline odaklanmakla sonuçlanabilirdi. Ayrıca bu yolu tercih ederek yazılacak bir eleştirinin belgesel ve sinema konusunda yetkin yazarlara bırakılması gerektiği kanısındayım. Tercih ettiğim ikinci yolda Devrim Erbil’in bir saati aşkın sürede kendini anlatmasına imkân sağlıyorum. Erbil ile kurgunun bize sağladığı imkânları kullanarak farklı mekânlara seyahat ediyoruz, farklı insanlarla konuşabiliyoruz. İpler tamamen Erbil’in elinde. Bu fırsatı nasıl kullandığı ise tartışmaya açık.

Devrim, ilk önce kaçınılmaz olarak ismiyle dikkat çekiyor. Kişinin hayatının anlatıldığı belgesellerde isim veya soyisimden yalnızca birinin kullanılması aşina olmadığımız bir şey değil. Yukarıda ismini geçirdiğim örneklerde Amy, Terim ve Senna bu şekilde adlandırılmış. Ancak bu örneklerin hiçbirinde belgeselin ismi yanıltıcı olabilecek ve belgeselin öznesinden önce, onlarca farklı çağrışım yapabilecek şekilde seçilmemiş. Daha belgeseli izlemeye başlamadan yadırgadığım bu tercihin sebebini ise yaklaşık 15 dakika içerisinde anlayabildim. Devrim Erbil belgeselin ilk sahnesinde karşımıza çıkıyor, yaklaşık 75 dakika boyunca istisnai birkaç an haricinde etrafında kimseyle görünmüyor. Balıkesir’de başlayan öğrencilik hayatına sanatçının tek başına eski okulunu gezmesiyle şahit olmaya başlıyoruz. Erbil, kendi ağzından o dönemki hocaları tarafından ne denli ilgiyle izlendiğini anlatıyor. Hangi sınıfta okuduğunu hatırlamakta zorluk çektiği bu yapıda bulunmasının tek bir amaca hizmet ettiğini tam da bu sayede anlıyoruz: Erbil’in küçük yaşlarından itibaren yeteneğiyle dikkat çeken biri olduğunu öğrenmek. Takip eden sahnelerde sanatçıyı öğrencilik ve hocalık yaptığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde anılarını anlatırken görüyoruz. Ancak çevresinde ne bir öğrenci görmek mümkün ne de bir akademisyen. Yapayalnız turladığı üniversitenin koridorlarında sanatçının mavi ekoseli ceketi dikkatimi çekiyor. Şaşırıyorum ama yadırgamıyorum. Böylesine önemli ve devrim yaratan bir sanatçı “winner ceketi” giymeyecekti de ne giyecekti? Erbil uzun yıllar çalıştığı üniversiteyi bir tapınak olarak tanımlıyor. Yaratıcılığın ve sanatın tapınağı. Aynı tanımlamayı daha sonra İstanbul Modern’de kendi resminin önünde durduğu esnada bu kurum için de kullanıyor. Erbil, kurumlar arasındaki bağlantıyı bizzat kendisi üzerinden kuruyor. Bu bölümde kurumların Erbil için ne kadar önemli olduğunu dinlediğimiz kadar, Erbil’in de bu kurumlar için ne kadar önemli olduğunu kendi ağzından duyuyoruz. Akıllıca bir yöntem ile üç ayaklı bir övgüye şahit oluyoruz: 1) Sanat mabetlerde yer alacak kadar önemlidir. 2) Akademi ve İstanbul Modern bu mabetlerdir. 3) Devrim Erbil bu mabetlerdeki en önemli figürlerdendir.

Belgeselin bölümlerini ayırma işlevi gördüğünü düşündüğüm, belirli aralıklarla ekranda beliren başlıkları ve Devrim Erbil aforizmalarını dikkat çekici buluyorum. Didaktik ve varlık sebebini anlayamadığım bu başlıklar, Erbil ve izleyici arasında olabilecek en hiyerarşik hoca-öğrenci ilişkisini tesis ediyor. İzleyici, sanatçının engin birikiminden bahşettiklerini öğrenmekle yükümlü. Erbil’in sanatçı olmak hakkında söyledikleri bu tavrı tescilliyor. Herkesin ressam olabileceğini söyleyen sanatçının, ressam kelimesini sanatçı kelimesiyle eş anlamlı kullandığını tahmin ediyorum. Umut veren bu cümleyi takiben sanatta üslubun en önemli şey olduğunu ve sanat eğitimi olmaksızın üslubun keşfinin tesadüf olacağını söylüyor. Belgeselin ismi konusunda yaşadığım kafa karışıklığı tamamen yok oluyor.

Devrim Erbil’i belgesel boyunca her ne kadar fanilerin arasında görememiş olsak da birkaç kısa sahnede sanatçının asistanlarını da görebiliyoruz. Biri hariç ismini bilemediğimiz bu asistanların kim olduklarını bilemediğimiz gibi, çoğu zaman yüzlerini bile göremiyoruz. Sadece asistanlık yaptıkları kişiye sundukları emekleriyle bu belgesele dahil edilen ve bu emekle tanımlanan bu genç sanatçıların belgeselde gerçekten yer almak isteyip istemediklerini bilmek isterdim. Gelir sağlamak için ya da mesleki olarak kendilerini ilerletme amacıyla Erbil’in stüdyosunda çalışan bu sanatçıların belgeselde yer almak istememe şanslarının onlara tanınmış olacağını umuyorum. Asistanların bu belgesel için başka bir önemi var: 73 dakika süren belgeselde sesini duyabildiğimiz tek kadın da Erbil’in yanında çalışan asistanlarından biri. İsmini bilemediğimiz bu kişi haricinde belgesele konuk olan, yorum yapan ya da Erbil’in kariyerinde rol alan başka bir kadın görmüyoruz. Birkaç defa bahsi geçen eski eşlerinin de isimleri anılmıyor. Devrim Erbil hakkında konuşabilecek kadın sanat tarihçi ya da sanatçıyı tanıyan başka kadın sanatçı dostları hiç yok mudur? En basitinden sanat tapınağı olarak tanımlanan Mimar Sinan Üniversitesindeki kadın akademisyenler veya İstanbul Modern’deki kadın küratörlerle konuşulamaz mıymış? Öznesini yüceltmek haricinde herhangi bir hassasiyeti olmayan bu belgesele dair kaçınılmaz olarak şu soruyu soruyorum: Kimdir bu ekose ceketli özne?

Yaklaşık beş dakikalık konuşmasıyla belgeselin kapanışını yapan Fahrettin Altun’un varlığı taşları yerine oturtuyor. Altun’un konu hakkında yetkinliğini kendisinin araştırma külliyatına daha hâkim kişilerin değerlendirmesine bırakıyorum. Asıl görülmesi gereken şeyin Altun ile Erbil arasındaki bağlantı olduğunu düşünüyorum. Bürokratik konumu gereği Altun, 20 yılı aşan bir politik geçmişi yanında taşıyarak belgeseldeki yerini alıyor. Erbil ise kendisini dış dünyadan ve diğer bütün sanat aktörlerinden izole etmiş biçimde belgesel boyunca başrolü üstleniyor. Öte yandan bu izolasyonun yapaylığı inkâr edilemeyecek derecede bariz. Belgeselde inşa edilmeye çalışılan çevresinden yalıtılmış sanat tarihi anlatısında ne bir akademisyen ne sanatçı ne de vatandaş olarak son 60 yılın politik dönüşümlerinin Erbil üzerindeki etkilerini nedense göremiyoruz. Bu noktada Altun’un 2018 yılında Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı görevine getirilmesinden bir yıl sonra Erbil’in Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne layık görüldüğünü hatırlatmak faydalı olabilir.

Altun ve Erbil ortaklığının doğurduğu bir diğer soru da bu belgeselde kimin diğerinden daha önce bulunduğu. Evet, belgesel Devrim Erbil etrafında şekilleniyor. Ancak bu, belgeselin Erbil için çekildiği izlenimini vermek için yeterli değil. Zira belgeselin kapanışını yapan Altun, sanatçıdan bağımsız olarak siyasi kimliğini saklamadan izleyiciye sunuyor. Devrim ile alakalı en büyük yanıtsız soru, bu belgesel Devrim Erbil hakkında çekildiği için mi Fahrettin Altun yorumlarıyla boy gösterdi, yoksa Fahrettin Altun yorumlarıyla boy gösterebilsin diye mi Devrim Erbil belgeseli çekildi?

İlginizi Çekebilir

Söyleşi

Civan Özkanoğlu ile .artSümer'de gerçekleşen ilk kişisel sergisi "Hepimiz Biliyoruz"u konuştuk.

Duyurular

Argonotlar Almanak 2024'ün basılı olarak yayımlanması için başlattığımız destek kampanyasının detayları bağlantıda!

Söyleşi

Uluslararası Sinop Bienali’nin yaratıcı sürecinin merkezinde yer alan Hal kolektif’le, şehirle kurduğu bağlar ve katılımcı bir yaklaşımla gerçekleştirdiği projeler üzerine konuştuk.

Söyleşi

Diclekent’teki yeni mekânları vesilesiyle Merkezkaç Sanat Kolektifi’nden Uğur Orhan’la konuştuk.