Aslı Özdoyuran’ın 6 Ocak’ta İMÇ 5533’te açılan kişisel sergisi “Kulaç”, sanatçının 1974-79 yılları arasında millî yüzücü olan annesi Yeşim Turan’ın yüzme pratiğini belgelemek amacıyla dedesi Abdurrahman Turan tarafından derlenen arşivden yola çıkıyor. Serginin fotoğraflarını gördüğümde, kendi geçmişimde yoğun bir alan kaplayan yüzme sporu üzerine sergi aracılığıyla düşünmek ve o dönem değerlendirmekte zorlandığım detaylara dönmek istedim. Bu yazı, Aslı’nın sergisinin açtığı kanaldan ulaştığım anılara ve bu anıların beni götürdüğü toplumsal çıkarımlara odaklanıyor.
Çocukken su korkumu yenebilmem için ilkokulda bir yaz boyunca gönderildiğim İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü’ndeki yüzme kurslarından Arnavutluk’un Tiran şehrinde “ülkemizi temsilen” millî takımla yarışlara katılmam arasında geçen zamanda yüzme, hayatımın çok büyük bir parçası, neredeyse tamamı oldu. Sabah 5:30’da başlayan antrenmanın ardından okula gider, okulda dikkat çekecek kadar büyük bir kahvaltı ederdim. Okul sonrası 16:30’da başlayan ve en az iki saat süren antrenmana yetişir, eve dönüp sağlam bir akşam yemeği yer, hızlıca ödevlerimi yapar ve saat 10 olmadan uyuyakalırdım. Yılda yalnızca iki hafta tatilimiz olurdu. Bu tempoyu mümkün kılan en önemli faktör, babamın büyük bir özveriyle sabah beşte benimle uyanıp beni gün boyu oradan oraya götürmesi ve bir yandan da devam etmekte zorlandığım her an beni motive etmesi olmuştu. Dolayısıyla Aslı’nın sergisinin çıkış noktası olan arşivin, yüzücü olan annesinin babası tarafından derlenmiş olmasına hiç şaşırmadım. Arşivden uyarlanan ve serginin girişinde yer alan fanzinlerde havuzdan karelerin yanı sıra bir kahvaltı sahnesinin yer almasına da.
Hayatın, yarış tarihleri etrafında şekillendiği bir dünyaya girmiştim. Yediğim yemekten, uyku saatlerime, gündelik yaşamımın tüm detayları yüzmede en iyi şekilde performans gösterebilmem için özel olarak düşünülüyordu. Yüzmenin bireysel bir spor olmasının getirdiği ağır psikolojik yükle baş etmek ise her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Türkiye’deki eğitim sistemi ise ne yazık ki bu tür bir spor dalında mücadele eden sporcuları destekleyecek nitelikte değil. Millî takım seçmeleriyle Lise Giriş Sınavları’nın aynı yıla denk gelmesiyle birlikte bu denkleme dahil olan dershane ve test mesaileri ise hayatı 14 yaşındaki bir çocuğa zindan etmek için birebirdi. O yıl millî takıma seçildim, fakat seçmelerin sonrasında yoğunlaşan dershane gündemi dolayısıyla antrenmanları aksatmaya başladım ve millî takımla katıldığımız yarışlarda benden beklenen performansı gösteremedim.
Türkiye’nin dört bir yanından büyük şehirlerde düzenlenen yarışlara gelip mücadele eden rakiplerimle aynı takımın bir parçası olmak ve bayrak yarışlarında onlarla beraber yüzmek perspektifimi olumlu anlamda değiştirmişti. Odamın duvarlarında beraber katıldığımız bir önceki yarışı kaç dakika, saniye ve salisede tamamladığına dair notların olduğu post-it’lerde isimleri yazan azılı rakiplerim, artık beraber mücadele ettiğim arkadaşlarım olmuştu. Fakat millî takımla katıldığımız yarışlar, Türkiye’nin bu tür bir sporla ilişkisine dair önemli gerçekleri göz önüne sererek büyük bir hayal kırıklığı da yaratmıştı. Farklı ülkelerden yarışlara katılan yüzücülerin bir örnek mayoları, havluları, sporcu psikologları ve masörleri varken bizlere takımı temsilen üzerinde Türkiye bayrağı yer alması beklenen bir bone bile verilmemişti -yetiştirememişler. Türkiye’nin en iyileri olarak katıldığımız uluslararası müsabakalarda kayda değer bir başarı elde edemememiz ise, bu yarışlardan bir hayli moralsiz geri dönmemize sebep oluyordu.
Millî takımın, yüzme kariyerim boyunca lisanslı sporcusu olduğum Enka Spor Kulübü’nün katkılarının yanına bile yaklaşacak bütçesi olmamasının trajikliğini şimdi daha iyi idrak ediyorum. Tıpkı kültür sanat alanında olduğu gibi, sporda da bireysel yatırımlar önemli bir rol oynuyor ve devlet yüzme gibi önemsemediği spor dallarına hiçbir yatırım yapmıyor. Sergideki fanzinde yer alan, 1975 yılına tarihlenen ve Süleyman Demirel tarafından kaleme alınmış görünen tebrik telgrafı ise, deneyimlediğim dönemden yaklaşık 30 yıl önce durumun daha farklı işlemiş olabileceğine işaret ediyor. Yine arşivde yer alan “yarının yıldızları”, “altın kulaçlar”, “rekor makinaları” gibi manşetlerden dem vuran sergi metni, basının o dönem yüzme alanında başarılı olmuş sporculara yer verdiğini gösteriyor. Kendi arşivimde yer alan tek basın yansıması ise “Havuzda dokuz Türkiye rekoru” başlıklı, o gün kırılan rekorları raporlayan oldukça kuru bir haber.
Aslı Özdoyuran, Dizler Karna Doğru, 2023Aslı Özdoyuran, Dinlenen Fleksör Kası, 2023
Millî takım deneyimi, ulus-devlet idealini benim için erken yaşta parçaladı. Hande Topaloğlu’nun “Ulusal Bedenin İnşası” başlıklı Donna Haraway’in “bedenlerimiz, iktidar ve kimlik haritalarıdır” sözünden yola çıkarak kaleme aldığı makalesinde tartıştığı üzere ulus-devlet politikaları bedeni doğrudan hedef alarak deforme eder, araçsallaştırır ve bunun üzerinden bir temsiliyet rejimi kurgular. Dolayısıyla bu tür müsabakaların yarattığı duygulanımdan uzağım. Olimpiyatlara karşı bir coşku duyamıyorum çünkü arkasındaki güç mücadelelerinin milyonlarca izleyicinin hissettiği adrenalinle başarılı bir şekilde örtbas edildiğini düşünüyorum. Hâlâ ülke odaklı ve ikili cinsiyet sisteminde değerlendirilen yarışları izlediğimize inanmakta zorlanıyorum. Bu tür bir müsabakada Türkiye’yi temsil eden başarılı bir sporcu beni duygulandırmıyor çünkü Türkiye’nin o sporcunun başarısına herhangi bir katkıda bulunmuş olabileceğine inanmıyorum. Sırf aynı yerde doğduğumuz için kendimde onun başarısına ortak olma hakkı görmüyorum. Bu başarılar için ödenen bedelleri düşündükçe, yüceltilmelerini daha da problemli buluyorum. Kültür sanat alanında da ulus temsiliyeti üzerinden yapılanan, katılan sanatçıların ülkelerin tahsis ettiği pavyonlarda sergilendiği ve ülkelerin tıpkı olimpiyatlarda olduğu gibi en iyi ulusal katılım ödülü için yarıştığı Venedik Bienali ile ilgili de benzer hisler taşıyorum.
Aslı Özdoyuran, Kulaç, Pirinç çıta, 174 cm (Sanatçının gerilmiş iki kolunun parmak uçları arasındaki mesafe), 2024
Aslı Özdoyuran’ın sergisi, kişisel bir arşivden yola çıkarken Osmanlı’da kullanılan ve metrik sisteme geçilmesiyle bırakılan ölçü birimlerinden “kulaç” kelimesini başlığına taşıyarak Cumhuriyet dönemi modernleşme sancılarını da konu ediniyor. Sergiyle aynı başlığı taşıyan ve sanatçının kollarını açtığında iki parmak ucu arasındaki mesafe uzunluğunda üretilmiş ışın formundaki pirinç yapı, hem malzemesi hem de yerleştirilme biçimiyle bu tarihsel arka planı merkeze taşıyor. Modernleşme sancıları, metrik sisteme geçilmesinin yanı sıra, belki de nüfusun büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir coğrafyada kadın yüzücülerin erkeklerle aynı takımda antrenman yapmasına, aynı havuzu paylaşmasına da imkân sağlamış olabilir. Amerika’da bir üniversite takımının antrenörlüğünü bırakıp Türkiye’ye yerleşen erkek antrenörümüzün “regl olduğunuz günlerde antrenmana katılmamanız söz konusu değil, tampon takın” dediğinde bunun yol açtığı galeyanı ve kendimizi ona açıklama çabamızın hayal kırıklığını çok iyi hatırlıyorum. Her ne kadar dışarıdan bakıldığında çocuğunu yüzme antrenmanına götürmek bir üst-orta sınıf pratiği gibi görünüyor olsa da, kulübün lisanslı sporcusu olabilmeleri için altyapıya seçilen çocuklara yüzme dersleri ücretsiz sunuluyordu. Çok geçmeden çocukların aylık bir ücret aldığı lisanslı sporculuğa dönüştüğü için de bazı aileler dini değerlerini bir kenara bırakıp çocuklarını antrenmanlara devam etmeleri için özellikle teşvik ediyordu. Eşini ve çocuklarını geride bırakıp Bulgaristan’dan yüzme antrenörlüğü yapmak üzere Türkiye’ye göç eden ve tıpkı Pekin Olimpiyatları’nda gösterdiği başarıyla “millî gurur” ilan edilen Etiyopya asıllı Elvan Abeylegesse gibi kulübün sınırlarında kendisine tahsis edilen prefabrik evde yaşamak zorunda kalan bir diğer antrenörümüzün içinde bulunduğu durumun bu denli normalleştirilmiş olması ise, yukarıda bahsettiğim dinamiklerin sonuçlarına yalnızca bir örnek. Sporun kolektif duygulara hitap ederek üzerini örttüğü bu gerçekler ise, muhtemelen hiçbir zaman “tat kaçıran” detaylar olmaktan öteye geçemeyecek.
Yüzmeyi bırakabilmem ve bu dünyadan tam anlamıyla uzaklaşabilmem yaklaşık iki yıl sürdü. Bu süreçte bedensel ve zihinsel olarak geçirdiğim değişikliklere adapte olabilmek, neredeyse içinde bulunduğum durumun kendisi kadar zordu. Değişen bedenime tamamen yabancılaşmış, kendimi özdeşleştirdiğim kimliğimden uzaklaşmıştım. Leanne Shapton’ın Swimming Studies adlı kitabı, geçmişte olimpik yüzücü olan sanatçının bu hırslı dünyayı geride bırakarak yüzmeye hobi olarak devam etme sürecini ele alıyor. Amerika odaklı bir hikâye olmasına rağmen kendi deneyimimle benzerlik taşıdığını düşünmüştüm. Okuduğum dönemde yüzmeye karşı hissettiğim tuhaf düşmanlığı bir nebze olsun aşmama yardımcı olmuş; o yaz bir havuza üye olarak kendi kendime yüzebilmeme vesile olmuştu.
İlerleyen yıllarda yüzme, hayatıma entegre edebildiğim bir hobi olamadı fakat sergide yer alan, duvara iki metre kaldığını işaret eden lacivert çizgi tasvirleriyle oldukça yüklü anlamlar taşıyan havuz-bedenlerde, bana antrenmanın sonunu çağrıştıran havluda, bacaklarımın arasını tahriş edip her daim kızarmasına ve kaşınmasına sebep olan mavi-beyaz pullboyda, her baktığımda nefes nefese 10 saniye tutarak tekrar yüzmeye başlayacağımı hatırlatan Speedo logolu tempo saatinde ve havuz kenarında sıramı beklerken oturduğum, kimi zaman üzerinde ağladığım turuncu bankta hâlâ beni kendine çeken, yoğun duygular hissetmeme sebep olan bir şeyler var. Ben de bu yazı vesilesiyle, sergiden ilhamla kişisel hikâyemi toplumsal arka planıyla ele almaya çalıştım. Aslı Özdoyuran’ın İMÇ 5533’te 27 Ocak’a kadar görülebilecek sergisi, bu yalın görünen güçlü öğeleri ve fanzin formatında sunduğu arşivle kişisel bir sporcu hikâyesinden yola çıkarak toplumsal dönüşümler üzerine düşünmeye davet ediyor.